?4.BÖLÜM (PART 1): TARİHİ ESER KAÇAKÇILARI

2183 Words
Arabanın gösterge paneli ışıklar saçıyor, düşük yakıt uyarısı ile saatin kaç olduğunu gösteren kısım yanıp sönüyordu. Bense kendimi çok yorgun hissediyordum. Uykum vardı, tek istediğim şurada birazcık uyumaktı ama uyumamam gerektiğini de biliyordum. Tüm mantıklı beyin hücrelerim 'Burada değil! Şimdi değil!' diye uyarıyordu beni. Belki de bu yüzden basit bir panel ışığı gözüme çarptı ve uykulu, uyuşuk halimin dağılmasına neden olarak dikkatimi üzerine çekti. Başımı uzattım ve saati doğru gördüğümden emin olmak için gözlerimi birkaç defa kırpıştırdım. Ne yazık ki, yanlış görmemiştim. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Şimdi ikiye geliyordu ve bu da demek oluyordu ki saatlerdir yoldaydık! Ve artık ne Kahire'de ne de Luxor'da olduğumuzu sanıyordum. Mısır'ın tam olarak hangi bölgesinde olduğumuzdan bile emin değildim. Dudaklarımı yavaşça oynatarak, ses çıkarmadan, Tony'ye sordum. "Nerede olduğumuzu biliyor musun?" Benim gibi yavaşça dudaklarını oynatarak cevap verdi; "Hayır." Bu pek iç açıcı bir haber değildi doğrusu. Bir şekilde nerede olduğumuzu öğrenmem gerekiyordu. Bölge ya da şehir adı olarak değil, açık adres şeklinde. Omar'a ve Alber'e üstünkörü bir bakış attım. Rica edecek olsam cep telefonlarını vereceklerini hiç sanmıyordum. Tony'ninkine el koyduklarından adımın Evala olduğu kadar emin olduğum için bunu ona sormadım bile. Bile bile yakayı ele vermek istemiyorlarsa, kimse o kadar aptal olamazdı. Düşün Eva, düşün. Tam adresi almanın mutlaka bir yolu olmalı. Aklıma bir türlü bir fikir gelmeyince parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim ve alt dudağımı canım yanacak kadar sert bir şekilde ısırdım. O sırada Omar direksiyonu sola kırdı ve otobandan ayrılırken devasa harflerle yazılmış, girilmez tabelasını görmezden geldi. Direksiyonu toprak ve çakıl taşlarıyla kaplı bir yola sürdü. Yemin ederim, altımızdaki tekerleklerin çığlık attığını duydum. Arabanın motoru gümbürdedi, bir an her şey teklediğinde arabanın buna dayanamayıp istop edeceğinden emindim ama öyle bir şey olmadı. Onun yerine sorunsuz bir şekilde ilerledik, bir tepeden geçtik ve tenha bir araziye vardık. Araziyi inceleyebilirdim ama incelenecek bir şey yoktu zaten. Görünürde ne bir ağaç ne de bir bitki vardı. Muhtemelen yıllar önce burası çorak ve böyle verimsiz bir hâle bürünmüştü. Omar bizi bu çorak arazinin birkaç kilometre ilerisinde bulunan beyaz taşlarla döşeli, kolonlarla ve balkonlarla kaplı, güzel bir malikanenin önüne getirdi. Camdan dışarı baktığımda, bunun hayatımda gördüğüm en büyük özel mülk olduğunu düşünüyordum. Bir başka ironi de böylesine güzel bir yapının tamamen çorak topraklarla kaplı bir arazide olmasıydı. Burası buraya hiç mi hiç uymuyordu. Araba yapay bir eğimi aştıktan sonra beton dökülmüş bir yolda biraz daha ilerleyerek otomatik, demir bir kapının önünde durdu. Kapının ağır ağır bir yandan diğer yana açılmasını beklerken, buz gibi bir ürpertinin omurgamdan aşağıya hücum ettiğini hissedebiliyordum. Aynı ürperti bacaklarımda ve kafa derimin altında da vardı. Gelmiştik. Kahretsin. Daha sonra malikanenin yarım daire şeklinde tasarlanmış bahçesine girdik. Bahçe çevredeki arazinin tam zıttı bir şekilde ağaçlarla, çimenlerle ve bahar çiçekleriyle kaplıydı. Bir şey parlıyor ve gökyüzündeki dolunayın solgun, donuk ışığını gözlerime yansıtıyordu. Bir an sonra da içinde aydınlatmalar olan büyük bir havuza bakıyordum. Sonra yüksek bir ses duydum. Gözlerimi kaldırdım ve aynı anda iri yarı bir beden camın önüne geçti. Bu Omar'dı, kapıyı sertçe açtı! Bir kez daha tüm dikkatimi kendimi savunmaya verdim. Omar o koca eliyle dirseğimin etrafını kavradı ve ben itiraz etmeye kalmadan beni tutup koltuktan çekti. Tökezleyerek ve homurdanarak arabadan indim. Tony'nin adımı söylediğini duyabiliyordum ama ona bakmak için döndüğümde, Alber'in de en az Omar kadar bir centilmenlikle arabadan çıkması için onu zorladığını gördüm. Hızla Omar'a döndüm. "Biraz nazik olsan hiç fena olmazdı doğrusu." Kolumu bırakmak şöyle dursun, beni kabaca sarstı ve gözlerimin içine tehditkâr bir ifadeyle baktı. "Uslu bir kız ol. Bir aptallık yaparsan bundan sen zararlı çıkarsın Eva." Bana Eva​ demişti ama onlara adımı söylediğimi hatırlamıyordum. Yine de adımı bildikleri için şaşırmamıştım da. Muhtemelen ya Tony söylemiştir ya da​ adımı söylediğinde duymuşlardır, diye düşündüm. O kadar da önemli değildi. Sonuçta bu sahte memurların adımı biliyor olmalarından daha acil sorunlarım vardı. Bana cevap vermeyeceğini bildiğim halde şansımı deneyerek, Omar'a, "Neresi burası? Neden getirdiniz beni?" diye sordum. "Yakında öğrenirsin." dedi sadece ama duymak istediğim cevap bu değildi. Dişlerimi gıcırdattım. Omar, okuyamadığım bir ifadeyle Alber'e baktı ve ardından Tony'e doğru bir baş hareketi yaptı. "Sen adama göz kulak ol." dedi. Tony'nin kaşlarını çattığını gördüm. Bende aynısını yaptım. "Sorun çıkarmasın. Ben kadını götüreceğim." Tony, dehşetle "Onu hiçbir yere götüremezsin!" diyerek araya girdi. "Sizi polise ihbar edeceğim! Bu yaptığınız suç!" Polis demeyecekti işte. Görmüyor muydu, bu adamların şakası yoktu. Olacakları tahmin ederek "Tony! Hemen sus!" dedim ama Omar duymuştu bir kere. Öfkeyle homurdandığını duydum ve ne yazık ki, benden daha hızlı davrandı. Silahını kaldırıp Tony'nin yüzünün ortasına doğrulttu ve yemin ederim, Tony'nin gözleri kocaman oldu. Bir adım geriledi. Sonra öfkelendi. Elleri iki yanında yumruk oldu. Yumuşak bir sesle "Buna gerek yok." dedim. "Hayır, var." diye inat etti Tony. Bebek mavisi gözlerini gözlerime dikti ama yüzüne saf bir panik, hatta endişe işlenmişti. "Nasıl gerek olmadığını söylersin Eva? Bizi kaçırıyorlar, tehdit ediyorlar, üstelik silahları var. Bunların hiçbiri yasal değil." "Tony, yasal olup olmadığını umursamıyorlar." Omar bana katılarak kızgın bir biçimde güldü. "Gerçekten bizi tehdit mi ediyorsun? Bir daha düşün. Ölürsen kimseyi ihbar edemezsin, çocuk." diye karşılık verdi. Gözleri öfkeyle yanıyordu. Onu durdurmasını umarak Alber'e baktım ama durumu keyifle izlediği için buna engel olmak adına bir şey yapmayacağını fark ettim. "Tamam." dedim en sonunda, biraz yüksek bir sesle. "Şimdi, gerçekten bu kadar gerilmeye gerek yok. Tony sadece şaka yapıyordu. Polis yok. Omar, silahını indir." İlginç bir şekilde sözümü dinleyen Omar, silahını yerine geri koyduktan sonra beni Alber'e doğru ittirdi. Yere kapaklanmadan önce ayaklarımın üzerinde dengemi sağlayabildim. "Kadını sen al. Bu herifle ben ilgilenirim. Belli ki uslu durmayacak." Topuklarımın üzerinde hızla döndüm ve Omar'a dik dik baktım. Lanet olsun. Tony'i onunla bırakırsam silahını kullanıp kullanmayacağından emin olamıyordum. Bakışlarımı fark edince "Uslu bir kız olursan kimsenin canı yanmadan buradan gidersiniz." diyerek bir anlaşma sundu bana... Alber'e doğru yürüdüm. "İyi. Neyse ne." Ama hayatta her şey istediğiniz gibi gitmez, öyle değil mi? "Hayır!" Benden daha hızlı adımlarla hareket eden Tony önüme geçti. Bedeniyle yolumu kapattığında bende olduğum yerde durmak zorunda kaldım. Şimdi Alber ve benim aramda duruyordu. Omuzları kaskatıydı ve sanki bana bir şey demek istiyormuş gibi alnı kırışmıştı. "Bunu yapma. Lütfen. Bu adamların sözüne güvenemezsin." diye yalvardı bana. "Ne?" dedim şaşkın şaşkın. "Onlara güvendiğimi ne zaman söyledim?" "Öyleyse neden onunla gidiyorsun?" "Şey. Başka çarem yok. Senin de yok. O yüzden ne derlerse yap." dedim ona. Alber'e ve Omar'a baktı. Sonra da​ bana 'Sen​ deli misin?' bakışlarını attı. "Buradan çıkacaksın, söz veriyorum." Tony​ "Ama sen-" diyerek itiraz etmeye hazırlandı. Lafını böldüm, "Tony," diye fısıldadım. Ona doğru eğildim ve dudaklarımı kulağına yaklaştırarak sesimi iyice alçalttım. "Dediğimi yap. Buradan kaçacağız." Sonra da çocuksu ve hayran bir ifadeyle malikaneyi süzdüm. İfademi bozmadan kaçabileceğim noktaları hızlıca taradım. Alber kısık gözlerle ifademi incelese de muhtemelen sadece malikanenin heybetinden etkilendiğimi düşünmüştür. Bahçe duvarı fazla uzundu, yine de oraya tırmanabileceğime ve uzanıp Tony'i yukarı çekebileceğime emindim. Fazla o tarafa bakmamaya çalışarak gözlerimi yeniden Alber'e çevirdim. Sabırsız bir şekilde malikaneye doğru yürümeye başladı. Bende onu takip ettim. Malikaneye girmeden önce Tony'e ve Omar'a son bir defa daha baktım. Gözlerim en çok Omar'a takılı kaldı. Adam salt kastan oluşuyordu. Onu atlatmak zor olacaktı. Holün ilerisinde bulunan girintili bir açıklıktan, "Hey," diye seslendi Alber. "Oyalanmayı bırak! Buraya gel!" Malikanenin içi de en az kendisi kadar büyüktü ama incelemeye fırsatım olmadan Alber beni sarmal, mermer merdivenlerden üçüncü kata çıkardı. Koridorun en sonunda iki kanatlı bir kapı vardı. Alber kapıyı tıklattı ve ben içeride her kim varsa, önemli biri olduğunu anladım. Kapı açılırken kalbim diğer tüm organları da yanına alarak ağzıma kadar geldi. Burası bir malikane olmasına rağmen içerisi bir ofis olarak döşenmişti. Odanın bir ucunda yirmi kişilik, meşeden yapılma bir masa vardı. Bir uçta ise tek bir kişi için fazla büyük olduğunu düşündüğüm başka bir masa. O masanın başında ne şişman ne zayıf, ne uzun ne kısa bir adam oturuyordu. Adam, beni görünce ayağa kalktı. Zarif ama hızlı adımlarla bana doğru yürüdü. "Bende tam neden bu kadar uzun sürdüğünü merak ediyordum." dedi ve bu dediği beni hem şaşırttı hem de kızdırdı. Zaten beni mi bekliyordu? Kimdi bu adam? "İftira," dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak. "Yalan. Hiçbiri gerçek değil. Beni suçladıkları şey her neyse, kesinlikle reddediyorum. Avukatım yok mu benim? Avukatımla görüşmek istiyorum." "Hayatımda senin kadar geveze bir hırsız daha görmedim." Adamın sesi boğuktu, yavaştı ve kulağı tırmalıyordu. Yüzüme dikkatle baktı ve çok hafif bir şekilde gülümsediğini gördüm. "Endişelenme, ben ceza avukatı ya da polis değilim. Hapse girmeyeceksin." Yaşasın. İşte, istediğim noktaya gelmiştik. Onu dikkatle süzdüm. "O halde nesin? Bir çeşit mafya babası mı?" "Her şey sırayla. Önce tanışma." Bana elini uzattı. "Ben Patrick." Patrick'e şaşkın şaşkın baktım ve elini tutmak için parmağımı kıpırdatmadım. Görgü kurallarının canı cehenneme. Bu mafya babası kılıklı herife hiçbir şekilde dokunmak istemiyordum. Onun yerine yüzümü buruşturdum. Öfkemi kontrol altında tutmaya çalışıyordum ama bu çok zordu, özellikle şu an. Tüm sinirlerim keman yayı gibi gerilmişti. "Kes şunu," dedim ona. "Neden buradayım? Benden ne istiyorsunuz?" Patrick​ şaşkınlıkla gülümsedi. Elini indirdi ve parmaklarını üzerinde tek bir kırışıklığın bile olmadığı kusursuz, lacivert ceketinin yakasına sürterken "Bu kısımda adını söylemen gerekiyordu." dedi. Elbette bu adama adımı filan söylemeyecektim. "Kimsiniz siz?" diye sordum. Gözlerim duvarlardaki raflarda dizilmiş olan bir sürü objede gezindi. Hepsi eski ama sağlam parçalardı; Servis kaseleri, biblolar, çiniyle süslenmiş şişeler, tablolar... Kabzası ve demiri altınla süslenmiş bir kılıç bile vardı. Kılıç, duvarın en üst köşesine iki demir ayak yardımıyla asılmıştı ve buradan bile eşyaların üzerinde alarm sistemi olduğunu görebiliyordum. Onlara elimi uzatacak olsam sinir bozucu derecede tiz bir ses kulaklarımı tahriş ederdi. Daha önce denediğimden değildi ama bu tür güvenlik sistemlerinin nasıl çalıştığını biliyordum. Kılıcın asılı olduğu tarafı işaret ederek, "Şunun değeri ne kadar?" diye sordum Patrick'e. Patrick kılıca şöyle bir baktı ve yemin ederim, bunu yaparken gözleri parladı. Yüzündeki ifadeden bu parçanın en sevdiği ve en çok gurur duyduğu parça olduğunu anladım. Tekrar bana baktığında yaramaz bir ifadeyle kaşlarını kaldırmıştı. "Biraz meraklı mısın sen?" "Affet beni. Çok güzel. İnsan gözlerini alamıyor." Aklıma gelen ilk yalandı söylediklerim. Yine de bu tam olarak bir yalan sayılmazdı. Kılıç gerçekten de çok güzeldi. Saniyenin onda biri kadar duraksadım ve konuşmaya devam etmeden önce dudaklarım hafif bir biçimde kıvrıldı. "Herhalde imitasyon değildir?" Ancak ne Patrick ne de Alber sesimdeki imayı fark edebildi. "Değil," Alber'di konuşan. "Orijinal parçalardan biri, on altıncı yüzyıldan kalma. Muhtemelen o zamanlar Oranjlı William'a aitti." Oranjlı William'ın kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. "Ya değeri? Ne kadar?" Alber cevap verecekti ama Patrick araya girerek, kaba saba bir şekilde, "Bunun seni ilgilendirdiğini düşünmüyorum Eva." diye karşılık verdi. Demek böyle olacaktı. "Yarım milyon dolar mı?" diyerek olası bir tahminde bulundum. Emma'dan tarihi eserlerin değerleri hakkında bir şeyler duymuş olmalıydım. "Bir? Bir buçuk? İki?" Patrick "Üç buçuk milyon dolar." diye cevap verdi. Kalp sektesi. Gözlerimi kısa bir an için kapattım. Midem düğüm düğümdü. Aman, Tanrım. Paranın miktarı başımı döndürecek kadar çoktu. Üç buçuk milyon dolar demişti. Kılıcın değeri tahmin ettiğimden de fazlaydı. Sonra gözlerimi yeniden altın süslemeli, güzel kılıca çevirdim. "Karaborsanın bu kadar değerli olduğunu kim tahmin ederdi?" Bunu derken elimden geldiği kadar sakin bir ifadeyle yutkunmuştum. "Karaborsa mı?" "Evet. Karaborsa. Ne olduğunu benden daha iyi bildiğine eminim. Ne de olsa polis değil, tarihi eser kaçakçılarısınız." Beni buraya getiren sahte polisten öfkeli homurtular yükseldi. Gözlerimi Patrick'ten çevirdim ve sinir olarak Alber'e dik dik baktım. "Gerilme Alber. Meslektaş sayılırız biz." Alber bu dediğimden hiç hoşlanmasa da Patrick bunun komik olduğunu düşünmüş olacak ki güldü. Gülünce gözlerinin etrafındaki deri kırışmış, birden birkaç yaş yaşlanmıştı. "Eğlendiğini görmek çok güzel Eva. Devam etmekte özgürsün. Ne de olsa buradayken rahat olmanı isterim." Herhalde şaka yapıyordu. Burası kendimi rahat hissedeceğim son yer bile olamazdı. Bunu söylemek için ağzımı açtığımda Patrick döndü. Büyük, maun masanın arkasındaki koltuğa oturdu ve bana karşısındaki tekli, beyaz ve temiz bir deriyle kaplı koltuğu gösterdi. "İstersen oturabilirsin. Burada kimse bizi rahatsız etmez. Seninle konuşmak istediğim bir şey vardı." "Öyle mi?" "Lütfen, otur Eva." Suratıma tokat yemiş gibi oldum. Neredeyse gülecektim, neredeyse. "Beni buraya getiriş şeklini düşünürsek, sence de şimdi fazla kibar değil misin?" Birkaç dakikalık sessizlikten sonra bir kitabın sözcüklerini okuyormuş gibi ağır ağır konuşarak cevap verdi. "Sorun buysa, özürlerimi kabul et." Bunu derken çekmeceden tam kararında doldurulmuş bir puro ile puro çakmağı çıkarmış, bukleyi yaktığı için kelimeler ağzından boğuk ve dumanlı çıkmıştı. Gözlerim bir an için masanın üzerinde duran puro kutusundaki yazıya odaklandı. 'Gurkha Kara Ejderha' yazıyordu. "Her ne kadar seni buraya getiriş şeklim nezaket kurallarına uymasa da beni dinleyeceğini umuyordum, küçük hanım. Ya da küçük hırsız mı demeliyim?" "Küçük hanım gayet uygun bence." Patrick'in sakinliği alaycı ses tonuma rağmen devam etti. Puroyu tutan parmaklarını koltuğa doğru salladı. "Öyleyse küçük hanım, lütfen otur." Aslında onu dinlemek istemiyordum. Ne de olsa tarihi eser kaçakçısıydı bu herif. Kanun önünde bunun cezasının ne kadar olduğunu hayal bile edemiyordum. Öyle olmasaydı bile onu dinlemek istemezdim çünkü pek tekin bir tipe benzemiyordu. Ne yazık ki, şimdi hislerimin bir önemi yoktu. Yumuşak sözlerinin altında Patrick'in bana bir seçenek sunduğunu sanmıyordum. Dinlemeyi reddedersem ya beni silahla tehdit edecek ya da arkamda bekleyen Alber'e üzerimde kaba kuvvet kullanmasını emredecekti. İki durumda da Patrick adındaki bu adamı dinlemek zorunda kalacaktım. Bu yüzden demek istediğim her şeyi yuttum ve Patrick'in gösterdiği koltuğa oturmak için yürüdüm. Koltuk öyle yumuşaktı ve öyle güzel kokuyordu ki, uyku yoksunluğunun tekrardan üzerime çöktüğünü hissettim. 'Sakın uyuma!' diye bağırdı zihnim. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve bu işe yaramayınca uyanık kalmak için kendimi bu adamla sohbet etmeye zorladım. "Ne istiyorsun benden?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD