Balsamina Pansiyon'a geri geldiğimde güneş çoktan ilk ışıklarını Kahire'ye düşürmüştü. Bitkin adımlarla fazla kalabalık olmayan bir caddede yürüyordum. Yalnızdım. Tony ile birkaç sokak geride ayrılmıştık ve o zaman bile bakışlarını üzerime hedeflemekten vazgeçmemişti. İfadesi suçlayıcıydı. Ona bakan herhangi biri ne düşündüğünü hemen anlayabilirdi. Benden, bir şeyler sakladığımdan şüpheleniyordu. Görebiliyordum bunu. Hakkı da yok değildi. Ama ağzımdan laf almanın kolay olmadığını biliyor olsa gerek, yol boyunca bana o adamlar hakkında hiçbir soru sormamıştı. Sadece aç olduğumu düşünüp kahvaltıya davet etmek amacıyla konuşmuştu. Her zamanki gibi çok düşünceliydi ve bana olan bakışları umut doluydu ama onu görmezden gelerek hayır demiştim. Uyumak dışında başka hiçbir şey yapmak istemiyordum.
Ondan ayrılırken "Ne hoş bir geceydi. Sende öyle düşünmüyor musun, Tony?" diye alay etmiştim.
Ama Tony sandığım kadar komik bulmamıştı bunu. "Ben pek öyle demezdim." diye mırıldanmıştı, yüzünde küçük bir gülümsemeyle. "Görüşürüz Eva, kendine dikkat et."
"Sende." diye yanıt vermiştim. O sırada arabasının camından eğiliyor, yüzüne bakıyordum. Sabah güneşi Tony'nin solgun cildine biraz renk getirmişti. Artık çok daha iyi görünüyordu. "Ve bugün olanlardan Emma'ya bahsetme. Bilmesi gerekmiyor. Onun boş yere korkmasını ya da endişelenmesini istemiyorum." Ya da öğrenmesine izin verdiğim için başının belaya girmesini. Böyle bir şey olursa ömrüm boyunca kendimden nefret ederdim.
"Sence bu iyi bir fikir mi?"
"Onun bilmesi ne işe yarayacak? İnan bana, bilmemesi daha iyi."
Yine de Tony'nin bakışları bundan pek emin değil gibiydi. Birkaç saniye boyunca bana bakarken kendimi mümkün olan en berbat şekilde rahatsız hissetmiştim çünkü yüzünde ayıplar gibi bir ifade vardı. 'Ah, hayır! Ona söyleyecek!' diye düşünürken arabasının motorunu çalıştırmış ve yanımdan ayrılmadan önce gönülsüz bir kabullenmeyle iç çekerek "Nasıl istersen öyle olsun Eva. Bende Emma'nın endişelenmesini istemem." demişti.
Birden rahatladığımı hissettim. Bu konuda bana katılması akıllıcaydı çünkü kız kardeşimi kimse benden daha iyi tanıyamazdı, her durumda olabilecek en kötü senaryoyu hayal ederdi. Ayrıca bu durumun onun vicdanına ve dürüstlük prensiplerine aykırı olduğu da bir gerçekti. Asla buna göz yummazdı. Onun beni ayıplamasını ya da 'Sen aklını mı kaçırdın? Böyle bir şey yapamazsın! Eğer yakalanırsan hapse girersin! Yakalanmazsan da polisin her an peşine düşebileceği korkusuyla yaşarsın!' nutkunu dinlemeye katlanamazdım. O parayı istiyordum ve benim ahlak yargım da sadece kendi menfaatlerimi düşünürdü. Onursuzcaydı, biliyordum. Emma benden daha iyiydi. Bunu da biliyordum. Ömrüm boyunca da bilecektim.
