?4.BÖLÜM (PART2): TARİHİ ESER KAÇAKÇILARI

3322 Words
"Neden ben?" diye sordum, buraya geldiğimden beri aradan geçen yarım saatin ardından. Duyduklarımdan sonra aklıma gelen ilk soru buydu. En çok bilmek istediğim sorulardan biri de buydu. Yani, tüm bu mesele bunun için miydi? Bu bana çok salakça ve imkânsız geliyordu, çoğunlukla imkânsız. Hatta imkânsız ifadesinin bunun için yeterince yeterli olduğunu bile sanmıyordum. Patrick adındaki mafya babası, ellerini masanın üzerinde kenetleyerek iç çekti. Hareketi bana kendimi bir yetişkin tarafından azarlanan bir çocuk gibi hissetmeme neden olduysa da bunu ona belli etmedim. "Açık değil mi?" diye yanıt verirken, sesi beni gıcık eden yapay bir samimiyetle yumuşamıştı. "Benim için değil." "Bunu yapabilecek biri varsa o da sensin." Sırf eli kolu uzun bir hırsız olduğum için bunu dediğini düşünürsek, gururum okşanmalı mıydı bilemiyordum. Öğrendiklerimi enine boyuna düşünüp taşınırken ve kendi kafamın içinde bunu yapıp yapamayacağımı değerlendirirken parmaklarımı çene hattıma üç defa vurdum. "Şimdi. Bakalım doğru anlamış mıyım? Benden bir tarihi eseri çalmamı istiyorsunuz?" Sesimin normal çıkması için gerçekten çabalıyordum ama işe yaramıyordu çünkü hayatımda aldığım en tuhaf ve muhtemelen de en cüretkâr iş teklifiydi bu. "Bir taşı," diyerek düzeltti Patrick. "Ama evet, öyle." "Bir taşı." Söylemeden önce burnumun ucu ne kadar şaşkın olduğumu gösterircesine kırıştı. "Hem de o Keops Piramidinin içinden, öyle mi?" Bunu dediğimde aklıma gelen tek bir şey vardı, o da Kloi'nin piramitler hakkında söyledikleriydi. Lanetli olduğuna inanılan heykelcikler, gizli odalar, yeraltı galerileri, lahitlerin içinde çürüyen cesetler... Liste öyle uzayıp gidiyordu ki, bir gün biteceğini sanmıyordum. Bunun akla yatkın bir şey olduğunu düşünmememin en önemli sebebi de iniş dehlizlerinin ziyaretçilere yasak bölge olmasıydı. Oraya girmeme izin vermezlerdi ve bir şekilde oraya girsem bile çıkış dehlizinin nerede olduğunu bulabileceğimi sanmıyordum. Büyük ihtimalle susuzluktan ölene kadar dehlizlerin içinde dolaşıp dururdum. Patrick "Öyle." diyerek devam ettiğinde yeniden ona odaklandım. Elini havada salladı. "Dediğim gibi, onu al ve buraya getir. Sonrasında müşteriden yüklü miktarda ödeme alacağız." Evet. Bu kısmı daha önce de anlamıştım zaten. İkinci defa söylemesine gerek yoktu. Patrick'e şüpheyle sordum. "Taşla ne yapacakmış?" "Kimin umurunda?" dedi. Ne salak herifti. "Ama umurunda olmalı Patrick. Ben bile böyle bir riskin değerini bilmek isterim. Yine de ne kadar ödeme alacağınızın bir önemi yok bence." Birilerinin bu adamı dünyaya geri döndürmesi gerekiyordu. Ya fazla aptaldı ya fazla açgözlüydü ya da kendine fazla güveniyordu. Masanın üzerinde öne eğildim ve düşüncelerimi dile getirdim. "Hepiniz kafayı yemişsiniz. Keops'tan bahsediyorsunuz. Bu herhangi bir şey değil. O taş ya da her neyse, kim bilir nasıl korunuyordur. Onu çalamam." "Taşın piramidin içinde olduğundan kimsenin