?16.BÖLÜM: IOLANA'NIN KALBİ

4784 Words
İnternete bakmak pek bir işe yaramadığı için kütüphaneye gitme fikri kulağa o kadar da kötü bir şeymiş gibi gelmiyordu. En azından denemeye değerdi, değil mi? Hem bu konuda Emma'ya güvenebileceğimi biliyordum, ne de olsa böyle şeyler onun ilgi alanıydı. Ne garip, bir gün bunun bu kadar işime yarayacağını hiç düşünmezdim - ama yaramıştı! - ve şimdi yapmam gereken tek şey kıçımı kaldırıp o kütüphaneye gitmekti. Çok kolay olacak, diyerek kendi kendimi teselli ettim; Yeterince söylersem gerçek olurdu belki. "Tamam." dedim birkaç dakika sonra. "Ben kütüphaneye gidiyorum." Emma, "Kütüphaneye falan gitmiyorsun, özellikle de bu saatte." diye homurdandı. Sandviçini yemeği bırakarak tezgâhın üzerinde duran servis tabağına koydu, sanki birden iştahı kaçmıştı. "Neden? Saatte ne var?" diye sordum. Yani gecenin birine geliyor olması dışında... "Kütüphane yedi yirmi dört açık değil miydi?" "Öyle ama acelen nedir ki?" O kadar da​ önemli bir şey değil. Sadece orada bir yerlerde kalbimi sökmek için can atan bir herif var ve ondan önce mutlaka o hançeri bulmam gerekiyor, o kadar. Yüzümde zoraki bir gülümseme belirdi. Tüm bunları ona söyleyebilmeyi dilerdim, bu her şeyi çözmezdi belki ama kesinlikle daha iyi hissetmemi sağlardı. Yine de elinden bir şey gelmeyecekse kardeşimi endişelendirmenin ne mânâsı vardı ki? Onun yerine sessiz kaldım ve ne derse desin kütüphaneye gideceğimi göstermek için oturduğum masadan aşağı atladım. Emma bir şeyler daha dedi ama onu dinlemedim. Kıyafetimi şöyle bir düzelttikten sonra gitmek için kapıya doğru bir adım atmıştım ki, aynı anda Baris ayağa kalktı ve ben ne yaptığını anlamadan uzun bedeniyle önümü kesti. Kahretsin. Bunu beklemiyordum. Göğsüne çarpmadan bir saniye önce geri çekilirken başımı kaldırıp ona kötü kötü baktım. Kenara çekilmesini istemek için dudaklarımı aralamıştım ki, Baris'in gözlerinin içindeki muazzam kararlılık omurgamın dikleşmesine neden oldu. "Sana eşlik edeceğim." dedi sanki başka bir seçeneği yokmuş gibi kesin bir şekilde... Baris'in​ bu tavrı karşısında en çok şaşıran Emma'ydı. Şaşkın şaşkın kaşlarını kaldırdı ve soğuk çayından bir yudum almak için uzanırken, bana 'Bu da neydi?' der gibi bir bakış attı. Gözlerimi kardeşimin gözlerinden kaçırırken kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Hayır, olmaz." dedim kendimi tam bir ahmak gibi hissederek. "Neden olmasın?" "Çünkü küçük düşürücü bir yanı var bunun, tamam mı?" diye yanıt verdim ona karşı nispeten dürüst olmaya çalışarak. "Sen benim korumam değilsin ya. Hem gerçekten gerek yok buna. Altı üstü kütüphaneye gidip geleceğim." Ama Baris yolumdan çekilmek yerine bakışlarını beni rahatsız etmeye yetecek kadar uzun bir süre yüzümde tuttu. Önümden çekilmeye hiç niyeti yoktu. Kıpırdamamıştı bile. Omzuna dokunmak ve onu yolumdan çekmek istedim ama ona 'dokunma' düşüncesi midemin karıncalanmasına neden olduğundan bunu yapmadım. Sonunda konuştuğunda "Nereye gittiğin umurumda değil, bende seninle geliyorum." dedi. "Bu gece ne olduğunu hatırlarsan, bunun daha uygun bir tercih olduğunu anlarsın." Ses tonu bunu hafife almamam gerektiğini söylüyordu. Bu ise beni olduğum yere mıhlamıştı. Boğazımdan insana aitmiş gibi durmayan bir ses yükseldi. Nabzımın atışı bedenimin her bir parçasında yankılanıyordu. Kahretsin. Durum rahatsız edici olmaktan da öteydi. Kütüphanede bile güvende değil miydim artık? O sırada Emma'nın sesini duydum. "Merhaba? Kitaplar bir yere kaçmıyor?" diyerek araya girdi; Dikkatimizi çekmek için el sallıyor, bir bana bir de Baris'e bakıyordu. Bakışlarımı yeniden yakaladı ve elini indirirken gözlerini devirdi. "Tamam, kafam cidden karıştı. Burada ne oluyor?" Bocaladım. "Ben... Yok bir şey." "Neden buna inanamıyorum acaba?" "Bence senin biraz gevşemen gerekiyor Emma." Şüpheyle "Eva," dedi ve güzel, yeşil gözlerini 'Sen​ yine ne haltlar karıştırıyorsun?' dercesine kıstı. "Bak. Sonra konuşuruz, tamam mı? Ama şimdi hiç zamanı değil." Emma'nın dudakları hafif bir kahkahayla ayrıldı. Alaycı bir sesle "Tabii, konuşuruz sonra." dedi. Bana asla inanmıyordu ve bunun için onu suçlayamazdım. Ne zaman gerçekten söz verdiğimi ve ne zaman da onu başımdan savmaya çalıştığımı bilirdi. Ama garip bir şekilde, bunun hakkında benimle tartışmadı. Onun yerine zarif, küçük ellerinden birini 'Defol git' dercesine