İç geçirerek ve düşüncelerimin gittiği yöne lanet okuyarak gözlerimi yumdum. Nihayet çift kanatlı, cam kapıyı ittirip tepede çalan minik zilin eşliğinde pansiyona girdiğimde dikkatimi giriş katındaki kalabalık çekti. Müşteriler kahvaltı etmek, turist kabilelerine katılmak ya da şehir merkezine inmek için oradaydı. Burnumun ucunu kırıştırdım ve yüzümü başka yöne çevirdim. Etraf çörek, hamur, sütlü kahve ve çay kokuyordu. Midemi bulandırmıştı bu. İnsanların arasından sıyrılıp geçerek bir an önce on yedi numaralı odaya çıkmak için basamaklara yöneldim.
Odamızın önüne geldiğimde, her nedense, üzerinde altın rengi rakamlarla on yedi yazan kapıya canım sıkkın bir şekilde baktım. İçimde anlaşılmaz bir gerginlik vardı. Emma yüzünden miydi? Tony belki? Belki de bugün yaşananların bir sonucuydu? Üzerimdeki gerginliği atmak için derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. İçgüdüsel bir şekilde hemen kız kardeşimin yatağına bakmıştım. Hasta kız kardeşimi bulmayı beklediğim yer orasıydı ama Emma yatakta değil, çalışma masasındaydı. Gözlerini önüne dikmiş epeyce kalın bir kitabı okuyordu. Kapı açılma sesiyle birlikte kafasını kitaptan kaldırarak gür, kömür karası kirpiklerinin altındaki yemyeşil gözlerini yüzüme dikti ve bana dikkatle baktı. Saçını kulağının arkasına sıkıştırıp gülümseyince gözlerinin yeşili biraz daha yumuşadı. İkiz sahibi olmanın en tuhaf yanı, bazen dünyada size tıpa tıp benzeyen birinin olduğunu unutmanızdı. Kahverengi saçları, kakülleri, yeşil gözleri ve masum, sevimli hatları ile Emma bana sevimli bir kız çocuğunu andırıyordu. Sonra onun ikizi olduğumu hatırlıyordum ve ilginçtir ki, şimdiye kadar kimse beni küçük, sevimli bir kız çocuğu olarak tanımlamamıştı. Sanırım karakter olarak zıt kutuplar olduğumuz içindi çünkü yüz hatlarımız tamamen aynı olmasına rağmen - birbirimizin yerine geçmediğimiz sürece - insanlar Emma ve beni ayırt etmekte sorun yaşamazdı.
Kapıyı arkamdan kapatırken boğazımı temizledim ve kardeşime tüm gece nerede olduğum hakkında bir yalan uydurmaya çalışırken düşünmek için birkaç saniye duraksadım. Aslında yalan durumu daha da kötüleştirmeye yarayan bir araçtan başka bir şey değildi ama buna ihtiyacım vardı. "Dinle. Sen bir şey söylemeden önce, geceyi dışarıda geçirdim çünkü..."
Emma hâlâ hasta ama aynı zamanda hayli yumuşak bir ses tonuyla, "Tony'yle birlikte Luxor müzesine gittiniz, biliyorum." diye tamamladı beni. Kitabın bir sonraki sayfasına geçti ve kaldığı yeri kaybetmemek için arasına kalemlikten aldığı kurşun kalemlerden birini yerleştirdi. Buna şaşırmadım bile. Asla ayraç denen şeyi kullanmazdı. Devam etmeden önce küçük bir sessizlik oldu ve sonra "Tony dün mesaj atmıştı. Gerçi bütün bir geceyi orada geçirmenizi beklemiyordum. Şaşırdım." diye kendini açıkladı.
"İkimiz de yorgunduk." Gülümsedim. "Gece araba kullanmak istemedik ve yol üstündeki bir motelde konakladık."
Donuk bir sesle "Harika fikir." diye katıldı. Bakışlarını kitabın kapağından ayırmadı. Ne düşünüyordu acaba? Merak etmeden yapamıyordum. Sonra da dudaklarında filizlenen hafif bir tebessümle bana imalı bir bakış attı. "Eee? İyi vakit geçirdin mi?"
"Müzede iyi vakit geçirip geçirmediğimi mi yoksa Tony'yle iyi vakit geçirip geçirmediğimi mi soruyorsun?"
"Sanırım her ikisini de."
Gözlerimi yuvarladım ve düşünmek için bir saniye duraksadım, omzumu kapı çerçevesine yasladım. Şüphesiz, kabul etmek zorunda kaldım.
"Evet. Eğlendim sayılır."
"Ah? Sayılır mı? Bu ses tonunu biliyorum. Ne ters gitti?"
Aman Tanrım. Nabzım hızlandı. Bu kadar tahmin edilebilir biri miydim?
"Aklım sürekli sendeydi. Burada, seninle kalmak isterdim."
"Beni boş ver. Ne kadar şanslı olduğunun farkında bile değilsin. Bende orayı görmek isterdim." Kitabını masanın üzerindeki diğer kitapların yanına bıraktı. Şöyle bir baktım. Clausewitz'in 'Savaş Üzerine' adlı eserini okuyordu. Tam ona göreydi doğrusu. Ondan sonra Emma "Aslında ben-" diyerek ayağa kalkmaya yeltendi ama hastalıktan olsa gerek, sendeledi. Midemde huzursuzluk ve kavurucu bir his daha vardı. Düşecekti! Kahretsin! Hemen bir şeyler yapmalıydım! Onu tutmak için uzandım ama benden önce masanın kenarına tutunarak dengesini sağladı. Titreyen alt dudağını ısırdı, yeşil gözleri parlak ve suluydu. "Tamam, tamam, düşmedim!"
Ciddiyetle başımı salladım. "Hâlâ hasta mısın?"
"Daha iyiyim, teşekkürler. Sadece hafif bir baş ağrısı."
"Kimi kandırıyorsun sen? Dinlenmen gerekiyor Emma." Onu yatağa sürüklemek için inanılmaz bir istek duyuyordum. Elimde tuttuğum Macbook'u masanın üzerine bıraktığımda Emma şaşkınlıkla inleyip kaşlarını çattı. "Bu da ne?"
Neden bahsettiğini anlamam birkaç saniyeyi aldı.
Bir solukta söyledim. "Bilgisayar?"
Ben bunu deyince Emma gözlerini ağır ağır devirdi. "Vay canına, gerçekten mi? Kim tahmin ederdi ki?"
Ses tonundaki alay beni güldürdü, arada sırada da olsa Emma'nın esprili yanı kendini gösteriyordu işte.
"Doğum günü hediyen." dedim aynı küçümseyici ses tonuyla.
"Bunun için biraz erken olduğunu düşünmüyor musun? Doğum günümüze daha altı ay var."
"Erken kutlamaktan bir zarar gelmez diye düşündüm."
Emma bu dediğime daha da şaşırdı ve parmaklarını Macbook Air'in pürüzsüz mat yüzeyinde dolaştırdı. Eski bilgisayarımızı düşününce, bu yanında canavar gibiydi. Sanırım bu yüzden dudakları kuşkuyla ince bir çizgi halini aldı ve bakışlarını bana kaydırdı. Her ne düşünüyorsa, gözlerinde çakan duygu hiç bu kadar rahatsız edici olmamıştı. "Bunu satın alacak parayı nereden buldun sen?"
Lanet olsun!
Tam on ikiden!
Bunu nasıl yapıyordu?
Durumu değerlendirip ne yapacağıma karar verdikten sonra onu bu konudan uzaklaştırmak için uzandım ve sanki beş yaşındaymışız gibi saçlarını birbirine karıştırdım. "Hey! Daha az sorgulama, daha çok minnet.
"Ah, hayır! Yine mi? Yapma Eva!" diye haykıran Emma ellerimin altından güçlükle kaçıp gidebildi. Benden hemen bir adım uzaklaştı. Nefes alışverişleri hızlanmış ve kontrolsüz bir hâle gelmişti. Birbirine dolanmış, bir kuş yuvasını andıran saçlarını parmaklarıyla tararken dramatik bir tavırla gözlerini yeniden devirdi. Daha sonra, sanki bu birden aklına gelmiş gibi, "Biliyor musun? Umurumda değil." diyerek bana avucunu uzattı. "Sadece kayıt cihazını ver. Not çıkarmam gerek."
Ah, hayır. Şimdi mi? Yüzümü buruşturdum ve tüm gergin hücrelerim harekete geçerken ellerimden birini şortumun cebinde gezdirdim. Cebim bomboştu.
"Ne?" dedi.
"Kızma ama ses kayıt cihazını Luxor'da düşürdüm."
"Ne?" dedi tekrar, anlamamışçasına.
"Kayboldu." Suçluluk duygusundan rahatsız olarak hafif bir biçimde gülümsedim ona. "Çok, çok üzgünüm Emma."
Emma bocaladı ve gayet emin bir şekilde söyleyebilirim ki, gıcık oldu. Bir çocuk gibi ayağını yere vurduğunu bile gördüm. "Sana inanamıyorum Eva!" diye haykırdı. İrkildim çünkü bunu iyi anlamda söylediğinden şüpheliydim. Şiddetle "Sen-" diye devam etti. Sonra konuşmada güçlük çekiyormuşçasına kaskatı oldu ama daha önce de dediğim gibi, kardeşim benden çok daha iyiydi. Fazla değil, kısa bir süre sonra gözleri ısınıp yumuşadı. Biraz kederli bir iç çekişle durumu kabullenmekle yetindi. "Tamam. O kadar da önemli değil sanırım."
Emma kesinlikle kin tutmak üzerine yaratılmamıştı.
"Sana yeni bir tane alacağım." dedim hemen, suçluluk duygusu o bunu kabullendiği için katlanarak artarken.
"Sorun yeni bir tane alamamam değil." dedi ve bir kere daha iç çekti. "O notlara gerçekten ihtiyacım vardı. Her neyse. Olan oldu. Yapacak bir şey yok. Ben bir duş alacağım."
"Keyfine bak."
Emma başını iki yana sallayarak askılı bluzunu çıkarıp yatağın üzerine attı. İçinde sporcu sutyenlerinden biri vardı. O banyoya girince ve odada yalnız kalınca hemen çekmeceleri karıştırmaya başladım. Cep telefonumu birkaç dakika sonra Emma'nın kitaplarının altında buldum. Kapalıydı. Bataryasının dolu olup olmadığını hatırlamaya çalışırken güç düğmesine bastım ve ekranın açılmasını beklerken sabırsızca ayağımı yere vurdum. Şanslıydım, şarjım az da olsa vardı ve mesaj kutuma bir bildirim düşmüştü. Tony'dendi. Dediğim gibi bana fotoğrafı göndermişti.
Yine de tereddüt etmeden yapamayarak banyonun kapısına baktım. İçeriden su sesi geldiğinde en az yirmi dakikam olduğunu biliyordum. Yine de Emma'nın duş alma süresinin ne kadar olacağı belli olmazdı. Bu yüzden acele etmem gerekiyordu. Bilgisayarı açtım ve harika bir makine olduğu için bunun için beklemem gerekmemişti. Resmi hızlıca Google'a yükledim ve konum verilerinin görüntülenmesini beklerken parmaklarımı masanın üzerinde kıpırdattım.
"Haydi, haydi." dedim sabırsızca.
Açıldı.
Nihayet!
Hızlıca haritada göz gezdirdim. Luxor'un doğusunda, Quseer'den birkaç kilometre uzakta bir yerdi.
Açık adresi, Emma'nın not defterinden yırttığım küçük bir kâğıda hızlıca karaladım. Kontrol etmek için banyoya bir kere daha baktım. Emma hâlâ duştaydı. Sonra da tereddütle cebimdeki ses kayıt cihazını çıkardım. İki kayıt vardı. İlk kayıt Kloi'nin konuşmasındandı. İkinci kayıt ise Patrick ve Alber'e "Bana tam adını söyle, Patrick." dediğim kısımdan itibaren başlıyordu. Bulgaristan ve yerel güvenliğin işin içinde olduğu kısmı almıştım ama ondan öncesini ya da teklifi kabul ettiğim kısmı kaydetmemiştim. Ne de olsa kendi başımı Mısır hükümetiyle belaya sokmak istemiyordum. Kayıt cihazına bakarak iç çektim. Patrick ve Alber seslerini kaydettiğimi bilselerdi muhtemelen beni öldürür, cesedimi de kimsenin bulamayacağı bir yere gömerlerdi. Bana güvenmediklerini o kadar belli ettikten sonra cidden onlara güveneceğimi mi düşünmüşlerdi? Onlar bana ne kadar güvenmiyorlarsa bende onlara o kadar güvenmiyordum.
Banyonun kapısı açıldığında tamamen hazırlıksız yakalandım. Kahretsin. Kayıt cihazını çabucak cebime geri koydum ve sanki çok masum şeyler yapıyormuş gibi bir hava takındım. Kız kardeşim uzun, güzel bacaklarını ortaya çıkaran beyaz bir bornozla banyodan çıktı. Kirpiklerinden ve çenesinden sular damlıyor, saçlarını bir havluyla kurutuyordu. O bunu yaparken burnuma şampuanının pudramsı, kiraz çiçeğini andıran o tatlı kokusu geldi.
"Saçlarını tamamen kuruttuğundan emin ol." derken sandalyemi ona doğru çevirdim. "Yoksa daha da hasta olacaksın."
"Tamam, anne." diye dalga geçti yatağına otururken.
Duygularımı belli etmemeye çalıştım ama iliklerime kadar ürperdiğimi hissettim. Dudaklarımı hüzünlü bir gülümseme kaplamıştı bile. Başımı iki yana sallayarak, "Bu arada," dedim ona. Emma gözlerimin içine baktı. "Hiç piramit turlarından birine katılacak mısın?" diye sordum.
"Bekle, bir düşüneyim... Yarından sonra üniversite öğrencileri ve akademisyenler için gezi olacak. Keops ve Mikerinos'a gireceğiz. Neden soruyorsun?"
"Bende seninle gelmek istiyorum." Bir anda içimden fırlayıvermişti sözcükler.
Ben bunu deyince Emma öyle çok şaşırdı ki, saçlarını kurutmak için kullandığı havlu elinden kayıp yatağın üzerine düştü. Islak, kıvır kıvır saçlarını yüzünden çekerken söyleyeceği şeyi tartarmış gibi bir hali vardı. Sonunda "Ne zamandan beri böyle şeylerle ilgileniyorsun?" diye sordu bana.
Elimde olmadığı için gülümsemem gerginleşti. "Mısır'ın insanoğlunun bildiği en eski uygarlıklardan biri olduğunu söylememiş miydin?" diye cevap verdim ve garip bir biçimde, birden, daha fazla yalan söylemeye devam etmek istemedim. "Gerçekten Emma, gelebilir miyim?" diye ısrar ettim.
"Evet, elbette. Sormana bile gerek yok. Bu arada, ne yapıyorsun sen?" Omzumun üzerinden dikkatle bilgisayarın ekranına baktı. Neyse ki sayfadaki konum kısmını o gelmeden önce kapatmıştım.
İç çektim ve esnedim. "E-postalarımı kontrol ediyordum."
Tekrar bana bakarken kaşlarını kaldırdı. "Ne?" dedim anlamayarak. Ağır ve manidar bir tavırla "Aslında bu iyi oldu." dedi. "Biliyorsun. Bilgisayarımız bozulmuştu ve şimdi birkaç gün sonra teslim etmem gereken bir makale var."
"Yine tüm gün yazı mı yazacaksın?" Nasıl hissettiğimi göstermek için yüzümü sertçe buruşturdum. Bu hiç sağlıklı değildi.
"Evet." Her ne düşünüyorsa, parmaklarına baktı. "Yani bilgisayarı ödünç alabilir miyim?"
"Benden izin mi istiyorsun?"
Bocaladı.
"Evet? Sanırım?"
Ona boş boş baktım. Sonra bir kahkaha attım ama soğuk ve ruhsuz bir kahkahaydı bu. "Emma, benden izin istemene gerek yok. Onu zaten sana aldım. Keyfine bak. Sanırım bende bir duş alacağım."
Ben sandalyeden kalkıp banyoya yönelirken Emma'da bilgisayarın başına oturdu. Kâse şeklindeki küveti yeniden suyla doldurdum. Kısa bir süre sonra banyonun içini boğucu bir buhar tabakası kapladı. Raflara çiçek şeklinde banyo kokuları, renkli gözlü köpükler ve çeşitli vücut jelleri dizilmişti. Onları suya döktüğümde su yavaş yavaş hafif pembesi bir renk aldı ve etrafa koku yaydı. İç çektim. Çok güzel bir kokuydu bu. Düğmelerini açmak için uğraşmadan üzerimdeki gömleği bir çırpıda çekip çıkardım. Şort ve iç çamaşırlarımdan da hızlıca kurtulup üzerinden dumanlar tüten suyun içine girdim. Sıcak su tahmin ettiğimden de gevşeticiydi. İnleyerek suyun derinliklerine iyice gömüldüm ve uzunca bir süre bugün olanları düşündüm. Sonra da çalmam gereken o taşı...
Gergin bir şekilde sudaki köpüklerle oynamaya başladım. Kahretsin! Daha önce hiç o kadar değerli bir şey çalmamıştım ve o parayı ne kadar istersem isteyeyim hâlâ bundan emin olamıyordum. Keops'u düşündüm, bir de içindeki o taşı. Taş firavuna mı aitti acaba? Bu yüzden mi bu kadar değerliydi? Ama o zaman niye onu kral odasına koymamıştı? Devasa bir mezar yaptıracak kadar egoya sahip olan bir firavunun öylesine değerli bir taşı ölürken bile yanından ayıracağını sanmıyordum. Hayır. Firavuna ait olamazdı. Parmak uçlarımı alnıma yapışan ıslak kaküllerimde dolaştırdım ve şaşkın bir halde 'Bir veliaht mı?' diye düşündüm. Bu daha makuldü işte. O halde taş bir prensin ya da prensesin mezarındaydı. Bu düşünceyle dudaklarım tiksintiyle gerildi. Daha önce ölü görmediğimden değildi fakat o kadar eski bir mezara girme fikri beni bile iğrendirirdi. Üstelik bu işin sonunda hırsızlıktan ve tarihi eser kaçakçılığından hapse girme ihtimali de vardı, ki öyle bir şey olsun asla istemezdim.
Sıcak sudan ayrılmam yarım saati buldu. Banyodan çıktığımda üzerimde askılı-şortlu gecelik takımlarımdan biri vardı. Bu siyah takımı buraya gelmeden önce sss'dan sipariş etmiştim. Kendimi doğruca yatağa attım ve dönüp eğimli tavana bakarak yüksek sesle inledim. Emma gülerek gözlerini bilgisayarın ekranından çekti.
"Öğlen yemeği için yemek sipariş edeceğim. Sende bir şeyler ister misin? Hamburger? Pizza? Hafif yemekler yemeyi seviyordun, değil mi? Belki salata?"
"Hayır." Evet, açlıktan ölmek üzereydim ama uyuma isteğim beslenme isteğimden daha baskındı. "Sana afiyet olsun."
"Yorgun musun?" diye sordu.
"Evet, çok." Başımı koluma yaslayıp ona baktım. Bilgisayarda şimdiden uzun bir metin dizisi oluşturmuştu. Matematiksel ve deneysel zekadan çok duygusal ve romantik bir bakış açısı olduğundan, Emma'nın yazdığı bir makalenin ne kadar makale olabileceğinden emin değildim. "Uzun bir gündü."
"Daha sonra seni kaldırmamı ister misin?" diye sordu alçak bir sesle.
Ah, hayır. Öyle uykuya güdülenmiştim ki, Uyuyan Güzel gibi yüz yıl uyumak istiyordum. Debelenerek yatağa girip çarşafı kafamın üstüne kadar çektim. "Beni rahat bırak. Sabaha kadar uyuyacağım." dedim boğuk bir sesle. Biraz uyursam, belki bu derin ve dolambaçlı dünyayı anlamak kolaylaşırdı. Gerçi o taşı hâlâ çalmak istiyordum.