haberi yok. Hiç değilse bize söylenen bu. Kimse onun gittiğini fark etmeyeceği için başın belaya girmeyecektir." Vay canına. Bunu çok basit, sıradan bir şeymiş gibi söylemişti. "Ya sen? Sen bunu nasıl biliyorsun?" diye sordum şüpheyle. Sırıttı ve "Bunu bilmek benim işim." dedi. Elbette öyle, seni düzenbaz. Son iki sözcüğü zihnimde tekrar tekrar çevirirken çileden çıkarak gözlerimi devirdim ve iç çektim. Gergin bir şekilde parmaklarımı saçlarımın içinde gezdirdim ve homurdandım. "Peki ya bunu nasıl başaracağım? Bunu da biliyor musun?" "Keops'a girebileceğinden eminim Eva." Nefesim kesilir gibi oldu. Ne demek istiyordu? Kahretsin. Yoksa Emma'dan mı bahsediyordu? Gömleğimin kollarını ovuşturdum ve bacaklarımı kıpırdattım. Yüzümde mimik oynamasa da hissettiğim endişe sakinliğimi paramparça etmişti. Yo, hayır. Hakkımda bunu bilmesine imkân yoktu. Bu uygunsuz düşünceyi kafamdan silip atmak için başımı iki yana salladım. Muhtemelen Patrick sadece hırsızlık yeteneklerime fazla güveniyordu. Sevecen, tarih sever kız kardeşimin bu konuyla bir alâkası olamazdı. Kendimden emin bir şekilde doğruca gözlerinin içine bakarak, ona, "Elbette girebilirim," dedim. Sonra küstah bir ses çıktı dudaklarımın arasından. "Ama bunu neden yapayım? Bedavaya çalışmam. Ben bu işten ne elde edeceğim?" "Sıkı pazarlıkçı mısın?" Bunu soru sorar gibi değil de, daha çok zaten ortada olan bir durumu dile döker gibi söylemişti. O yüzden geri postalayarak "Sen​ce?" dedim. Patrick'e gülümseme biçimim sakin bir alaydan farklı değildi, o da başını sallayarak onayladı beni. "Neden sadece ne istediğini söylemiyorsun Eva?" "Şaşırt beni." diye cevap verdim ona. "Ben sadece reddedilemez bir teklifin olduğunu umut ediyorum." Ben bunu deyince Patrick​ hoşnutsuz gözlerle bana baktı. Gözlerini devirdi ve masanın altına uzanarak büyük, deriden yapılma bir evrak çantasını çıkardı. Çantayı bana çevirip açtı. "İşte. Bu yeterli olur mu?" Üst üste yığılmış deste deste banknotları gördüm. Çanta tepesine kadar parayla doluydu. Kalbim boğazımda atıyordu. Aman Tanrım. Çok, çok fazla para vardı. Hayatım boyunca bu kadar nakiti bir arada gördüğümü sanmıyordum. Patrick'in bana para teklif edeceğini biliyordum ama miktarının bu kadar çok olmasını beklemiyordum. Bir banknotu alıp parmaklarımın arasında çevirerek inceledim. Bana kalırsa Benjamin Franklin son derece gerçek görünüyordu. Memnuniyetimin bir ifadesi olarak iç çektim. Ve bir türlü anlamıyordum, bu taşı bu kadar değerli yapan şey ne olabilirdi? "Bu neredeyse küçük bir servet eder." diye söze başladım. Banknotu çantanın içine geri bırakırken, ne düşündüğümü belli etmemeye çalışıyordum. "Bu taşı gerçekten bu kadar çok mu istiyorsunuz?" "Açık değil mi?" Evet, oldukça açık. Alber'e, sonra tekrar Patrick'e bakarken rahat görünmeye çalışarak omuzlarımı silktim. "Tamam o halde, fiyat iki katına çıktı." "Ne?" Şaşkınlığını aştığında Patrick'in sesi iki oktav kadar yükseldi, müthiş bir öfkeyle haykırdı. "Bu ne cüret? Benimle pazarlık yapabileceğini mi sanıyorsun sen?" "Ya iki katını ödersin ya da gidip pis işlerini yaptıracak başka birini bulursun." Yüzü gülünç bir kırmızıya döndü ve yüzüme karşı mırıldanarak, "Kaltak," diye karşılık verdi. Kaltak mı? Muzaffer bir edayla ve bir gülümsemeyle, "Ağzını böyle bozduğun için üç oldu." dedim. Bazen sinir bozucu olabilirim ama bana hakaret ettiği için tepemi attırmıştı bir kere. "Ve benimle böyle konuşmaya devam edersen bundan sen zararlı çıkacaksın." Patrick bir kez daha küfür etmek istiyormuş gibiydi. Elini yumruk yapıp masaya çarptığında masadaki kül tablası yerinden sıçradı. "Tamam. Üç, o zaman. Ancak taşı getirdiğinde parayı alacaksın." Sanırım buna razı olabilirdim. Yine de bu heriflere hiç mi hiç güvenmiyordum. Öylesine bir hareketle elimi şortumun cebine attım ve başımı yana yatırıp ona bakarken Patrick'e sırıtmadan edemedim. "Sana nasıl güveneyim?" dedim olabilecek en masum ses tonumla. "Siz tarihi eser kaçakçılarısınız. Beni ve arkadaşımı silahla tehdit ederek, zorla buraya getirdiniz. Bir de benden bir eser çalmamı istiyorsunuz. Ya işini hallettikten sonra beni öldürmeye kalkarsan?" Ağır bir sessizlik oldu. Dünya bir an dönmeyi bırakmıştı sanki. "Ne istiyorsun Eva?" diye sordu. "Bana tam adını söyle, Patrick." Bu hiç ama hiç hoşuna gitmedi. Bakışlarında öfke alevlenirken gözlerini sertçe kıstı. "Hayır, asla olmaz." dedi gayet net bir şekilde. "Endişelenme." dedim ona. "Bu sadece güvence için. Yemin ederim, polise gitmeyeceğim." Tabii, devam et. Senin yeminine çok güvenirlerdi ya, diyerek beni azarladı iç sesim. Alber arkamdan kızgınca güldü ve Patrick​'de gözlerimin içine ihtiyatla baktı. Yalan söylemiyorum, polise gitmeyecektim. O da bunu görmüş olacak ki, iç geçirerek bana istediğimi verdi. "Benim tam adım Patrick Dea Boady ve o da Alber Ferec. Seni getiren diğer sahte polis ise Omar Radi ya da onun gibi bir şey. Yeterli mi?" "Pek değil." dedikten sonra tekrardan duvardaki objelere baktım. Merakım uyanmıştı bir kere. "Bu iş tam olarak nasıl yürüyor? Bu eserleri tam olarak nereye götürüyorsunuz?" Patrick, "Kızıldeniz'den küçük bir gemiyle ülkeden çıkıyor." dedi. "Daha sonra kara yoluyla Bulgaristan'a gidiyor. Oradan da başka bir bölgeye naklediliyor." "Başka bir bölgeye mi? Nereye?" Kestirip atarak "O kadarını bilmiyorum." dediğinde geri Patrick'e baktım. Onu şüpheyle süzdüm. O kadarını bilmediğine hiç inanasım gelmedi ama ısrar ederek onu sinirlendirmek istemedim. "Sınır güvenliğini nasıl geçiyorsunuz?" diye sordum, en çok da bunun yanıtını merak ederek. Bu tür güvenliklerin sıkı olduğunu duymuştum, özellikle de böyle ezoterik tarihlere sahip olan kentler için. Patrick bir Cheshire Kedisi gibi gülümsedi. "Tanıdıklarım var." "Tanıdıklar mı? Gerçek polisler gibi mi?" "Gerçek memurlar gibi." Ne yani? Yerel güvenlik de mi işin içindeydi? Bunu duymak beni hem şaşırtmış hem de iğrendirmişti ama neden şaşırıyordum ki? Muhtemelen bu adam onlara da deve yüküyle para ödüyordu. Bende parayı alıyordum, evet ama en azından benim bu ülkeye karşı bağlılık yeminim yoktu. Sonra birden sordum. "Cidden, yerel güvenliği bunun için nasıl ikna ettin?" "İnsanların para için neler yapabildiğini görsen çok şaşırırsın." O sırada "Patron?" diyerek araya girdi Alber. Sesinde öyle bir ton vardı ki, bende dönüp ona baktım. Çenesinin ucuyla oturduğum koltuğu işaret etti. "Bu kıza güvenilebileceğini sanmıyorum." Dediklerinden az da olsa rahatsız olarak durdum. Gözlerimi devirerek "Biri sana fikrini sormadığı sürece düşüncelerini kendine saklamaya ne dersin?" dedim ona. "Kendinden başka herkesin aptal olduğunu mu düşünüyorsun?" Ona nazik bir gülümseme verdim. "Sadece senin." Alber karşılık vermek için ağzını açtı ama o sırada Patrick "Yeter, Alber. Kız haklı. Kimse sana fikrini sormadı." diyerek onu susturdu. Dikkatimi tekrardan mafya babasına verdim. Başını salladı ve bana dik dik baktı. "Sana gelince, daha fazla soru yok. Yeterince güvence sağladın. Anlaştık mı anlaşmadık mı?" Şimdi ikisi de bana bakıyordu. Bir tarihi eseri çalmak hâlâ kulağa biraz çılgınca geliyordu ama sonuçta kimse taşın kayıp olduğunu fark etmeyecekti. Böyle düşününce bu bana gayet yapılabilir bir iş gibi görünüyordu. Açık bir halde masanın üzerinde duran para dolu çantaya bir kere daha baktım ve birden falcı, yaşlı kadının söyledikleri geldi aklıma. Dilim damağım kurudu. Bir konuda kesinlikle haklıydı ama ahlaki yargılar kimin umurunda zaten? Sonunda kararımı verdim. Başımı kaldırıp biraz ukalaca, ama yine de kuru ve sevimsiz bir sesle, "Anlaştık." dedim. Patrick karşımda dudaklarında bir tebessümle bana bakıyordu. "Güzel." Halinden daha fazla memnun görünemeyeceğini düşündüm o an. "Bir- hayır, iki gün sonra seni alması için Omar'ı yollayacağım. Bu arada Alber, Omar'a söyle, kızı ve arkadaşını geri götürsün." "Evet, efendim." Bir an kimse bir şey demedi. Konuşmamızın bittiğini anlayınca oturduğum koltuktan kalktım. Burada daha fazla kalmama gerek yoktu bana kalırsa. Zaten bir an önce gitmek istiyordum. Odadan çıkmak için dönmeden önce masaya uzandım ve para dolu çantanın içinden iki banknot aldım. Elimi çekerken Patrick o kocaman, kalın parmaklarıyla bileğimi tutup sıktı. Şaşkın bir şekilde, ağır ağır, "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye sordu.​ Paralara ve ona baktım. Ne yaptığımın açık olduğunu sanıyordum ama sorduğuna göre değildi. "Buna peşinat derler." dedim. "Bu aralar biraz nakite ihtiyacım var." "Nakite mi ihtiyacın var? Ne için olduğunu sorabilir miyim?" diye sorarken sesi tamamen benimle alay eder gibiydi. Birden çehrem değişti. Dilimi tutmadan önce müthiş bir fütursuzlukla yanıt vermiştim bile; "Kendimi motive etmek için." Alber'den şaşkınlık dolu bir nida çıktı ve aynı anda Patrick benimle dişlerinin arasından konuştu. "Şansını zorlama Eva. Motive olmaya ihtiyacın falan yok senin." "Yok mu?" dedim. "Bir daha düşün istersen. Eğer taşı kendin çalabilecek olsaydın beni