salladı. "Ama telefonunu yanında götür. Hiç değilse aradığımda sana ulaşayım, olur mu? Ayrıca bugün olanlar hakkında..." derken Baris'e göz ucuyla baktı ve çok daha sessizce ekledi. "Emin ol, daha sonra konuşacağız." diyerek bu meseleyi bir yabancının yanında konuşmak istemediğini belli etti. Kafamı evet anlamında salladım çünkü karşı çıkarsam asla bu odadan gitmeme izin vermeyeceğini biliyordum. Baris hâlâ yolumdan çekilmediği ve az önce dediklerinden sonra kütüphaneye tek başıma gitmek tam bir aptallık olacağı için "Geliyor musun?" diyerek etrafından dolandım. Kapıya yönelmeden önce cep telefonumu masanın üzerinden almayı unutmadım. İçimden bir ses 'Ona ihtiyacın olacak.' diyordu; Özellikle de Emma'nın bahsettiği kütüphanenin nerede olduğunu bilmediğim için. Öyle de oldu. Pansiyondan ayrılıp caddeye çıktığımızda akıllı telefonumun haritasını açarak konumdan kütüphanenin nerede olduğuna baktım. O kadar yakındı ki, yürüyerek on dakika bile sürmezdi. Doğrusu bu kadar yakında bir kütüphane olduğunu bile bilmiyordum. Kafanı daha çok kumdan çıkar, diye hatırlattım kendi kendime. Hurdaya dönmüş arabaya baktım ve ona yeniden binmek istemediğim için ikinci kez düşünmeden kütüphaneye yürümeye karar vererek ters tarafa yöneldim. Baris'de yanımda yürüyerek sessizce bana eşlik etmeye başladı. Bir çocuk parkından ve kıyafet mağazalarıyla dolu bir caddeden geçtik. Sonra zaten Emma'nın bahsettiği kütüphanenin önüne gelmiştik. Park edilmiş arabalarla dolu kocaman bir bahçesi olan beş katlı, koyu taşlarla döşeli bir binaydı. Yirmi kadar basamağı çıktıktan sonra binanın girişinde gözlüklü bir danışman karşıladı bizi. Kadının masasının üzerinde kütüphanenin küçük bir krokisinin olduğu broşürler ve üyelik kartları vardı. Hemen fark ettim onları. Tam da ihtiyacımız olan şeydi bu. Geceden beri şansımın yaver gittiği tek andaydım. Broşürlerden bir tanesini aldım ve haritaya göre 'Tarih Bölümü' için en son kata çıkmamız gerektiğinden ve bu eski binada asansör olmadığından merdivenlere yöneldim. Neyse ki düzenli olarak spor yapan biriydim. Yoksa bu kadar merdiven çıktığım için şimdi ölüyor olurdum. Beşinci kat, alt katlara göre çok daha sakindi. Biz hariç sadece altı kişi vardı. Broşüre baktığımda kendi kendime 17. rafa gitmemiz gerektiğini düşündüm. Hançer, Güncel Eserler Bölümüne giriyordur herhalde? Ve Tanrım, bir sürü, bir sürü kitap vardı burada. Rafların boyu üç metreden fazlaydı ve bu da yetmezmiş gibi duvarlara sabitlenmiş başla raflar da vardı. Ben​ bu kadar kitabı nereden bulduklarını düşünüp broşürü masalardan birine bırakırken Baris çoktan kitaplara bakmaya başlamıştı. Bir kitabı alıp tutmam için bana uzattığında beni hamal olarak kullanmasından hiç mi hiç hoşlanmasam da kalın ciltli kitabı kollarımın arasına aldım. İki raf arasındaki alan çok az olduğu için yan yana yürümek yerine art arda yürümeye başladık fakat yine de yürümekte zorlanıyor, omuzlarım raflara sürtüp duruyordu. Birkaç dakika sonra kollarımda en az dört kitap vardı; Beş... Altı... Yedi... Tüm bu kitaplara gerek var mıydı ki? Bir an bunu sormak için ağzımı açtıysam da daha sonra bu konu hakkındaki en iyi seçeneğin çenemi kapatmak olduğuna karar verdim. "Neden benimle geldiğini anlamıyorum." derken kucağımdaki kitapları düşmemeleri için daha sıkı tutmaya çalışıyordum. "Bunu pekâlâ bende yapabilirdim. Senin... Şey... Üvey abin, tüm bu insanların içinde bana saldırmaz herhalde." Kosey'in adını söylemek istememiştim ve söylemezken bile göğsümün üzerine tonlarca ağırlık çökmüştü sanki. Hem neden bundan emin olamıyordum ben? Yapmazdı, değil mi? Baris, "Sanmıyorum." derken şimdiye dek gördüğüm en kalın kitabın sayfalarını inceliyordu. "O halde neden sen..." "Bu çoğunlukla kendimle ilgili. Hayatını senin şansına bırakmak istemiyorum." Geri döndü ve kollarımdaki kitap yığınının üzerine eski, siyah ciltli kitabı koydu. Çok şaşırmıştım. Hayatını demişti, hayatımı değil. Ben ölürsem o da öleceğine rağmen benim hayatımı kendininkinden daha çok mu umursuyordu? Buna pek inanasım gelmiyordu ama gözlerimin tam içine bakıyordu. Ciddi bir sesle "Çünkü belli ki fazla yok." dediğinde elimden geldiği kadar yüksek sesle oflayarak çenemle kucağımdaki kitapları sabitledim. "Bu... Bu bir kâbus... Olmalı..." En iyisi, işleri berbat etmemeye çalışmaktı. Evet. Bir kere daha. Övünmek gibi olmasın ama her şeyi elime yüzüme bulaştırmakta kimse benden daha iyi olamazdı. "Bu bir hataydı," diye devam ettim daha sonra. Sesim acı ve pişmanlık doluydu. "Bununla ilgili her şey bir hataydı." Ben bunu deyince Baris'in parmakları uzandığı kitabın üzerinde dondu kaldı. Kitabın adı Eski Silahların Tarihçesiydi. Onu çekip alırken anlayışlı bir sesle "Herkesin pişman olduğu şeyler var, değil mi?" dedi. "Seni anlıyorum, belki her yönünü değil, ama anlıyorum. Yine de ne kadar pişman olduğun önemli değil, günün sonunda bazı şeyler değişmiyor. Sadece daha dikkatli olacağına dair söz ver bana." Ben her zaman dikkatliyimdir ama bu durumda bir taktik inceliği göstermek zorunda olduğum için başımı sallayarak söz verdim. Biliyordum ki, dikkatsiz olmak artık bir seçenek bile değildi. İşi kapatmak için, "Başka bir şey hakkında konuşabilir miyiz?" diye sordum daha sonra. "Sana bir soru sorabilir miyim?" "Şey... Elbette." "Emma'ya neden kim olduğumu söylemedin?" Bunu merak ettiği için mi yoksa öylesine mi sorduğunu anlamamıştım. Her iki durumda da fark etmezdi. Bir cevap ararken sırtımı rafın tahtasına yaslayarak karşımdaki diğer rafa odaklandım; Gördüğüm kısım ülkelerin mitolojilerini anlatan bir sürü kitapla doluydu. Bakışlarımı Jean Paul Roux'un kitaplarının yan yana olduğu tarafa, tam da 'Eski Türk Mitolojileri' kitabına çevirirken, dürüstçe "Bu benim meselem, onun değil. Bilmesi gerekmiyor." dedim. Sonra biraz yumuşayarak, "Hem inan bana, kız kardeşimi olduğu gibi bırakmak en iyisi. Yoksa ya öfkeden ya da endişeden kalp krizi geçirir." diye devam ettim. "Önünde sonunda öğreneceğini biliyorsun." Bunu çok açık bir şeyi söyler gibi - Sanki 'Dünya yuvarlaktır ve Güneş'in etrafında döner.' der gibi söylemişti. Bu yüzden bunu bildiğimi inkâr etmeyeceğim. Kollarımı göğsümde kavuştururken ne hissettiğimi göstermek için suratımı astım. "Sonunda olmasını tercih ederim, Baris. Senden ona bahsetmeye henüz hazır değilim." "Beni ilgilendirmez, ama bence ona söylemelisin." "Hayır!" Sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. Ve daha titrek. Baris'de bunu fark etti. Omzunu rafa yaslayarak bedeniyle önümü kesti ve çatık kaşlarının altından bana huzursuz hissetmeme neden olan bir bakış attı. Aşırı tepkim onu bile şaşırtmıştı. Kahretsin. Kaşlarımı yukarı kaldırırken yüzümü olabildiği kadar ifadesiz tutmaya çalıştım. "Ne? Niye bana öyle bakıyorsun?" "Kardeşinden hep böyle kaçar mısın? Yoksa bu sadece bizim durumumuza mı özel?" Soğuk bir şekilde güldüm çünkü yanıt çok açıktı ama bunu daha önce fark etmemiştim sanırım. Aslında Emma'dan neden kaçtığımı bende bilmiyordum. Kızar diye mi? Ne zaman birilerinin benim hakkımda ne düşündüğünü umursamaya başlamıştım ki? Sadece onu bundan, bununla ilgili her şeyden uzak tutmak istiyordum. Yemin ederim, Tony bile olurdu ama kendi kız kardeşimi bu pisliğe bulaştıramazdım. Onu tanıyordum. Öğrenirse, evet, çok kızardı ama sonra yapamayacak bile olsa yardım etmek isterdi. Benim sorumsuzluğum yüzünden ona bir şey olursa kendimi asla affetmezdim. Bunun düşüncesi bile kitapları tutan parmaklarımın sıkışıp gerilmesine neden oluyordu. İfadesiz bir sesle "Saçmalıyorsun. Ondan kaçtığım falan yok." diyerek yalan söyledim. Ses yok. "Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordum ona bakarak. Baris soğuk kristallere benzeyen gözlerini kitaplara kilitleyerek, "Sürekli yalan söylemeye devam etmene rağmen mi? Hayır, söyleyecek bir şeyim yok." diye cevap verdiğinde nefesimi tuttuğumu fark ederek üfledim. Şey... Galiba konuşma burada bitmişti. Baris, her biri bileğimden daha kalın olan dört kitap daha seçti. Son kitabı kollarındaki yığının üzerine koyduğunda, artık gözümün önünü göremez hâle gelmiştim. Üstelik bu kitaplar bir hayli ağırlardı da. Ağırlığı düzgün bir şekilde ortalayamadığım için iki yana yalpaladım. Söylene söylene dengemi geri sağlarken, Baris "İşte, birazını ver." diyerek kollarımdaki kitapların yarısından fazlasını aldı. Artık çok daha hafif olan üç kitapla kalmıştım. Kitapları kucaklayıp göğsüme bastırırken, huysuz bir çocuk gibi göründüğümden emin bir şekilde teşekkür edercesine başımı salladım. Daha sonra rafların arasından çıktık ve insanlardan uzak, uzun bir pencerenin yanında duran bir masaya geçip karşı karşıya oturduk. Burası okuma salonu olarak ayrılmıştı ve birer metre arayla yerleştirilmiş masalara ikişer tane okuma ışığı konmuştu. Bu, bir şehir kütüphanesinden hiç beklemediğim bir lükstü. Kendi lambamı yaktım ve esnek bir yapıya sahip olduğu için lambanın kafasını tutup kendime çekerek üst üste dizilmiş kitapların en üstünde duranını alıp incelemeye başladım. Elimden geldiği kadar odaklanmaya çalışıyordum ama çok, çok fazla uykum vardı ve ipin ucunu kaçırmamak için ikide bir gözlerimi ovuşturup duruyordum. Belki bir saniyecik gözlerimi kapatabilsem... Ama hayır. Uyumak gibi bir seçeneğim yoktu. Bunu kendime hatırlatıp dururken aradan saatler geçti. Bu süre zarfında 'Nedimeler' tablosunun yorumlanması, çağdaş mimarinin ve heykeltıraşlığın tarihi, Afrika'daki fildişi kaçakçılığı ve kadınlara pek itibar edilmediği bir dönemde ilk kadın yönetmen olan Alice Guy-Blaché hakkında birçok şey öğrendim. Aslında Alice'den hoşlanmıştım. Bence muhteşem bir kadındı. Ne var ki, kitapta hançerle ilgili tek bir şey yoktu. Bu beni öyle düş kırıklığına uğratmıştı ki, saçımı başımı yolmak istiyordum. O hançeri en kısa sürede bulmak zorundaydım. Aksi halde hayatım olmasını umduğum kadar uzun sürmeyecekti ama pilim tükendiğinden midir nedir, metinleri artık bulanık ve hareketli görüyordum. Göğsümü masaya yaslayıp duvardaki kadın tablosunun yanında duran guguklu saate baktım. Akrep sabahın dördünü gösteriyordu ve yelkovan da durmadan ilerliyordu. Fark ettirmemeye çalışarak çenemi biraz yukarı kaldırdım ve karşımda kitap okuyan adamın dikkat çeken, soğuk çehresine baktım; Sessiz sedasız, ağırbaşlı bir komşu... Böyle olunca da canım daha fazla sıkılıyordu. Belki benimle konuşsa, bu kadar bunalmış hissetmezdim ama sanıyorum ki, Baris benimle zorunda kaldığı meseleler dışında konuşmak istemezdi. Bunun sebebine gelince... Şey... Açık değil miydi zaten? Onun gözünde ben, mecbur kaldığı sevimsiz bir durumdum sadece. Tam olarak bunları düşünüyordum ama Baris'e kızıyor falan da değildim. Ne de olsa gerçekten de mecbur kaldığı sevimsiz bir durumdum ben. Canım sıkkın bir halde bakışlarımı yeniden önümde duran kitaba odakladım. Saçlarım yanaklarımdan kitabın üzerine sarktı. Onları en son bir yıl önce omuzlarımın hizasında kestirmiştim. Kaküllerimi düzenli olarak kısaltsam da diğer tutamlar bu süre içinde belimin bir karış üzerine kadar uzamıştı. 'Dikkatini onu vermen gereken meseleye ver Eva!' diye kendi kendimi ikaz ederken biraz agresif bir tavırla sayfayı çevirdim ve olduğu kadar gözlerimi açık tutmaya çalıştım fakat uykum vardı, ne yapayım? Orada öylece uyuyakalmışım. 🔸🔸🔸 Uykudan sıyrılmama neden olan şey bedenimde ne kadar kas varsa, hepsinin kaskatı kesilmiş olmasıydı. İnleyerek ve homurdanarak başımı masanın üzerinden kaldırırken nerede olduğumu anlamayarak etrafıma bakındım. Her yerde kitaplar ve insanlar vardı. Bir kütüphanedeydim. Sonra birden dün gece neler olduğunu hatırladım. Her şeyin bir rüya olduğunu uman tarafım büyük bir hayal kırıklığına uğrarken, orada bir yerlerde hâlâ mantıklı ve sağduyulu olan tarafımı bulmaya çalışarak alnımı ovdum. Duvardaki saat öğlen on ikiyi gösteriyordu. O kadar saat bir masada iki büklüm bir şekilde uyumuş olmak yüzümü buruşturmama neden olurken, başımı çevirip Baris'e baktım. O da​ başını kaldırıp bana baktı. Farklı görünüyordu. Nedenini neredeyse hemen fark ettim. Gözleri... Gözleri sarı değil de kahvenin çok yoğun ve sıcak bir rengindeydi. "Günaydın." dedim ve sonra hemen pişman oldum. Bu söyleyebileceğim en aptalca şeydi herhalde. Kendimi toparlamaya çalışırken salak salak ensemi ovuşturdum. "Hançerle ilgili bir şey buldun mu?" "Neden kendin bakmıyorsun?" Önünde açık duran kitabı bana doğru çevirip ittirdi. Kitabın bir sayfasında o ürkütücü hançerin büyük bir fotoğrafı, diğer sayfasında da okumakta güçlük çektiğim eğimli, incecik yazılar vardı. Fotoğrafa bakarken bir anda tüm o sanrılar kafamda canlandı. Kosey yine önümde, hançerin soğuk metali yeniden tenimdeydi sanki. Yarı rahatlamış yarı hayal kırıklığına uğramış bir halde parmak uçlarımı fotoğrafın üzerinde gezdirdim. "Onu bulabileceğimize inanıyor musun?" diye sordum Baris'e. "Belki." dedi. Belki, denemeye değecek kadar iyi bir ihtimaldi bence. Bu tür resmi ansiklopedilerde telif hakkına girmesin diye fotoğrafların nerede çekildiği ya da nereden alındığı yazıyor olurdu. Gözlerim fotoğrafın altına, 'Iolana'nın Kalbi' ismindeki bir antikacının adresinin yazılı olduğu yere odaklandı. Yazılar öyle küçüktü ki, doğru anlamam için üç kez okumam gerekmişti. Hawaii takımadasının civarlarında, diye düşündüm kendi kendime. Tanrım, iyi ki kitaplar vardı. Yoksa Hawaii'deki bir ada öyle bir hançeri arayacağım son yer olurdu. Baris'in sesi beni dalıp gittiğim düşüncelerden uzaklaştırdı. "Şimdilik sadece onu bulmaya odaklanalım. Daha sonra ne yapacağımızı konuşuruz." "Kulağa iyi bir plan gibi geliyor." Daha sonra işime yarayacağını düşündüğüm için hızlıca sayfanın bir fotoğrafını çektikten sonra kitabı kapattım. "Ama önce pansiyona dönelim. Emma'ya başka bir kıtaya gideceğimi haber vermem gerek ve eminim bunu hiç hoş karşılamayacaktır." Baris beni başıyla onayladı ve tek kelime etmeden masadan kalktı. Biz merdivenlerden inerken şık giyinimli ve güzel görünümlü birkaç üniversiteli kız da yukarı çıkıyordu. Yanımızdan geçtikten sonra kızların kendi aralarında gülüşüp kıkırdadığını duydum. Hafifçe gülümseyerek başımı iki yana salladım. Bunu yaptıkları için onları suçlayamazdım. Ama eğlenceli olduğu da bir gerçekti, özellikle de içlerinden bir tanesi arkadaşları adına yerin dibine girmek ister gibi göründüğü için. Neredeyse kız adına üzülecektim. Sonra - yine - kendi adıma üzülmenin daha doğru olacağını fark ettim. Kütüphaneden çıktığımızda hafif bir meltem yüzüme çarptı. Derin bir nefes aldım ve tenime vuran güneş ışığını daha çok hissetmek isteyerek başımı gökyüzüne kaldırdım. Üstelik Baris'i ilk defa aydınlıkta görüyordum. Parmaklarını dağınık, koyu saçlarının arasından geçirirken bana bir bakış attı. Şimdi, böyleyken çok daha sıradan biri, bir üniversite öğrencisi gibi görünüyordu ama değildi ve biliyordum ki, ona böyle garip garip bakmayı kesmem gerekiyordu. Herhangi biriymiş gibi davran, diye hatırlattım kendi kendime. Ya böyle yapacaktım ya da onu ilk gördüğümde yaptığım gibi, tabanları yağlamaya başlamam an meselesiydi. Birkaç dakika sonra pansiyona vardığımızda Emma yatakta uzanmış bir kitap okuyordu. Beni görünce doğrulup oturdu ve okuduğu kitabı yatağının üzerine bıraktı. "Ne okuyorsun?" diye sordum o kadar umurumda olmasa da. "William Shakespeare, Venedik Taciri." Ona bir hımlama verdim. Şimdiye dek William Shakespeare'in tek eserini okumuştum, o da ortaokulda almak zorunda olduğum İngiliz edebiyatı dersim yüzündendi. Bana soracak olursanız, yürek eriten afili lafları dışında Romeo'nun pek bir albenisi yoktu. Bir de​ tam bir ayran gönüllüydü. Rosaline'e acıyordum ve Tanrı aşkına, Juliet'de hayatımda okuduğum en sinir bozucu kadın karakter olabilirdi. Yani, hadi ama, ailemi arkamda bırakıp üç günlük aşkımla kaçmak istesem beni ölü gösterecek bir ilaç içmekten çok daha zekice olan bir sürü plan bulabilirim. Üstelik Juliet öylesine kavrayışsızdı ki, bu planından Romeo'ya bahsetmekle uğraşmamıştı bile. Yani neden? Bir mektup yazıp göndermek çok mu zordu? Sırf bu yüzden oyunun sonunda ikisi de ölüyordu. Bunu İngiliz edebiyatı öğretmenime sorduğumda 'Eğer aşkları için ölmeselerdi bu bir trajedi olmazdı.' demişti. Haklı olabilirdi ama Romeo hâlâ ayran gönüllüydü ve Juliet'de hâlâ aptaldı. Venedik Taciri'nin kapağına bakarken "Beğendin mi?" diye sordum, yine o kadar da umurumda olmamasına rağmen. "İçinde bir tane bile Jay Gatsby yok ama bence güzel bir oyun. Selam bu arada." Baris arkamdan odaya girdi ve Emma'da onu hemen fark etti. Bana geri bakarken roman karakterlerinden bahsetmeyi bir kenara bırakarak başını omzuna eğdi. "Seni bekliyordum. Biliyor musun, arama kurtarma ekibini aramama şu kadarcık kalmıştı." "Bu kadar uzun sürdüğü için üzgünüm." Önemli değil, der gibi elini havada salladı. "Nasıl gitti? Aradığınız şeyi bulabildiniz mi?" "Evet. Seninle biraz konuşabilir miyiz? Bana birkaç dakika ver." Cevap vermeden önce Emma saatine hızlıca bir göz attı. "Şey... Bir saat içinde konuşmacı olarak katılmam gereken bir konferans var ama sana verebileceğim birkaç dakikam var." "Bu yeterli olur." dedim ve omzumun üzerinden Baris'e bakarak kaşlarımı kaldırdım. Onun bu konuşmaya dahil olmasını istemiyordum. Ne demek istediğimi anlamış olmalı ki, "Sizi yalnız bırakayım." diyerek bana son bir bakış atıp odadan çıktı. Nihayet baş başa kalınca Emma bilmiş bir ifadeyle tek kaşını kaldırarak vakit kaybetmeden konuya girdi. "Söylesene, dün yaptığın ahmaklığın şu gizemli herifle bir ilgisi var mı? Sana daha önce soracaktım ama onun yanında bu meseleyi tartışmak hoş olmazdı." Ahmaklık derken tarihi eser kaçakçılarına yardım etmemden bahsediyor olmalıydı. Doğrusu gerçekten de büyük ahmaklıktı. Bu konu hakkında bir kere daha derin bir pişmanlık hissederek, "Tüm bunlar benim kabahatim, onu suçlama." dedim. Evet. Kabul ediyordum bunu. Yatakta, Emma'nın yanına oturdum. Neyse ki, Emma dediğimi yapıp suçlamayı kesti. Şimdi bana dikkatle bakıyordu. İlgisini bu kadar çeken şeyin ne olduğunu merak ediyordum. Yanağıma uzandı ve saçlarımı kulağımın ardına iterken suratımı sanki ilk kez görüyormuş gibi süzdü. "Gözlerin normale dönmüş. Artık sarı değiller." Demek mesele buydu. "Evet." Küçük, gergin bir gülücük gönderdim ona. "Sanırım... Geçici bir durumdu." "Herhalde," diye onayladı. Baris'in gözlerinin de değiştiğini fark etmedi mi acaba, diye düşünüyordum ama muhtemelen onu gördüğü tek an gecenin yarısı olduğu için fark etmemişti. Bu iyi bir şeydi çünkü bir gariplik olduğunu hemen fark ederdi. Emma, ne düşündüğümden habersiz bir şekilde bacak bacak üstüne atarken keyifli bir şekilde gülümsedi. "Eee? Ne konuşacaksın benimle? Acele etsen iyi olur çünkü gerçekten çıkmam gerekiyor." "Benim gitmem gerek." dedim pat diye. "Gitmek mi? Nereye? Ayrıca olmaz ki. Programa göre iki ay daha burada kalmamız gerekiyor." Şey... En iyisi uzatmamaktı. Kısa ve acısız olsun. "Yanlış anladın. Eve gitmiyorum, Hawaii'ye gidiyorum. Hançer oradaymış ve bende onu alacağım. Birkaç gün bensiz idare et, tamam mı?" "Şaka yapıyor olmalısın! Bu... Ben... İnanılır gibi değil!" diyerek elini yüzünde gezdirirken nefesini üfledi. Şaşkınlıktan konuşamıyordu bile. "Bu da​ nereden çıktı şimdi? Hançeri ararken bana senin de onu almaya gideceğini söylememiştin. Baris'le mi gideceksin? Bu herifi daha ne kadardır tanıyorsun ki? Bana göre seri katil bile olabilir. Hem senin oraya gidecek kadar paran yoktur ki." Utana sıkıla, "Aslında param var, biliyorsun." diye geveledim ağzımda. Emma, kaşlarını havaya kaldırdı ve anlamaz bir halde yüzüme baktı. Büyük ihtimalle o kadar parayı nereden bulacağımı düşünüyordu. Fazla uzun sürmedi, bir an sonra anladı. Bunu yapmak istediğime inanamaz bir halde gözlerini kocaman açarak "Ortak hesabımızı mı sıfırlayacaksın?" diye kızdı bana. "Hadi ama, Eva. Kafayı mı yedin? Ya sonra ne olacak? Orada beş parasız bir halde kalakalacaksın." "Para bulmanın bir sürü yolu var. Belki bir işe girerim. Şansım yaver giderse hançeri birkaç gün içinde bulurum da geri dönecek param kalmış olur." Ah lütfen, şansım yaver gitsin. Fakat Emma​ rahatlamak şöyle dursun, daha da endişelenmiş gibiydi. Onu suçlayamazdım, daha önce hiç 'Hadi, kalkalım ve gezegenin diğer ucuna gidelim!' gibi kararlar aldığım olmamıştı. Beni burada onunla kalmaya ikna etmek istercesine uzanıp kollarımı tuttu ama böyle bir şey mümkün olmayacağı için kendimi hemen geri çektim. O da ısrar etmenin bir işe yaramayacağını fark ederek iç çekti. "Çok inatçısın." derken endişe yüzüne daha da yerleşmişti. Bir süre düşündükten sonra "Tamam." dedi. "En azından sana yardımcı olayım. Bende seninle geleceğim." "Ah, hayır. Buna gerçekten gerek yok." "Ama oraya tek başına gitmene izin vermek istemiyorum." Zaten bende Emma'yı burada tek başına bırakmak istemiyordum. Tek başına kalamayacağından falan değil, koca kızdı ne de olsa. Sadece benimle gelmesi, tüm olanlardan sonra aklımın onda kalmasına engel olacağındandı ama aynı zamanda biliyordum ki burada bir sürü sorumluluğu vardı. "Konferans ne olacak? Ya üniversite? Birden araştırma ekibinden ayrılman sorun olmayacak mı?" diye sordum merakla. "Konuşmamı zaten hazırlamıştım. Sadece kürsüye çıkıp valinin ve yüzlerce beyaz yakalı insanın önünde okumak kalmıştı. Tony bunu benim yerime yapabilir ve konferans grubuna hasta olduğum için gelemeyeceğimi söyleyen bir e-posta yollarım. Üniversiteye gelince... Notlarımı zaten teslim ettim ve... Şey...​ Evet. Birden ayrılmam büyük sorun ama daha sonra ailevi bir durum olduğuna dair elektronik bir dilekçe atarım. Sorun olmayacaktır." "Ah, Emma..." dedim şimdiye dek hissettiğim en müthiş minnet duygusuyla. Kahretsin. Tüm bunları, bu araştırma merkezini ve konferansı, geride bırakıp onun derdi bile olmayan bir şey yüzünden dünyanın diğer ucuna gitmenin Emma için ne büyük fedakârlık ifade ettiğini biliyordum. Bu cümle hissettiklerimin binde birini karşılamasa bile "Sana borçlanacağım." dedim. "Ah, elbette bana borçlanacaksın. Hem de çok fena." diyerek burnunun ucunu kıvırdığında Emma'nın bu tatlı küstahlığı karşısında dayanamayarak kıkırdadım. Günler sonra ilk defa bu kadar içten bir şekilde gülüyordum sanırım. Teşekkür etmek için ellerinden birini tuttum. Ona onu her şeyden daha çok sevdiğimi ve yaptığı şeyin benim için ne kadar değerli olduğunu söylemek istiyordum. Bunu bilmesi gerekiyordu ama tam bir dangalak olduğum için kelimeler dudaklarımdan çıkmadı. Zaten hiçbir zaman duygularımı ifade etmekte yeterince iyi olamamıştım ama Emma​ beni tanıyordu, ne demek istediğimi anlayarak parmaklarımı hafifçe sıktı. "Bir şey deme. Lafı bile olmaz. Her zaman yanında olacağım, bunu biliyorsun, değil mi? Sorun her neyse, birlikte hallederiz." Bu o kadar... O kadar anlamlıydı ki. Sadece, "Tamam." diyebildim. "Hemen gidip dönelim, olur mu?" "Tabii. Bu arada Hawaii'nin adalardan oluşan ve Büyük Okyanus'ta bulunan tek eyalet olduğunu biliyor muydun? Bunu National Geographic dergisinde okumuştum. Aslında hep tropikal bir yere gitmek istemişimdir. Sonu gelmeyen sahiller, okyanus kokusu ve bilirsin, diğer her şey..." Başını geriye attığı için saçları omuzlarından düşerken bunun hayaliyle gözlerini kapatıp iç geçirdi. Sıcacık güneşin altında palmiyelerle kaplı bir yerde kumlara uzanmak tam da Emma'ya göreydi zaten. Elini elimden çekerken tüm her şeyi unutup rahatlamama neden olacak kadar içten bir şekilde gülümsedi bana. Sonra çocuksu bir neşeyle "Hey." dedi. "Sende hançerin bir fotoğrafı var mı? Bakabilir miyim?" Nedenini anlamayarak "Neden?" diye sordum. "Bir şey olduğu yok. Sadece bir incelemek istiyorum. Eğer sahteyse boşu boşuna başka bir kıtaya gitmiş oluruz." Bundan bir zarar gelmeyeceğini düşünerek telefonumu çıkarıp ona kütüphanedeyken çektiğim fotoğrafı gösterdim. Başını yana eğip meraklı bir ifadeyle ekrana bakarken Emma'nın dudakları düz bir çizgi halini aldı. Parmaklarını ekranda gezdirerek fotoğrafın her bir noktasını dikkatle inceledi. Tam büyük bir bıkkınlıkla oflayacakken "Pekâlâ, bu kesinlikle bir imitasyon değil." dediğinde rahatlayarak nefesimi üfledim. Doğrusu hançerin sahte olmadığını öğrenmek iyi bir şeydi. Boşu boşuna o kadar yolu gitseydim öfkeden deliye dönerdim herhalde. "Emin misin?" dedim yine de. "Öyleyim, kesinlikle gerçek bu." "Ama yüzde yüz emin misin?" Emma​ bana 'Ciddi misin yahu?' diyen bir bakış attıktan sonra gururu incinmiş bir kadının ruh haliyle çenesini kaldırdı. "Ben evden çok kütüphanelerde, üniversitede ve müzelerde vakit geçiriyorum Eva. Sahte bir eseri gerçeğinden ayırt etmenin ne kadar kolay olduğunu bilseydin çok şaşırırdın." "Tamam, tamam." dedim dudaklarım bir gülümsemeyle seğirirken. Neden bilmiyorum ama kardeşimin çokbilmiş halleri bazen bana çok komik geliyordu. İlkokula giderken ve daha sekiz yaşında bir veletken bile böyle yaptığı anlar olduğunu hatırlıyordum. Bir keresinde bir çocuğa, bukalemunların dilinin kendi vücudu kadar uzayabileceği hakkında iki saat nutuk çekmişti ve bu işe yaramayınca da ben hariç tüm sınıf cam bir kabinde beslediğimiz bukalemunun üzerinde ilginç bir deney yapmıştı. Ben bunu aptalca ve kesinlikle iğrenç bulduğum için deney alanından olabildiğince uzak durmuştum. Aslında onlara 'Hadi, internete bakalım!' demeyi düşünmüştüm ama o zaman ne eğlencesi kalırdı? Sonuç olarak, bukalemun ona verilen larva yerine Emma'nın tartıştığı çocuğun parmağını ısırmıştı. Bu çok eğlenceliydi çünkü çocuk üç gün boyunca Örümcek Adam'daki kertenkele adama dönüşeceğinden korkmuştu. Emma, aklımdan ne geçtiğinden habersiz bir şekilde düşünceli bakışlarını yeniden ekrana çevirdi. "Ama böyle bir tarihi eserin antikacıda ne işi var? Bunun satılık olması bile bir suç sayılır!" diye isyan etti. "Hem Baris bunu bir sergiye veremez ki. Onun yerine Mısır hükümetine iade etmek için getirmeli. Mutlaka yapmalı bunu. Ayrıca Seth'in hançerini bulup ne yapacaksınız siz?" Emma​ o kadar hızlı ve heyecanlı bir şekilde konuşuyordu ki, dediklerini takip etmekte zorlanıyordum. Tek yakaladığım son dediğiydi. "Bekle... Seth'in hançeri mi dedin sen?" "Evet." diye devam etti şaşkın şaşkın. Bir yandan da parmağıyla ekrandaki hançeri işaret ediyordu. "Bulmak istediğiniz bu hançerin bu adla bilindiğini bilmiyor musun?" Hayır, bilmiyordum. Gülünç bir şekilde, bir an Seth'in kim olduğunu hatırlayamadım. Hatırlayınca da tüm vücuduma sıcak bir his yayıldı. Galiba ellerim de karıncalanıyordu. Başımı sallayarak "Tanrım," dedim çünkü böyle bir durumda aklıma başka bir şey demek gelmemişti. Bir saniye sonra her şey kafamda öyle keskin bir şekilde netleşti ki, bir yerlerim ateşe verilmiş gibi ayağa fırladım. Hareketim Emma'yı ürküttü. Dudaklarından şaşkınlık dolu bir nida firar etti. Bu kadar gergin olmasaydım çıkardığı bu ses kesinlikle beni güldürürdü. Yataktan kalkmadan kafasını yukarı kaldırdı ve gergin bir şekilde ellerini kucağında birleştirirken suratıma baktı. "Ne oldu? Yanlış bir şey mi söyledim?" "Hayır. Hayır, söylemedin." "O halde neden o yüz ifadesini yapıyorsun? Bunu dediğim için kusura bakma ama boka batmış gibi bir ifade var suratında." Boğazıma kadar hem de... Yetmedi, içinde iyice bir de yuvarlandım, diyecektim ki kendimi durdurdum. "Benim... Yapmam gereken bir şey vardı. Şimdi hatırladım. Dinle, hemen döneceğim. Neden o arada valizini hazırlamıyorsun? Fazla bir şey almana gerek yok. Birkaç parça kıyafet getir yeter." diyerek telkin ettim onu. Sonra da kapıya yöneldim. Emma arkamdan garip garip baktı ve ben kapıdan çıkarken bugünlerde bana neler olduğunu anlamadığına dair bir şeyler geveleyerek valizini yatağının altından çıkardı. Baris tam da dediği gibi kapının dışında bekliyordu. Beni görünce sırtını yasladığı duvardan ayırdı. Koridorda tek tük insanlar vardı ama onların varlığını umursamadan avına yaklaşan bir avcı gibi kararlı adımlarla Baris'e yürüdüm. "Ne yapıyorsun lan sen?" Göğsüne bir tane vurduğumda çirkin üslubuma rağmen rahatladığımı hissettim çünkü onu fena halde pataklamak istiyordum. Ellerimi ona tekrar vurmak için kaldırdığımda, Baris şaşkın bir şekilde parmaklarını kaldırıp ellerimi tuttu. Benimkinden daha kalın ve kemikli olan parmakları benim uzun, ince parmaklarımı zapt ederken bir an için teninin benimkinden çok daha sıcak olduğunu fark ettim. "Eva..." "Hayır. Bana 'Eva' falan deme." Sesimi "Ne oluyor?" diye bastırdı. "Ne mi oluyor? Beni deli ediyorsun! Olan bu! Bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun?" Hâlâ neden bahsettiğimi anlamıyordu, bunu görebiliyordum. Hafifçe geri çekilerek gözlerimin içine baktı. Soluk soluğaydı. Derin bir sesle "Neyi?" diyerek meydan okudu. "Neden bahsediyorsun sen? Sana neyi söylemem gerekiyordu?" "O olduğunu! Tanrı aşkına, sen..." dedim ama kelimeler boğazımda düğümlendiği için devam edemedim. Nefretle karışık bir hayal kırıklığı hissediyordum. Sonra birden Baris'e ne kadar yakın olduğumu fark ettim. Parmakları ona bir daha vurmama engel olmak için ellerimin etrafını sarmıştı ve bedenim ile sert göğsü arasında sadece santimler vardı. Tükenmiş bir halde ellerimi Baris'in ellerinden çekip kurtarırken gerileyerek ondan uzaklaştım. "Sen O'sun... O'sun, biliyorum... Osiris..." Cevap vermedi ama büyük bir adım atıp benden uzaklaşırken kaşları yaşadığı şokla çatılmıştı. Bir anlığına göz temasımızı kesti. Sonra tekrar gözlerimin içine baktı. Kim olduğunu tahmin etmem karşısında ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Sonra sanki bana dokunmak istiyormuş gibi parmaklarını yüzüme uzattı. Ben bu kadar öfkeliyken bana dokunmasından daha berbat bir fikir yoktu bence. Zira onu tekmelemek istiyordum. Baris'de bunu fark etmiş olacak ki, bana dokunmadan bir saniye önce ellerini geri çekti. Çok kısa bir an için yüzünden geçen teslimiyet, bana tahminimin doğru olduğunu söylüyordu. Bu adam gerçekten de Osiris'di. Mitolojide yeniden doğuşun simgesi olan ve Eski Mısır'ın tek gerçek hükümdarı olarak geçen adam. Tony​ ​ile piramide girdiğimde bahsettiği 'Osiris'in koruması' şimdi daha mantıklı geliyordu bana. Olan onca şeyden sonra, bu ufacık detayı gözden kaçırmıştım sanırım. Aslında ben bunun sadece bir metafor ya da benim gibi misafirleri oradan uzak tutmak için uydurulmuş dandik bir masal olduğunu düşünmüştüm. Ah, olamaz... Bu durumda Kosey'de şey olmuyor muydu? Böyle bir şeyin mümkün olmayacağını düşünen tarafım yüzünden parmaklarımla dudaklarımı örtüp, gözlerimi yerdeki parkelere indirirken içimden yükselen ve sanki mümkün olabilirmiş gibi daha da paniklememe, daha da endişelenmeme neden olan bir ses bu cümleyi benim için tamamladı; Hassiktir, Seth.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD