Baris... Osiris'di... Bir an önce mitolojiden ibaret olduğunu düşündüğüm bir herif... Ve Kosey'de Seth'di... Aklımdan çıkması için dua ettiğim bir gerçekti bu. Bu iki ismi daha önce sadece filmlerde ve kitaplarda duymuştum ve şimdi bir tanesi tam karşımdaydı. Beynim bu gerçeği algıladığında nefes alıp vermek birden çok güç olmaya başladı. Göğsüm yanıyor, sanki karnımda bir yılan sürünüyordu. Çığlık atmak istiyordum. Bacaklarım kopana kadar koşmak da işe yarardı. Onun yerine koridorda bir o yana bir bu yana volta atarak iki de bir elimi saçlarımın arasından geçirdim. Yanımızdan geçen birkaç pansiyon müşterisi bize garip garip baktılar ama o an, umurumda değildi bu. Çatlak bir sesle "Sen Osiris'sin!" dedim Baris'e bir kere daha.
"Bu ismi kullanmıyorum." dedi. Bir dakika sonra derin, soğuk bir sesle konuşmuştu. "Bana yalnızca Baris dersen sana yanıt veririm."
Daire çizmeyi keserek olduğum yerde durdum ve çatık kaşlarla ona ters ters baktım. "Ama O'sun, değil mi?"
Teslim olan bir sesle, "Evet." diye itiraf etti.
"Ama anlamıyorum... Neden? Neden daha önce söylemedin bunu bana?"
"Az önce bu ismi kullanmıyorum demedim mi?"
Yine de bana söylemen gerekirdi, diye bağırmak istiyordum. Kaygı göğsümü dağlıyordu ve son birkaç gündür hissettiğim tek şey buydu. Koridor kalabalık olmaya başlayınca ve birkaç meraklı göz üzerimize dikilince bunu tartışmanın yerinin burası olmadığını düşündüm. İki elimi birden saçlarımın arasına soktum. Derin derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım. Bu biraz işe yaradı. "Tamam." dedim ve konuyu değiştirmeye, daha normal şeyler konuşmaya karar verdim. "Neyse. Boş ver. Önemli değil. Bu arada, Emma'da bizimle geliyor. Biliyorum, bununla ilgisi olmayan birinin peşimize takılması..."
Böldü beni. "Hayır, bence bu iyi bir fikir."
Şaşırarak ona baktım. Oysa kızacağını düşünmüştüm. "Gerçekten mi?"
"Gerçekten." Sırtını duvara yaslarken anlayışlı, koyu gözlerini yüzümde gezdirdi. "Kosey iyi bir gözlemcidir ve her şeye çok fazla dikkat eder. O yüzden kardeşini gözümüzün önünde tutmamız onu burada bırakmaktan daha iyi bir karar."
Zaten Kosey'in hiçbir zaman aptal olduğunu düşünmemiştim. Keşke öyle olsaydı ama değildi. Hatta onun zeki olduğunu itiraf edeceğim. Bir insanın o taşa dokunmasını sağlamak için tarihi eser kaçakçısı bir çeteyi ve bir hırsızı kullanmak pek de ne yaptığını bilmez birinin yapacağı bir şey değildi. Baris yanımda olsun ya da olmasın, ona karşı çok dikkatli olmalıydım. Hem başka ne seçeneğim vardı ki? Dikkatli olmak zorundaydım. Odamızın kapısına baktığımda Emma için de dikkatli olmam gerektiğini kendime hatırlattım.
Baris, neden endişelendiğimi fark ederek "Ona bir şey olacağından değil." dedi.
"Gözümüzü ondan ayırmayalım." Bunu derken sesim bana bile endişeli geliyordu.
"Tamam," diye söz verdi bana.
Ona güvenebilir miydim, emin değilim. Daha önce kimseye bel bağlamamıştım.
Ani bir sessizlik olunca bundan gayet açık bir şekilde rahatsız oldum. Ağırlığımı bir ayağımdan diğer ayağıma vererek kolumu ovuşturdum. Şey, sanırım konuşma burada bitmişti. "İyi o halde. Gidip çantamı hazırlayacağım." diyerek odaya geri döndüm. İçeri girdiğimde Emma kalp yakası olan yeşil, yazlık elbisesini dolaptan çıkarıyordu. Onu katlayıp valizinin içine yerleştirirken kafasını kaldırıp bana baktı. Sorun olmadığını göstermek için başımı iki yana salladıktan sonra kendi valizimi yatağın altından çekip aldım. Oraya gezmeye gitmediğimiz için gerekli olan birkaç kıyafet ve eşya dışında geri kalan şeyleri burada bıraktım. Hançeri bulduktan sonra - Çünkü mutlaka bulacaktık, başka seçenek yoktu - buraya geri dönecektik.
Emma daha önce hazırlanmaya başlamasına rağmen ben elimi daha çabuk tuttuğum için benim işim daha erken bitti, o yüzden "Ben inip işlemleri halledeceğim." dedim.
"Geri dönecek olsak bile senden ödeme isteyeceklerdir. Benim kartımı kullanabilirsin. Çantamda."
"Tamam." diyerek banka kartını almak için çantasının ön gözünü açtım. Danışmaya indiğimde bu sefer daha genç bir kadın vardı ve şükürler olsun ki, eli de son derece çabuktu. "Birkaç gün içinde geri döneceğiz, eşyalarımızın bir kısmı hâlâ odada. Biz döneme kadar orayı başka birine kiralamazsanız süper olur." dediğimde kadın şimdiye dek gördüğüm en tatlı gülümsemeyle "Yine de sizden bir ön ödeme almam gerekiyor." dedi. Üç yüz dolar ön ödeme yapmam haricinde birkaç da belge imzaladım. İşim tahmin ettiğimden daha uzun sürdüğünde kendi kendime homurdandım; Pansiyon prosedürlerinin bu kadar çok olduğunu bilmiyordum. Danışmanda işim bittiğinde Emma'da çıkmaya hazırdı. Pansiyondan ayrılırken dönüp beyaz, taş binaya baktım ve bir daha buraya dönüp dönemeyeceğimi merak etmeden edemedim. O hengamede gözden kaçırdığım bir şey vardı ve onu ancak havaalanına vardığımızda, Emma Hawaii'ye giden ilk uçak biletini almam için kimliğini ve pasaportunu uzatınca fark ettim. Gözlerimi, havaalanındaki tüm bu insanların içinde dikilen Baris'e çevirdim. Anlamış gibi Emma'nın pasaportuna bakarak kaşlarını çattı ve bende birden onun kimliğinin ya da pasaportunun olmadığını hatırladım. Kafamı duvara duvara vurasım vardı. Kahretsin, kahretsin, kahretsin! Bunu nasıl atlamıştım ben? Gerekli belgeler olmadan Baris'in herhangi bir yere gidebilmesi imkansızdı. Şehirler arası bile seyahat edebileceğini sanmıyordum. Huzursuz bir şekilde etrafıma bakınırken birden şans bana güldü çünkü bir sıranın bilet kısmındaki stantta oturan Alber'i gördüm. Alber, evet, Patrick'in adamı olan...
Görünüşe göre burada çalışıyordu.
"Tanrım, teşekkürler!" diyerek ellerimi göğsümde birleştirip havaya baktım. Hayatımın tüm şansını burada kullanmış olmalıyım ama şikayetim yoktu. Emma ve Baris'i orada bırakarak Alber'in olduğu standa doğru yürüdüm ve normal bir müşteri gibi davranmaya çalışarak insanların arkasında sıraya girdim. Sıranın bana gelmesi birkaç dakika bile sürmedi. Alber bilgisayardan başını kaldırdı ve beni karşısında görünce huzursuz bir şekilde yerinde kıpırdanarak "Sen!" dedi öfkeyle. Kesinlikle kim olduğumu hatırlıyordu.
"Şimdi de belgede sahteciliğe mi başladınız?"
"Ne? Neden bahsediyorsun sen?"
"Boş ver." diyerek pasaportları ve diğer belgeleri çıkarıp standın üzerinden ona uzattım. "Bize en yakın uçuşa üç bilet lazım. Hawaii'ye."
Alber, masanın üzerine şöyle bir baktı. Pasaportları almak için herhangi bir hamle yapmadan "Burada iki kişilik belge var." dedi kayıtsızca.
"Bir tane fazladan istiyorum." dedim.
"O halde üç kişilik belge getirmeliydin."
Aptal mıydı bu? Yoksa sadece rol mü yapıyordu? "Sahte bir tane istiyorum." dedim açıklama yapmaktan nefret ettiğim için bezgin çıkan bir sesle. "Yemin ederim, sen boşuna burada durmuyorsundur."
Alber'in dediklerime inanamadığı belli oluyordu. Etrafta bizi bizden başka duyabilecek kimse yoktu. O yüzden başını iki yana sallayarak, yakıcı bir öfkeyle, "Şansını zorlamayı gerçekten seviyorsun, değil mi?" diye çıkıştı. "Burada boşuna durmuyorum ama senin için hiçbir şey yapmam ben. Bıçakladın sen beni."
O hatırlatana kadar bunu yaptığımı unutmuştum bile. Adamın sargıları görünen omzuna baktım. Tuhaf ama ona zarar verdiğim için vicdan azabı hissetmiyordum, şiddetten zevk aldığımdan da değil hani. Kayıtsızca omuzlarımı silktim. Nasıl olsa şimdiye kadar şansımı fazlasıyla zorlamıştım. O yüzden telefonumu çıkardım. Daha önce Tony'ye verdiğim ses kaydını ne olur ne olmaz diye telefonuma da atmıştım. İşimi garantiye alma huyuma teşekkür edecektim daha sonra. Sesi sadece Alber'in duyabileceği bir şekilde açarak dinlettiğimde Alber'in yüzü kıpkırmızı kesildi. Ne diyeceğini bilemeyerek ağzında kekeledi. "Seni... Seni sürtük. Bize... Bize kazık mı atacaktın?"
"Buna kazık atma denmez. Politik düşünme denir. Hem inan bana tarihi eser kaçakçılığından hapse girmektense evrakta sahteciliği tercih edersin."
O kadar yüksek sesle konuşmuyor olmama rağmen Alber panikleyerek biri beni duyuyor mu diye etrafına bakındı. Sonra öfkeli gözlerini yüzüme dikti. Kesinlikle nefret ediyordu benden. Sanki ben ondan çok hoşlanıyordum. Dediğimi yapması için meydan okuyan bir şekilde kaşlarımı çattığımda pes etmekten başka bir çaresi olmadığını anlamış olmalıydı, homurdanarak bilgisayarında birkaç işlem yapmaya başladı. Benim pasaportumu okutup damga bastığı anda öne eğilerek onu gıcık etmek için şirin bir şekilde gülümsedim. "Umarım cimrilik yapıp ekonomi sınıfını seçmiyorsundur."
"Ne?" diye fısıldadı anlamayarak.
"Birinci sınıf koltuk, üç tane."
Alber bana ciddi miyim diye bir baktı. Ah, çok ciddiydim hem de. Aslında Hawaii'ye gittiğimiz sürece hangi koltukta yolculuk ettiğimiz o kadar da umurumda değildi ama bana olanlarda hiç değilse biraz payı olduğu için bu adamı gıcık etmek istiyordum. Aslında çok daha kötüsünü hak ediyordu ama şimdilik elimden bu kadarı geliyordu. Alber başka bir çaresi olmadığı için söylene söylene koltuk sınıflarını değiştirdi ve işlem başlatmadan önce belgeleri aldı. İşi bittiğinde elimde birinci sınıf yolculuk için biri bana ait olmak üzere Moreno adında bir İtalyanın ve Emma'nın adına üç bilet vardı. Sevinçten çığlık atacaktım neredeyse. Bu işin bu kadar kolay olacağını kim tahmin edebilirdi ki? Alber'e son kez nefret dolu bir bakış attıktan sonra Emma ile Baris'in yanına döndüm. Emma hiçbir şeyin farkında değildi ama Baris ona uzattığım bileti görünce şüpheyle ağırlaşan gözlerle gözlerimin içine baktı. Elim havada asılı kalmıştı. Emma bile durumu fark ederek şaşkın bir halde ikimize bakınca huzursuzca yerimde kıpırdanarak, "Al şunu." diye ikaz ettim Baris'i. Ne şüphe etmenin ne de sorunlarımı halletme yöntemlerimi tartışmanın yeri değildi şimdi. Kafasını iki yana salladı ama neyse ki bir şey demeden bileti parmaklarımın arasından çekip aldı.
Havaalanında camdan bir asansör vardı ve geçiş kısmına ulaşmak için onu kullanmamız gerekiyordu. Zaten alt katta olduğu için çağırmak zorunda kalmadığımız asansöre bindiğimizde, katların yazılarını bir kere daha kontrol ederek, üzerinde '3' yazan tuşa bastım. Kapılar kapanırken Baris ve ben aynanın önünde yan yana durduk. Emma'da cam tarafında, sırtı bize dönük bir halde duruyordu. İçimi rahatlatmasını umarak derin bir nefes aldım. Sonra da tepemizde şu sinir bozucu asansör müziklerinden biri çaldığı için parmaklarımı aynanın yanındaki demir sütuna vurarak ritim tutmaya başladım.
Bir an sonra Baris, Emma'nın duyamayacağı bir şekilde benimle konuşarak, "Bileti nasıl aldın?" diye sordu.
Cevap verirken gözlerimi kardeşimin sırtından ayırmadım. "Bu gerçekten önemli mi?"
Ne hissettiğini anlamayacağım bir ses tonuyla "Bilmem." dedi. "Kulağa pek yasal değilmiş gibi geliyor. Yine başını belaya sokacak bir şey yapmamışsındır umarım."
Yine mi? Bu kadar iğneleyici olmak zorunda mıydı? İçimden onu tokatlamak geçiyordu. Asansör sarsılınca istemsiz bir şekilde Baris'e bir adım yanaştım ve ellerim yumruk halini alırken bir daha olmasın diye iki adım yana kaydım. Gözlerimi kapattım çünkü vay canına, harika kokuyordu. Bunu daha önce nasıl fark etmemiştim? Demek istediğim, fark ettiysem bile bunun garip olduğunu fark etmemiştim. Ne de olsa yüzyıllardır kapalı kalan bir lahitten çıkmamış mıydı? Ne bileyim, çürümüş et veya küf kokması gerekmez miydi? Yoksa tüm bunlar 'Osiris' olduğu için miydi? "Bir şey olmaz." diye geçiştirdim.
"Bana bileti nasıl aldığını söylemeyecek misin? Gerçekten merak ediyorum."
"Benim halledemeyeceğim bir şey yok, Baris."
"Bilmez miyim?"
Bunu duyunca şaşkın şaşkın ona baktım. Kaşlarını kaldırdı. Yemin ederim, dudaklarında varla yok arasında bir tebessüm vardı o an. Neredeyse gülümsüyor gibiydi. O da benimle alay ediyordu, buna inanamıyordum. Resmen şakalaşıyorduk.
"Adamı tehdit mi ettin?" diye sordu daha sonra, ciddi bir sesle.
"Ah, evet. Ne olmuş yani? Yöntemlerimi her ne kadar sevmesen de elinde bir uçak bileti var, değil mi?"
Kapılar kayarak açıldı. Asansörden çıkarken rahatlayarak nefesimi üfledim. Ondan sonraki tek konuşmamız da bu oldu. Uçağa geçtiğimizde Emma yerini kontrol etmek için bilete bir baktı, sonra bir kere daha baktı. Neyin geldiğini biliyordum. "Birinci sınıf mı?" diye sordu, şaşkın şaşkın bana dönmeden önce. "Bir hata olmalı."
"Hata falan yok," diyerek omuzlarını tutup birinci sınıf kabinlerinin olduğu tarafa yönlendirdim onu. "Bunun için daha sonra teşekkür edersin bana."
"Pardon? Ne için teşekkür edecekmişim sana?" Başını çevirip omzunun üzerinden bana ters ters baktı. "Parayı böyle çar çur ettiğin için mi? Eva!"
Ama şans benden yanaydı, ben cevap vermeden önce aşırı makyajlı bir hostes yanımıza gelerek biletlerimizi kontrol etti ve bembeyaz dişlerini gösteren kocaman bir gülümsemeyle, "Bu taraftan lütfen," diyerek bize koltuklarımıza kadar eşlik etti. Birinci sınıf kabini oldukça büyüktü ama buna rağmen sadece on koltuk vardı. Koltuklar tahmin ettiğimden daha genişti. Resmen yutuyordu beni ve Tanrım, alt tarafta mini bir bar bile vardı! Buna rağmen hostes gitmeden önce içecek bir şeyler alıp almadığımızı sordu. Kimse bir şey istemeyince yanımızdan ayrıldı. Uçak kalktıktan bir süre sonra Emma kulaklıklarını takarak Venedik Taciri'ni okumaya geri döndü. Bende dijital ekranı açıp gerçek cinayetleri anlatan bir TV programına bakmaya başladım ama hikayeler birkaç gün önce olanlar yüzünden beni rahatsız etmeye başlayınca ekranı hemen kapattım. Bir süre sonra hostes kola, şampanya ve portakal suyu ikram etmek için geri döndü. Bir şampanyaya hayır demezdim doğrusu ve Emma'da koladan nefret ettiği için portakal suyu aldı. Baris'in ne dediğini duyamadım. Olduğum yerden onu göremiyordum zaten. Şampanyamı dolduran hostes "Yemekleriniz yarım saat sonra gelecek." diyerek yanımdan ayrıldı.
Muhteşem yemekler haricinde uçuş genel olarak sessiz ve can sıkıcıydı, hatta fazla can sıkıcı. Emma canımın ne kadar sıkıldığını anlamış olmalı ki bir süre sonra Venedik Taciri'ni okumam için bana uzattı. Sonra da ona verilen battaniyeye sarılarak uyumak için koltukta döndü. Bende elimdeki kitaba uzun uzun baktım. Kafam hiç de kitap okuyacak durumda değildi ama okumaktan daha iyi bir seçenek var mıydı ki? İç çektim ve kitabın ilk sayfasını açtım. Shakespeare'le ilgili en sevdiğim şey en can sıkıcı olayları bile süsleyip pullayıp sanki müthiş bir şeymiş gibi anlatabilmesiydi. Romeo ve Juliet'i sonuna kadar okuyabilmemin tek sebebi buydu zaten. Oysa temelde bu, çocuk yaşta olan bir kız ile erkeğin üç günlük aşkı yüzünden tam altı kişinin ölümünü anlatan bir oyundu. Venedik Taciri'nde başta sahneler biraz ağır akıyor olsa da kesinlikle Romeo ve Juliet kadar can sıkıcı bir oyun değildi. Özellikle Portia'nın sözlerini okuduğumda;
Merhamet zorla olmaz; Gökten süzülen yağmur gibidir... Tahtında oturan hükümdara, tacından daha çok yaraşır... Hükümdarın asası, dünyasal gücü gösterir... Kralların korkutucu, ürkütücü özellikleri onda yatar. Oysa merhametin yeri bütün bunların ötesindedir; Kralların yüreğinde taht kurmuştur o.
Son cümleleri okuduğumda yüreğime bir ağırlık çöktü.
🔸🔸🔸
Dalları yola doğru bükülmüş ağaçların arasındaki kıvrımlı, asfalt yolda kullandığım Audi R8 hızla geçerken direksiyonu biraz daha sıkı kavradım. Hawaii'nin dağlarla kaplı topraklarına iner inmez yaptığım ilk şeylerden biri geleneksel hula dansı yapan bir kadından Volkan Tanrıçası Pele'nin minyatür bir figürünü almak için yirmi dolar ödemek ve araba kiralama şirketi bulmaktı. Uçak biletine para ödemek zorunda kalmadığım için bu bebeği bir haftalığına kiralarken hiç zorluk yaşamamıştım. Aslında Audi R8 ile Renault Clio arasında kalmıştım ama burada hava öyle güzeldi ve öyle okyanus kokuyordu ki, üstü açılan bir araba kiralamanın çok daha uygun olacağını düşünmüştüm. Yanılmamıştım da. Bu araç bir harikaydı ve serin havayı tenimin her yerinde hissetmek mükemmel bir duyguydu. Saçlarımı tepemde sıkı bir at kuyruğu yaptığım için rüzgâr kaküllerimi alnımda hareket ettiriyordu ama arka koltukta oturan Emma için aynısını söyleyemeyeceğim. Başının üzerinde uçuşan saçları kuş yuvasını andırıyordu. Yine de oldukça eğleniyor gibiydi.
Göz ucuyla yanımdaki koltukta oturan Baris'e bakarken arabanın hızını dalgalı, gölgeli yolda biraz yavaşlattım. Havaalanının yakınındaki bir dükkândan onun için aldığım beyaz, yazlık tişört göğsünün üzerinde dalgalanıyordu. Taktığı beyzbol şapkası ise hem saçlarının rüzgârda dağılmasına engel oluyor hem de gözlerini benden saklıyordu. Ama pek rahat değil gibiydi, bacağının üzerinde duran elinin yumruk şeklini aldığını ve dudaklarının dümdüz bir çizgi halinde gerildiğini görebiliyordum. Geniş omuzlarına ve uzun boynuna baktım. Sonra da yüzüne... Doğruca yola bakıyordu. İlk tanışmamızın aksine şimdi çok... Normal görünüyordu - Bu her ne demekse artık. Belki de ben- Emma, arka koltuktan eğildiğinde bunu yapmasını beklemiyordum. Hemen yola geri odaklandım. Bu gidişle kaza falan yapacaktım.
"Hey, Eva. İçecek bir şeyler almak için durabilir miyiz?"
"Tabii." dedim. "Ne istersin?"
Flama gibi uçuşan saçlarından fırlayarak yüzüne yapışan bir tutamı çekerken bir an düşündü. "Her yerde satılan o rengarenk içeceklerden istiyorum."
"Üzerinde küçük, renkli şemsiyeler var diye mi?"
Bana garip garip baktı. "Beş yaşında değilim ya. Lezzetli görünüyorlar. Hepsi bu."
"Sadece alay ediyordum Emma. Tamam, dururum bir yerde."
Ağaçlıktan çıktığımızda sol tarafımızda tıka basa insanlarla dolu olan bir sahil hattı belirdi. Hat öyle uzundu ki, diğer ucu görünmüyordu bile. Sağ tarafımızda ise en az yirmi metre uzunluğunda olduğunu düşündüğüm dev palmiye ağaçları vardı. Göz ucuyla Emma'nın istediği o rengarenk içeceklerden alabileceğimiz bir yer aradım. Tahtadan yapılma, tavanından kocaman yapraklar sarkan bir dükkân görünce arabayı boş park alanına yaklaştırdım. Emma kapıyı açma zahmetine girmeden arabanın üzerinden atladı ve ben dükkâna doğru gitmesini beklerken birden kapımı açarak beni kolumdan tutup dışarı çekti.
"Hadi, benimle gel. Sana içecek bir şeyler alayım."
Bir içeceğe hayır demezdim aslında. Emin olamayarak Baris'e döndüm. "Bir dakika burada bekle, olur mu?"
Önce ağacına sarılan bir kuala gibi koluma sarılan Emma'ya, sonra da gözlerimin içine baktı ve sorun olmadığını göstermek için başını salladı.
Böylece Emma'nın beni istediği yere sürüklemesine izin verdim. Bizi ahşap merdivenlerden çıkardıktan sonra rüzgâr çanlarının asılı olduğu bir verandadan geçirdi. Dükkânın içi de dışı kadar egzotik görünüyordu. İçerideki tüm dekorlar ya ahşaptan ya da adını bilmediğim kocaman yapraklı canlı bitkilerden oluşuyordu. Tezgâhın üzerinde ise cam kaselere doldurulmuş her renkten içecekler vardı. Çoğu orman meyvelerinden yapılmıştı; Böğürtlen, ahududu, dağ çileği, kırmızı kuş üzümü, hatta hünnap ve üvezden bile - Siyah içeceğin neyden yapıldığından emin değildim gerçi. Emma kendi için kirazlı meyve kokteyli alırken bende aynısının limonlusunu aldım. Kadın içeceklerimizin içine kocaman buz kalıpları ile köpürmesine neden olan bir toz attı. Emma tereddütlü bir tavırla pipetten bir yudum aldı. Sonra yemin ederim, gözleri ışıldadı. "Vay canına. Bunu mutlaka denemelisin. Bu cidden harika." Gerçekten de öyleydi. Her ne kadar kendi içeceğimden limon tadını umduğum kadar yoğun bir şekilde almıyor olsam da.
İçeceğimden bir yudum daha alırken hemen arabaya dönmek istemeyerek sırtımı dükkânın duvarına yasladım. Emma'da yanımda aynısını yaptı. Tenime vuran güneşin tadını çıkarırken, "Geldiğin için memnunsun değil mi?" diye sordum. "Bunun pek planında olmadığını biliyorum."
"Aslında memnunum." Yolun altındaki sahilde sörf yapan gençlere bakarken gülümsedi. "Buranın insana huzur veren bir tarafı var."
"Evet, fark ettim."
"Ve şu herife gelince..." Baris'in olduğu tarafa baktığımda Emma'da bakışlarımı takip ederek aynı yöne baktı. Oysa bir an için her şeyi unutmuştum. "O... İyi gibi."
Bunu ne anlamda söylediğini anlamamıştım.
"Ah, o olağanüstüdür." diyerek gözlerimi devirdim. Emma, Baris'in iyi biri olduğunu düşünüyordu ama aslında o herkesin iyi biri olduğunu düşünürdü. İtiraf etmekten pek hoşlanmıyor olsam da benim hislerim de Baris'in kötü biri olmadığını söylüyordu. Yine de duygularımdan çok mantığımla hareket etmem gerektiğinin farkındaydım. Onun yanındayken kendimi tehlikede hissetmiyor olmamın tek sebebi şimdiye kadar beni incitecek bir şey yapmamış olmasındandı. Bana yardım etmek istediğini söylediğinde bir parçam ona inanmıştı ama bu sadece öyle olmasını ümit ettiğim içindi... Fakat şimdi düşününce bu çok safça geliyordu. Ona karşı gardımı asla böyle indirmemeliydim. Açık bir kitap gibi konuşuyor olsa da gizemli bir yönü vardı, bana yalan söylüyor olabilirdi.
"Üstelik taş gibi de çocuk."
Yüksek sesle güldüm. "Öyle mi?"
Emma, bana şu çok bilmiş bakışını attı. "Onu çekici bulmuyor musun?"
Lafı nereye getirmeye çalıştığı hakkında bir fikrim yoktu. "Bilmem. Bunu düşünecek zamanım olmadı pek." Hayatta kalmaya çalışmakla meşguldüm, demek ve dememek arasında kalmıştım. Başımı yana yatırarak Baris'in olduğu tarafa daha dikkatli bakarken alaycı bir şekilde dudaklarımı büzdüm. "Ama seksi görünüyor sanırım. Neden sordun?"
"Demek istediğim," Devam etmeden önce omzuyla omzumu dürttü. Sonra sanki yeniden on altı yaşındaymışız gibi kıkırdadı. Bundan son derece keyif duyan bir sesle, bana, "Siz ikiniz çıkıyor falan mısınız?" diye sordu.
"Ne?" Şaşkın şaşkın ona baktım. Çıkmak mı? Baris ve ben mi? Ah, Tanrım. "Hayır tabii ki. Yok öyle bir şey."
Bu, çok ama çok garip olurdu.
Zavallı Emma, kafası karışmış gibi görünüyordu. "O halde arkadaş mısınız?"
Arkadaş olmakla bir sıkıntım yoktu ama Baris'in beni arkadaş olarak gördüğünü hiç sanmıyordum. Tanıdık biri olarak bile gördüğünü sanmıyordum. "Şey..." dedim aramızdaki ilişkiyi açıklayacak bir kelime düşünerek. "Ortak çıkarlarımız var diyelim."
"Ortak çıkarlar? Sen böyle deyince aklıma gelen tek şey avantajları olan arkadaşlık oluyor."
"Öyle değil, seni şapşal."
Tabii ki kız kardeşime ne erkek arkadaşlarımdan ne de cinsel hayatımdan bahsederek hayatımı daha da çekilmez bir hâle getirmiyordum. Buluşma sonrasındaki birkaç iyi geceler öpücüğünü saymazsak, Rahibe Teresa gibi bir şey olduğumu bildiğini bile sanmıyordum. Onunkine de ben bilmezdim. Bilmek de istemiyordum zaten. Birbirimize daha sonra terapi almamıza neden olacak anılar anlatmazdık. Şimdi düşünüyordum da, aslında o kadar da sık randevuya çıktığım olmazdı. Bunun en büyük sebebi annemdi. Biz on beş yaşındayken anneme kan kanseri teşhisi konmuştu. Orasında burasında morluklar çıktığı ve kendini sürekli yorgun hissettiği için hastaneye gitmişti. Fark edildiğinde kanser son evredeydi. Bu teşhisten sonra tüm hayatım okuldan, koşu antrenmanlarından, kemoterapi masraflarını karşılamak için girdiğim yarı zamanlı işten ve hastaneden ibaret olmuştu. Ben annemin hastane masraflarını karşılarken, Emma'da faturaları ödemek ve ev ihtiyaçlarını gidermek için Burger King'de kasiyerlik yapıyordu. O yüzden o zamanlar ikimizin de pek boş zamanı olmazdı. Sonuç olarak kemoterapi hiçbir işe yaramamıştı. Annem, yedi yıl sonra, biz yirmi bir yaşındayken ölmüştü. Son bir yılda da o tür bir birliktelik yaşamak isteyeceğim bir adamla tanışmamıştım. Şimdi Emma'nın kafası daha da karışmış gibiydi. "Tamam. Bana neden ne olduğunu açıkça söylemiyorsun? Böylece bende bulmaca çözüyormuş gibi hissetmem."
Ona acıdığım için nispeten de olsa doğruyu söyledim. "Başım belada."
"Sana etrafındaki insanlarla daha iyi ol dedim, değil mi?"
"Mesele bu değil."
Sonra pat diye "Neler oluyor Eva?" diye sordu. Tereddüt etmeden, cevap vermek için ağzımı açtım ama Emma konuşmama müsaade etmeden işaret parmağını yüzüme doğru kaldırdı. "Sakın bana yalan söylemeye kalkma. Çok ciddiyim. Tek bir yalan daha duymaya tahammülüm yok."
Biz ona yalan demeyelim de gerçeğin farklı bir biçimde yansıtılması diyelim, tarzında bir cevap verecektim ki, son anda kendimi durdurdum; Hayır, bu çok ukalaca ve yersiz olurdu. Huzursuzca yerimde kıpırdanarak, "Endişelenmen gereken bir şey yok. Gerçekten." diye onu rahatlatmaya çalıştım.
"Sadece ne olduğunu bilmem gerek." diye karşılık verdi beni duymazdan gelerek. "Son birkaç gündür her şey o kadar garip ki... Birden bir tarihi eseri çalmaya kalkıyorsun. Sonra ortadan kayboluyor, şu adamla ortaya çıkıyorsun ve şimdi dünyanın diğer ucundayız ve bulmak istediğiniz şu hançer var ya... Bu neden bu kadar önemli bir şey anlamıyorum... Bana ne olduğunu söyler misin? Neden 'buradayız' biz? Kim bu adam? Ve sakın bana Baris'in tarih araştırmacısı olduğu için hançeri bulmak istediğini söylemeye kalkma. En başında yememiştim zaten." Bana dik dik baktı. Ondan sonra her ne düşünüyorsa artık, gözleri kocaman oldu. "Baris, o eser kaçakçıları için mi çalışıyor yoksa?"
Aman Tanrım. Gergin olduğu zamanlarda geveze bir kız olup çıkıyordu. Hızlı hızlı konuştuğu için de dediklerine yetişmekte zorlanıyordum. İfademe eşlik eden gergin bir gülümsemeyle ellerimi havada salladım. "Tamam. Dur, dur... Lütfen, soru sormayı bırak. Çıkarım yapmayı da."
"O zaman sende sorularıma cevap ver."
"Bak, endişelendiğini biliyorum ve evet, şu an zor bir dönemden geçiyorum ama rahatlamaya çalışamaz mısın? Burada seni ilgilendiren bir durum yok."
Bunu asla söylememeliydim. Daha kelimeler ağzımdan çıktığı anda pişman olduğumu hissetmiştim. Hepsi de kulağa çok bencilce geliyordu. Emma ise öyle şaşırmıştı ki, içeceği havada asılı kalmıştı. Yüzünde derin bir hayal kırıklığı belirince böyle bir şey dediğim için kendimi tokatlamak istedim. "Yemin ederim, bunu hep yapıyorsun." İçmeden içeceğini geri indirdi ve yanlış bir şey dememek için dişlerini gıcırdattı. "Hep sorun çıkarıyorsun. Biz kardeş değil miyiz? Seni ilgilendiren bir durum varsa beni de ilgilendirir. Üstelik hiç kendin gibi değilsin. Bir sorun olduğunun farkındayım ve senin huyunu bildiğim için de gerçekten endişeleniyorum."
"Haydi ama," Onu rahatlatmaya çalışırken sesimi olabildiğince telkin edici tutmaya çalışıyordum. "Sana ne olacağını söyleyeyim. O hançeri bulacağız ve Mısır'a geri dönüp hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Söz veriyorum sana."
"Madem öyle diyorsun." diye homurdanarak pipetinin ağzıyla oynamaya başladı. Ona baktığımda aklının kilometrelerce uzakta olduğunu görebiliyordum, bana inanmadığı her halinden belli oluyordu ve ona söylemediğim için öfkeli olduğu da...
Üzgünüm ama seni bu pisliğe bulaştıramam. Ne kadar az şey bilirsen o kadar iyi.
Ama kardeşim öfkeliydi. Dükkândan ayrılıp Audi'ye geri dönerken yüzüme bir kez olsun dönüp bakmadı. Arka koltuğa geçtiğinde de kollarını göğsünde kavuşturdu ve beş yaşındaki bir çocuk gibi surat astı, ki bu oldukça sinir bozucuydu. Bende bunun hıncıyla içeceğimi bitirmeden çöpe attım ve arabanın kapısını sertçe açıp kapattım. Direksiyon simidini sıkıca tutarak dikiz aynasından Emma'ya doğru bir bakış attım. Göz göze geldik. Üzgün bir ifadeyle başını yana çevirdi. Bende gözlerimi devirdim. Kendimi suçlu hissettirerek dilimi çözebileceğini düşünüyorsa beni hiç tanımamış demektir. Neyse ki ikiz kardeşim pek öfkeli kalmayı becerebilen biri değildi, surat asması dev bir şelalenin yanından geçene kadar sürdü ve vay canına, bu hayatımda gördüğüm en büyük şelale olabilirdi. Korkunç bir hızla dökülüyor ve bir aslan gibi gürlüyordu. Üzerinden geçtiğimiz asma köprü ise ilginç bir şekilde şelalenin tam önüne yapılmıştı.
Emma, bir şeyleri tekmeleyip debelene debelene koltuğun bir tarafından diğer tarafına geçerek "Vay!" dedi. Aynadan şöyle bir baktığımda, başını arabanın üzerinden şelalenin olduğu tarafa doğru uzattığını gördüm. Tam da aklımdaki gibi, "Bu hayatımda gördüğüm en büyük, en büyük şelale olabilir!" diye şakıdı. Öyleydi gerçekten. Bende bunun keyfini çıkarmak istiyordum. O yüzden hızımı düşürüp tekerlekleri biraz yavaşlattım ve buz kristalleri gibi parıldayıp etrafta uçuşan su taneleri yüzüme, saçlarıma, kollarıma düşerken hafifçe gülümsedim. Böyle küçük şeylerle mutlu olmayalı uzun zaman olmuştu ve bir an, sadece bir an, her şey çok güzeldi. Keşke burada sonsuza kadar kalabilsem, diye geçirdim içimden. Ne yazık ki, bu mümkün değildi, özellikle de hızımı birden düşürdüğüm için arkadaki Toyota bana korna çalıp dururken...
Eski hızıma geri dönmeden önce, etrafta top gibi yuvarlanmasın diye, Emma'ya "Yerine geç. Seni yoldan toplamayalım." dedim.
"Burası çok güzelmiş!" diyerek koltuğuna geri otururken emniyet kemerini tutup göğsüne çekti. Hangi ara onu çıkarmıştı fark etmemiştim. "Evet," diyerek onayladım onu. "Cennet gibi. Daha sonra yine ziyarete gelmeliyiz. Belki yüzmemize izin bile verirler."
Baris gözlerime bakmak için dönmese de zaten ifadesi her şeyi söylüyordu. Burun kemerini sıkarken dudağının kenarı alaycı bir biçimde seğirdi. Sonra kendime çok kızdım; Evet Eva, sanki peşinde seni öldürmek isteyen herifin biri yokmuş gibi davranmaya devam et. Bu çok sağduyulu bir şey.
Ben bu düşünceler yüzünden endişeyle alt dudağımı ısırırken, Emma ise daha hafif bir endişeyle "Yüzmek mi?" diye fısıldadı.
Laf ağızdan çıkmıştı bir kere.
"Evet. Su gayet temiz görünüyor."
"Ve soğuk." diye ekledi. "Belli ki."
"Yani, ne? İster misin, istemez misin?"
Bir an tereddüt etti fakat teklifimi hemen geri çevirmediğine göre o da bunu istiyordu. "Biliyor musun, neden olmasın? Buraya tekrar gelelim ve yüzelim." Başımdaki belalardan kurtulduktan sonra tabii...
Ama gerçekten gelmek isterdim.
Baris sohbetimize katılmadı. Aslında bizi dinliyor olduğundan bile emin değildim - etraftaki diğer şeylerle ilgilendiğinden bile emin değildim ki! Sessiz ve düşünceli görünüyordu. Tüm bu 'okyanus, kumsal, şelale ya da tatil yapan insanlar' umurunda bile değil gibiydi ama gülümsediğimde yol yerine dudaklarımdaki kıvrıma baktığını hissettim. Bu... Garipti. Dikkatini neyin çektiğinden emin değildim. Sonra fark ettim. Muhtemelen alaycı olmaktan uzak, tamamen içten bir şekilde güldüğüm için bakıyordu bana. Onun yanındayken pek sık yaptığım bir şey değildi bu. Gülümsemeyi keserken derin bir nefes aldım ve olduğu kadar gevşemeye çalıştım. Varlığı beni diken üstünde tutuyordu. Bunu nasıl yapıyordu? Çok sinir bozucuydu.
Kafasını Baris'in oturduğu koltuk ile aramdaki boşluktan uzatarak, "Bu arada, nereye gidiyoruz?" diye sordu Emma. Dakika başı 'Daha gelmedik mi?' diye soran çocuklar gibiydi. "Umarım nereye gittiğimizi biliyorsundur."
"Biliyorum, sadece henüz karar vermedim."
"Ne güven vericisin ya."
Güven verici olmaya çalışmıyordum ki.
"Bak ne diyeceğim? Eğer rehberliğimden bu kadar şikayetçiysen, neden söylenmek yerine o güzel kıçını kaldırıp direksiyona geçmiyorsun?"
Emma mesajı aldı ve yerine geri geçti. "Yo, sağ ol. Almayayım ben."
Veee... Sessizlik.
Bu çok daha iyiydi.
Ondan sonra harikalar Diyarına benzeyen - Gerçi bu Harikalar Diyarında Çılgın Şapkacının ya da sırıtan kedinin olmadığından son derece emindim - bir tatil köyünün reklam tabelalarıyla dolu olan sahil hattına saptık. Yola devam ederken aklımda iki şey vardı; Bir, en yakın istasyondan benzin almak çünkü havaalanı ile buranın arası sandığımdan daha uzundu ve iki, önümüzdeki birkaç gün için kalacak bir otel bulmak. Benzin istasyonu birkaç metre ötedeydi ve otel sorununa gelince, şu 'Harikalar Diyarı' bunun için son derece uygun bir tercih gibi görünüyordu.