buraya getirmezdin. Senin pis işlerini halledeceğim, değil mi? Bana biraz saygı duymaya ne dersin?" Patrick'in bakışları anında bana kilitlendi. Belki de ona karşı bu kadar küstah davranmamalıydım. Şimdi gerçekten öfkelenmiş görünüyordu. Kısa bir an parayı almama itiraz edecek sandım ama neyse ki öyle bir şey olmadı. "Her neyse," diye mırıldanırken elimi serbest bıraktı ve çehresi birkaç ton sertleşti. "Sakın çuvallayayım deme Eva." Çuvallama derken Patrick'in sesi ağır ve kaba sabaydı. Belki de bu yüzden tüm omurgam derin bir öfkeyle kasıldı. Beni tehdit mi ediyordu? Ama mucizevi bir şekilde sakin kalmayı başardım ve kurnaz bir sırıtışla eğilerek Patrick'e eski asilzadeler gibi selam verdim. "Sen ne dersen o, patron." Patrick ona patron dememden pek hoşlanmayarak kendi kendine anlayamadığım bir şeyler homurdandı. Ondan sonra Alber'i odanın dışına kadar takip ettim. Geldiğimiz yerden koridora geri geçerken düşündüm. Sorun yoktu, değil mi? Alt tarafı Keops'a gizlice girip bir taşı yürütecektim. Sonra da hayatımın geri kalanı boyunca çalışmak zorunda kalmayacaktım. Para destelerini avucumun içinde hızlıca çevirdim ve birkaç adım önümden yürüyen Alber'e hızla bir bakış fırlattım. "Neden Bulgaristan?" diye sorduğumda Alber cevap vermeye tenezzül bile etmeden koridorun köşesinden döndü ve nedense bu beni güldürdü. Bende peşinden koridora girdim. "Bana gerçekten de güvenmiyorsun, öyle değil mi?" "Evet." dedi tiksintiyle. Ses tonu beni rahatsız ettiğinden sırf onu daha da gıcık etmek için sordum. "Nedenini sorabilir miyim?" Bu sefer, saf bir düşmanlıkla "Bilmiyorum." diye yanıt verdi. "Bekle. Ya da biliyorum. Sende insanı huzursuz eden bir şeyler var." Onu takip edip etmediğime bakmadan giriş katına ve holün önüne inen sarmal merdivenlere yöneldi. Neredeyse alındığımı hissediyordum; Ben​ güvenilmeyecek kız mıydım yahu? Rahatsız edici bir düşünce aklımın köşelerinde süzüldüğünde yüzümü buruşturdum. Bir daha düşündüm de bilmesem de olurdu. Dışarıya adımımı attığım anda Tony öylesine kaygılı bir tavırla üzerime yürüdü ki, alışkın olmadığım bu sevgi gösterisi tüylerimin diken diken olmasına ve donup kalmama neden oldu. Çok endişeli görünüyordu... Ve benim içindi bu endişe. Bunu fark edince zihnimin derinliklerinde canımı yakan bir azap hissettim...​ Çünkü umurumda değildi. Benim hakkımda ne kadar endişelenirse endişelensin, ne kadar iyi düşünürse düşünsün umurumda değildi. Ona özel bir şey de değildi bu. Eski erkek arkadaşlarımı da umursadığımı hatırlamıyordum. Galiba hayatta gerçekten umursadığım tek insan kız kardeşimdi. Ama kabul etmeliyim, bugün bu iki ahmak gelip her şeyi mahvedene kadar eğlenmiştim. Günümün geri kalanını bu çocukla geçirmekten gerçekten keyif almıştım. Tony ile konuşmak çok kolaydı. Emma'dan sonra tanıdığım en arkadaş canlısı insan olabilirdi. Arkadaş mı dedim ben? Zavallı çocuk... Beni müzeye arkadaşı olarak davet etmişti ama hakkında ne düşündüğümü bile bilmiyordu. Ben Emma değildim. Bana karşı tamamen arkadaşça yaklaşsa bile onunla arkadaş bile olmak istemiyordum. Benden hoşlanması ise beni sadece ürkütüyordu çünkü benden gerçekten hoşlanıyordu. Bende berbat bir insandım. Bunu biliyordum çünkü çocuk benimle bir kere dışarı çıkmıştı ve onda da tarihi eser kaçakçıları tarafından kaçırılmıştı. Kahretsin! Tony'nin okuldayken bile başının belaya girdiğini sanmıyordum. "Tony," dedim o yüzden. "İyisin, değil mi?" "Ne? Neden beni soruyorsun? Asıl sen iyi misin Eva? Ne olur bana iyi olduğunu söyle." diyerek bana sarılmak için uzandı ve aynı anda beynimin içinde uyarı sirenleri çalmaya başladı; 'Ah, hayır! Hayır, olmaz! Aklından bile geçirme!' diyordu o sirenler. Gözlerimi yumdum ve bir adım gerilerken omurgamdan aşağı bir dehşet indi. Tony bana dokunmanın o kadar da iyi bir fikir olmadığına karar vermiş olacak ki, birkaç adım önümde durdu. Onun zeki ve endişeli çehresine baktım, karanlığa rağmen teninin sarardığını fark edebiliyordum. Soğuk bir edayla kafamı aşağı yukarı salladım. Sonra kendimi zorlayarak "İyiyim Tony​." dedim. Tony'nin benim için bu kadar endişelenmesi beni hem şaşırtmış hem de aşırı rahatsız etmişti. Sabit gözlerimi kız kardeşimin sevgili arkadaşına dikerken dudaklarımda hüzünlü, garip bir tebessüm vardı. Onunla herhangi bir derdim yoktu ama varlığımın her bir zerresiyle, böyle yapmasındansa beni yok saymasını yeğleyeceğimi biliyordum. "Tamam mı?" Bunu diyen Omar'dı. Pürdikkat bana diktiği gözlerinde kuşku parlıyordu. İfadesi öyle açıktı ki, aklından ne geçtiğini anlamamak körlük olurdu. Burada bana güvenmeyen tek kişi Alber değildi anlaşılan. Size garip gelebilir ama bana güvenmedikleri için onları haklı buluyordum. Belki de benim de onlara güvenmememden kaynaklanıyordu bu. "Evet." dedi Alber. "Şimdi ne olacak?" Bunu en az Omar kadar bende bilmek istiyordum. Alber'in Omar'a "Hiçbir şey." diye yanıt verdiğini duydum. "Kimse polise kayıp başvurusunda bulunmadan önce onları geri götür." diye devam ettiğinde bakışlarımı iki adama çevirdim. Omar kafasını evet anlamında salladı ve benzini bitmek üzere olduğu için polis arabası yerine -Bu arada, bunu nereden bulmuşlardı acaba?- bahçenin karanlık bir köşesine park edilmiş başka bir arabaya doğru yürümeye başladı. Araba, lacivert bir klasikti. Sonrasında ilk konuşan Alber olduğu için dikkatimi ona verdim. "Hey! Sanırım bu sana ait." derken ellerinden birini polis ceketinin iç cebine atmıştı. Bir an sonra Tony'e cep telefonunu uzatıyordu. Tony telefonu almak için parmaklarını kaldırdı ama Alber o anda elini geri çekti ve "Polisi ararsan başın belaya girer. Bunu biliyorsun değil mi? Elinizde hiçbir kanıt olmadığı gibi düşman edindiğinizle kalırsınız." diyerek, tehdit etmeyi ihmal etmedi. Bu noktada kendime engel olamadım ve giderek daha da boğuklaşan alçak bir sesle güldüm. Alber daha da keyiflenmemden başka bir işe yaramayan ürkütücü bakışlarını bana çevirerek yüzüme karşı hırladı. "Ne? Şimdi ne var?" Derhal cevap vererek, "Hiç," dedim. "Hiçbir şey." Kesinlikle bana güvenmiyor, belki de benden nefret ediyordu. Tony​ hareketlerine yansıyan bir tereddütle telefonunu Alber'den aldıktan sonra yumuşak, mavi gözlerini döndürdü ve doğrudan zümrüdün en koyu rengindeki gözlerimin içine baktı. "Anlamıyorum." dedi. "Bizi buraya zorla getirdiler. Ve şimdi de öylece geri mi götürüyorlar?" Hiçbir şey bilmeyen biri için acayip bir durum olsa gerekti. O sırada Alber bana ne dediğini çok açıkça belli eden bir bakış attı; Tony'e karşı ağzını sıkı tut! Dediği buydu. O istemese de Tony'e hiçbir şey söylemezdim zaten. Ona güvenmiyor değildim, Tony iyi bir adamdı fakat bugün benim yüzümden başı yeterince belaya girmişti. Daha nazik bir sesle "Evet. Galiba öyle." dedim. Ve tahmin ettiğim gibi Tony'nin yüz hatları merakla değişti. "Ne oldu? Sana ne yaptılar? İncinmedin değil mi?" Şaşırdım. İncinmek mi? Ah, hayır. Daha çok sinir olmuş ve aşağılanmış hissetmiştim. Tony'ye kaşlarımı kaldırarak baktım. 'Tanrı aşkına! Kes! Kes şunu! Beni düşünmeyi bırak!' diye bağırmamak için dilimin ucunu ısırmam gerekmişti. Kalbimden bir ses bana duygusuzun teki olduğumu söylüyordu. Ne diyeceğimi düşünürken kaşlarımı çattım. Bunu ona asla söyleyemezdim. Herhalde yapacağı ilk şey karakola gitmek olurdu. Elimi havada sallayarak "Şimdi olmaz. Sonra söylerim." diyerek geçiştirdim onu. Elbette sonra söylemeyecektim. "Eva," diye başladı. "Hayır." diye başladım bende. Hiç nasihat dinleyecek havada değildim, özellikle de Bay Doğru'nun kendisinden. "Lütfen, yine başlama. Sorun falan yok Tony." "Niye buna inanmıyorum acaba?" "Hadi, gidelim buradan." dediğimde Tony bana kaşlarımı daha da çatmama neden olan tuhaf bir bakış attı. Muhtemelen tasasız ses tonum yüzündendi. Bu tasasızlığı bastırmak için ona sevimli bir gülümseme gönderdim. Bir şeyler mırıldanarak başını salladı ve Omar'ın bizi önünde beklediği diğer arabaya doğru yürümeye başladı. Uyku yeniden üzerime düşerken esnedim. Geceliğime, diş fırçama ve yatağıma ihtiyacım vardı ama bu ihtiyaç çok kısa bir andı. Aklımdan çıkan bir fikir geri geldiğinde uykum geldiği gibi kaçtı ve bende elimi alnıma vurmamak için kendimi tutmak zorunda kaldım. Hızlı adımlarla Tony'e yetiştim ve onunla birlikte yürümeye başladım. Omar ile aramızda en az on beş metre vardı. Arabanın yanında duruyordu ve bakışlarını bize sabitlemiş, gözlerini üzerimizden ayırmıyordu. Gözlerimi Omar'dan ayırmadan, "Telefonunu ver." diye mırıldandım Tony'e. "Ne? Neden? Ne yapacaksın?" Tanrı aşkına! Bu çocuk niye sürekli beni sorgulayıp duruyordu? Bunu hak edecek ne yapmıştım acaba? Gerçekten bilmek istiyordum. O sırada iç sesim tüm umursamazlığıyla kendini gösterdi ve 'Boş versene!' dedi. Onu ikna etmekle uğraşmayacaktım bile. Daha fazla vakit kaybetmemek için öyle hızlı bir şekilde telefonu kapıp aldım ki, Tony'nin ne yaptığımı fark etmesine imkân yoktu. Afalladı ve elini kaldırıp boş kalan parmaklarına baktı. Sonra da bana... "Sen​ bunu nasıl-" "Yaptım mı? Ah Tony,​ inan bana, bilmek istemezsin." Elimi yanıma indirdim. Telefonu uzun, ince parmaklarımın arasında birkaç defa çevirirken normal bir ifadeyle yürümeye devam ediyordum. "Sadece bir fotoğrafa ihtiyacım var." "Bir fotoğrafa mı?" "Evet." "Neden?" diye sordu, birkaç saniyelik bir sessizliğin ardından. "Çünkü konumu açıp kaydedecek kadar zamanım yok ve bunu yapmaya kalkarsam Omar fark eder. Bize bakıyor. İşte." Ekrana bakmadan hızlıca zeminin bir fotoğrafını çektim ve kaydolduğundan emin olduktan sonra İPhone'u Tony'e geri uzattım. "Fotoğrafı daha sonra bana at. Google'dan buranın nerede olduğuna bakacağım." Hiç beklemediğim bir şey oldu ve Tony​ olduğu yerde pat diye durdu. O bunu yapınca benimde onunla birlikte durmaktan başka çarem yoktu. Kısa bir süre için birbirimize garip garip baktık. Sonra uzaktan Omar ıslık çaldı. "Acele edin! Sabaha kadar vaktimiz yok!" diye bağırdı. Huzursuz bir tavırla tekrar yürümeye devam ettik. Tony, Omar'a onu öldürmek istiyormuş gibi bakarken "Bunu gerçekten yapabilir misin?" diye sordu şaşkın şaşkın. "Elbette yapabilirim." diye yanıtladım. "Ama nasıl?" "Şey. Basitçe söylemek gerekirse, uydu sistemi sayesinde." Diyeceğim şeyi demeden önce gözlerimi kaldırıp yıldızlarla dolu gökyüzüne baktım. Eğer bu kadar berbat bir gece geçirmemiş olsaydım, bu manzara beni gülümsetirdi. Cidden güzeldi. İç çekerek dikkatimi yeniden o ana odakladım. "Bu sistemle herhangi bir fotoğrafın nereden çekildiğini bulmak mümkün. Tek ihtiyacım olan bir bilgisayar, dijital bir fotoğraf ve Google." Ve benim bilgisayarım yok. Bu yüzden Patrick'ten o ön ödemeyi almıştım zaten. Tony daha da​ şaşırdı. "Ah?" dedi. Duygusuz bir ifadeyle "Ah?" diye taklit ettim onu. Gözlerimin ucuyla ne yaptığına baktım. Bakışlarını yüzüme sabitlemişti. Kendimi tutamadım ve ona kurnazca sırıttım. "Affet beni. Senin için tarih kadar heyecan verici değildi, değil mi?" "Hayır. Hayır, öyleydi." Bir an için durdu ve başını iki yana sallarken iç geçirdi. "Ve ne? Bu durumda bile alay etme yeteneğini kaybetmemeni takdir mi etmeliyim?" Buna karşı ne diyeceğimi bilemediğimden, en iyi cevap gözlerimi devirmekmiş gibi geldiği için gözlerimi devirdim. Bu arada da Omar'a iyiden iyiye yaklaşıyorduk. Aramızda altı metre ya vardı ya yoktu. Ellerimi şortumun cebine soktum ve kısık gözlerimin altından biraz huzursuz görünen Omar'a bakarak bizi duymasın diye sesimi alçalttım. "Haydi, buranın neresi olduğuna bir bakalım." "Harika fikir," diye bana katıldı Tony. Sürücü koltuğuna geçmek için kapıyı açan Omar'a ters bir bakış attı. "Sonra da polise gideriz." Bunu bunun için mi yaptığımı sanıyordu? "Polise gitmeyeceğiz." dediğimde Tony'nin boğazından boğuk, acı bir ses yükseldi. Bana öyle şaşkın bir bakış attı ki, arabanın kapısını açarken, "En azından şimdilik." diye eklemek zorunda kaldım; Önce çalmam gereken bir taş ve almam gereken bir para var. Başıma en fazla ne gelebilirdi ki?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD