?7.BÖLÜM (PART 2): HORUS'UN GÖZÜ

3244 Words
İçimden bir ses, neşeyle, 'Çocuk oyuncağıydı!' dedi ve sadece bir an için bile olsa o sese hak vermeden edemedim. Ne de olsa taş benim ulaşabileceğimden daha yüksekte de olabilirdi. O zaman tırmanmam gerekirdi. Suyun içinde de olabilirdi. O zaman yüzmem gerekirdi. Oysa şimdi tek yapmam gereken bu geniş, insan yapımı olduğu her halinden belli olan oyuğun içine girmekti. Ardından sevinçle "Tony! Buraya gelmen gerek!" diye bağırdım. Bunun -Taştan değil, mezarın kendisinden bahsediyorum- ilgisini çekeceğinden emindim. Keşke Emma'da burada olsaydı. Buna bayılırdı. "Bak, ne buldum." "Bir lahit mi?" Yanımda durdu, omzu omzuma değiyordu. "Aferin sana." "Bir bakmak istiyorum." Daha fazla zaman kaybetmek istemediğim için oyuğa açılan yedi basamaktan aşağı indim. Öyle heyecanlanmıştım ki, neredeyse dengemi kaybedip yüz üstü düşecektim. Lahit, taştan bir sunağın üzerine yerleştirilmişti. Tony merdivenleri kullanmak yerine yere zıplayarak yanıma indiğinde ürkmeden edemedim. Avuçlarındaki tozları silkeleyerek etrafa bakındı. Bende aynısını yaptım. Oyuğun iç duvarlarında boyumun üç katı büyüklüğünde heykeller vardı. Bunlar ellerinde uzun asalar tutan, yere diz çökmüş bir halde duran, kafası siyah bir çakal şeklinde resmedilmiş insanlardı. Tam altı taneydiler. Çevremizde bir daire şeklinde duruyorlardı. Hepsi de siyah irislerini sunağın üzerine dikmişti. Lahide baktıklarını biliyordum ama sanki bana bakıyorlarmış gibi hissediyordum. Ne garip heykellerdi bunlar. Hem her an canlanıvereceklermiş gibi ürkütücü görünüyorlardı hem de güzel ve asillerdi. Eski Mısır kültürü ve anıtları hakkında pek bir şey bilmesem de bir şekilde onların gardiyan olduklarını anladım. "Şu heykeller..." "Onlar Anubis." "Ve lahidin üzerinde de yazılar var." "Onlar da hiyeroglif." Tüm huysuzluğumla homurdanmadan edemeyerek gözlerimi devirdim. Çocuklar gibi ayağımı yere vurmak istiyordum. Tony aynı Emma gibi konuşuyordu ama Emma olsaydı bunların umurumda olmadığını bilirdi. Lahidin üzerine eğilip hiyerogliflere bakarken, dil öğrenmekte ne kadar becerikli olursam olayım bunları ne anlama geldiğini anlamayacağımı biliyordum. Asırlık bir dildi bu. Keşke eski dillere biraz ilgim olsaydı. Birkaç dil biliyordum ama açıkça, yaşayan diller şu an işime yaramıyordu. Bastırmakta zorlandığım bilme isteğiyle Tony'ye sordum. "Daha önce hiç hiyeroglifler üzerinde çalışma yaptınız mı?" "Kısa bir süre için, evet." "O zaman lütfen, bana burada ne yazdığını anlayabildiğini söyle." Burada ne yazdığını öğrenebilirsem, belki Patrick'in bu taş için neden küçük çaplı bir servet ödediğini anlayabilirdim. Bir şey değiştireceğinden değil ama yine de bilmek istiyordum işte. "Elbette hayır." diye yanıt verdi Tony. Bunu sanki 'Bu yazıları okuyabileceğimi en başta neden düşündün ki?' diyormuş gibi söylemişti. "Kahretsin," dedim hayal kırıklığına uğramış bir halde ellerimi mezarın pürüzlü yüzeyine vurarak. "Sen bunun için okumuyor musun? Nasıl anlamazsın?" "Öncelikle Eva,​ ben bunun için okumuyorum. Benim uzmanlık alanım Mısır Tarihi değil. Buraya bile sadece araştırma ekibinde yer alacak kadar iyi bir not ortalamam olduğu için geldim." "Ah, anlıyorum." Surat asmamaya çalıştım ama yine de tam bir hayal kırıklığıydı. "Şey... Hiyerogliflerin bazılarını çözebilirim ama bunlar çok karışık ve çok eski. Ne yazdığını anlamak için bir dil ya da Mısır bilimciye ihtiyacımız var. Ama tüm şu işlemeleri görüyor musun? İnanılmaz bir şey bu." Heyecanlı bir tavırla ellerini resimlerin üzerindeki çizgilere koydu. Yüzündeki ifadeye kayıtsız kalamayarak şöyle bir baktım. Hakkı vardı, gerçekten de​ işlemeler​ can yakacak kadar güzel görünüyordu. Yine de onlardan çok daha başka bir şey ilgimi çekiyordu. Lahidin kalbindeki taşa parmak uçlarımla dokunurken tereddüt etmediğimi söylesem yalan olur... Çünkü etmiştim. İçgüdülerim bana buradaki her şeye karşı temkinli olmamı söylüyordu. Saçlarım yanaklarımdan aşağı döküldü. "Ah!" İlk tepkim buydu çünkü mücevher o kadar soğuktu ki, parmak uçlarımın buzumsu bir hisle seğirip bükülmesine neden oldu. Ve göğsüm keyifle sıkıştı çünkü bu şey her neden yapıldıysa güzeldi, gerçekten güzeldi. Yumuşak bir şekilde okşadığım yerler parmaklarımın altında daha koyu renkte ışıklar saçıyordu. Yeşilin en güzel tonuydu bu. Sanki taşın içinde içten içe yanan ve hareket eden başka bir ateş vardı. Kaşlarımı çatarak, Bu normal mi, diye düşündüm. Daha önce hiç böyle ışık saçan bir taş görmemiştim. Mücevherin renginden daha açık bir tona sahip olan irislerimi kaldırıp Tony'ye bakarak "Açmak ister misin?" diye sordum, bir yandan da taşı oradan nasıl çıkaracağımı düşünüyordum çünkü belli ki, çıplak elle çekip almak mümkün değildi. "Hayır. Çok teşekkürler. Yüzlerce yıllık bir ölüyü görmek istemediğimden çok eminim." Birkaç dakika öncesine kadar biri bana bunu sorsaydı bende aynen böyle derdim- sadece daha farklı sözcükler kullanarak, ama... Ellerimi güzel mücevherin üzerinden lahidin baş kısmına doğru kaydırdım. Aynı anda Tony​ uzanıp bileklerimden yakaladı. Bunu yaparken benden daha hızlı davranmıştı. Dolayısıyla tabutu kısmen bile açamamıştım. Başımı kaldırdığımda Tony hayatımda gördüğüm en kibirli gülümsemeyle bana bakıyordu. "Evet." dedi. "Bunu yapmak istediğin gözlerinden okunuyordu zaten." "Sadece yeni dostumuza merhaba diyecektim." "Hayır, demeyeceksin." dedi sert bir biçimde. İtiraz istemiyordu. "Senin istediğin gibi olsun." diyerek ellerimi çekip bileklerinden kurtardım. Gerçekten lahidi bir daha açmayı denemeyecektim ama Tony bu konuda bana güvenmiyor olacak ki, tedbiri elden bırakmamak için bana yakın kaldı. Kaküllerimi düzeltirken onun daha lahidi açmama bile izin vermezken taşı almama asla izin vermeyeceğini düşünüyordum. Eğer taş lanet olası bir tabutun üstünde gömülü olmasaydı, Tony fark etmeden önce onu yürütebilirdim. Çocuğun elinden şekerini almak kadar kolay olurdu ama şimdi fark etmemesine imkân yoktu çünkü gayet açıktı ki taşı almak için kapağı parçalamam gerekecekti. O da bundan hiç mi hiç hoşlanmayacaktı. "Saçının sorunu nedir?" Tony'nin sorusu üzerine saçlarımı çekiştirdiğimi fark edince bunu yapmaya hemen bir son verdim. Suratımı asarak "Berbat görünüyorlar, suçları bu." diye söylendim. "Hiç de bile." "Ah, ne tatlısın!" Onunla alay ettiğim sesimden belli oluyordu, o yüzden Tony bu dediğimi ciddiye bile almadı. "Ama benim yanımdayken kibar davranmana gerek yok. Muhtemelen her tarafım örümcek ağlarıyla ve tozla kaplıdır. Böyle bir halde hiçbir kadın güzel görünmez." Bu fikirle iğrenerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Sonra saçlarımda başka bir dokunuş hissettim. Tony'nin parmakları uzun, kıvrımlı bir bukleyi omzumdan kaldırıp okşadı. Saçımın parmaklarının arasından kayıp yerine gitmesine izin verirken "Hayır." dedi. Göz göze geldik ve o da daha alçak bir sesle devam etti. "Hayır, çok güzelsin." Göğsümde, kalp atışlarımın şaşkınlıktan hızlandığını hissedebiliyordum. Huzursuzca, "Öyle mi?" dedim. "Öyle." dediği zaman işin nereye gideceğini fark ettim. Bir an sırf susturmak için onu tokatlamak istedim. Belki de bunu gerçekten yapmalıydım. "Eva, sana uzun zamandır söylemek istediğim bir şey var." diye devam etti. "Bekleyebilir." dedim hemen; Sonsuza kadar falan. "Söylemek istiyorum ama." O an anladım, onu durdurmamın imkanı yoktu. İçimde bir yerlerde bilinçaltım çığlığı bastı; Bunu YAPMA! Şimdi olmaz! Şimdi değil! Kafayı mı yedin sen? Burada bir şey çalmaya çalışıyorum! Bunları sesli söyleyecektim ama Tony'nin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Tereddütünü de... Az önce saçıma dokunan eli yanağıma kaydığında hislerim daha keskin bir hâle bürünürken nefesimi tuttum. Düşündüğüm şeyi yapmayacaktı herhalde? Ama yaptı. Yüzünü yüzüme doğru eğmeye başladığında hiçbir şey söyleyecek vakit bulamadım. Ellerim iki yanımda sıkı birer yumruk halini aldı. Bende ona yumruk atmamak için tırnaklarımı etime bastırdım. Beni öpecekti. Asla buna cesaret edeceğini düşünmezdim. Ama bunu istememem bir yana, bu var olan durumu daha da garip yapacaktı. Tanrı aşkına! O kız kardeşimin en yakın arkadaşıydı! Üstelik ondan o anlamda hoşlanmıyordum bile! Bunu şimdiye kadar yeterince belli etmemiş miydim? Tony bunu isteyip istemediğimi anlamak için bir an duraksadı. Umutla gözlerimin tam içine baktı. Seçeneği bana bırakması onun açısından kötüydü çünkü beni azıcık tanısaydı eğer ipler elimde olduğu zaman buna karşı ne tepki vereceğimi bilirdi. Dudaklarımdan öfkeli bir nida firar etti. Ellerimi göğsüne koydum ve onu bütün gücümle önümden ittirdim. Sendeleyerek benden uzaklaşmak zorunda kaldı. Yüzüm kıpkırmızıydı ama bu utançtan değil, öfkedendi. "Kahretsin ya!" diyerek dişlerimi birbirine bastırdım. Bu arada, kullandığım kelime tam olarak 'Kahretsin' değildi. Ona karşı fazlasıyla kötü davrandığımın farkındaydım ve bundan gurur duyuyor da değildim ama bunu o başlatmıştı. Beni öpmesini isteseydim beni öpmesini istediğimi belli ederdim. Tony'nin yüzünde ifadesizlik vardı ve bir şekilde bu bu durumu daha da trajik yapıyordu. Biri tekrar konuşmadan önce aradan sonsuzluk gibi bir süre geçti. Sanki bana bakmaya dayanamıyormuş gibi gözlerini yumdu. "Sanırım bunun olacağını tahmin etmem gerekirdi. Rahatsız ettiğim için özür dilerim." Sonunda konuşabildiğimde, alaycı bir gülücükle, "Pek sıkılıyorsun galiba?" diyebildim. "Duygusal zekan bu kadar zayıf olamaz herhalde. Sıkıldığım için mi seni öpmeye çalıştığımı düşünüyorsun?" "Sana tokat atmadığım için kendini şanslı saymalısın." diyerek kaşlarımı çattım. Bir-iki uzun nefes aldım ama sakinleşmek şöyle dursun, daha da gerilmiştim. "Neden böyle davranıyorsun? Sadece birkaç hoş vakit geçirdik diye nasıl beni öpmeye çalışırsın?" "Öyle değil... Ben sadece... Neden bana karşı böyle davrandığını anlayamıyorum." Böyle derken bunu kast ediyor olmalıydı. Sebebini tam olarak söylemem mümkün değildi. Ah, aslında mümkündü. Tanıştığımız andan beri bana böyle davrandığı içindi. Yirmi üç yaşındaydım. Benden hoşlanan ilk erkek o değildi elbette, ama onda beni ondan uzak tutan bir şey vardı. Acı çeker gibi gözlerini yumdum ve kısık bir sesle inledim. "Bu konuda tartışmayı gerçekten istiyor musun?" Çünkü duydukların hoşuna gitmeyecek. Bunu sesli söylemesem de fark etti. "Evet, istiyorum." "Ne bileyim, insan mesajı alırsın zannediyor." Ondan sonra Tony, yumuşak ve samimi bir sesle, "Senden hoşlanıyorum." diye itiraf etti. Uzun zamandır bana bunu söylemek istiyor olmalıydı çünkü söylediği anda omuzlarından tonlarca yük kalkmış gibi kolları iki yana düşmüştü. Ağzım açıldı ve kapandı. Bir an kelimelerin içinde kayboldum sanki. "Peki." dedim ifademi görmemesi için başımı çevirerek. Ağzımda acı bir tat vardı. Belki de​ birazdan söyleyeceğim şey yüzündendi. Sadece benden uzak dursun istiyordum. "Sonuçta bana bilmediğim bir şey söylemiyorsun. Hazır duygulardan bahsetmişken, duyguların beni rahatsız etmekten başka bir şey yapmıyor Tony. Senden hoşlanmıyorum. Seni arkadaş olarak bile görmüyorum. Niye Emma'ya çıkma teklifi etmiyorsun? Nasıl olsa aynı görünüyoruz. Senin için fark etmeyecektir." Daha cümlem bitmeden biliyordum, bu can yakacaktı. Göz ucuyla Tony​'nin​ tiksintiyle irkildiğini gördüm ve kendimi pisliğin önde gideniymiş gibi hissettim ama hey, zaten öyleydim. "Buna inanmıyorum." dedi. Başını iki yana sallarken kaşlarının arasında derin bir çizgi belirmişti. Sonra acı acı güldü. "Hiç kimse, böyle bir şey diyecek kadar duygusuz olamaz. Sen bile." "Aslında evet, olabilirler. İnsanlar sürekli bunu yaparlar. İstersen benden nefret edebilirsin." "Anlamıyorum. Senden nefret etmem sorun değil ama senden hoşlanmam sorun mu?" Evet demek istiyordum. Evet dememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. O sırada gözlerim lahitteki mücevhere dokundu. Bedenimin, en çok da ellerimin beklentiyle karıncalandığını hissettim. Daha önce hiçbir şeyi bu kadar çalmak istememiştim. Tony'ye geri bakarken neredeyse kahkahalarla gülecektim. "Sorun değil." dedim yumuşayarak. "Birazdan yapacağım şey yüzünden, zaten benden hoşlanmaya bir son vereceksin." "Birazdan yapacağın şey? Ne demek istiyorsun? Ne yapacaksın?" Onu duymazdan gelerek arkamı döndüğümde yüzüm bir kere daha buruştu çünkü lanet olsun, beni öpmeye çalışması dikkatimi tamamen dağıtmıştı. Kendimi tekrar görevime odaklamaya çalıştım. Taş. Evet, taş. Şimdi sadece taşı düşünmeliydim. Beni durduramayacak kadar afallamış bir halde olan Tony'nin yanından geçip basamakları çıktım ve doğruca rafların olduğu kısma yöneldim. Daha önce gördüğüm mızrağı hemen buldum. Bıraktığım yerde duruyordu. Onu yeniden elime aldım ve havada daire şeklinde çevirerek bu sefer alıcı gözüyle inceledim. Ateşin ışığı altında silahın üzerindeki çizgiler altın rengi ışıklar saçtı. Bir balyoz olmasa da iş görürdü. Ben​ lahidin yanına dönene kadar aradan birkaç dakika geçmiş olmalıydı. O zaman bile Tony'nin bıraktığım yerden kıpırdamadığını gördüm. Etrafından dolanırken ve diğer tarafa geçerken sessizce bana baktı. Sadece mızrağı fark ettiğinde bir tepki vererek kaşlarını çatmıştı. Bakışlarımı ondan kaçırdım ve mızrağı avuçlarımın içinde çevirerek ağırlığını ölçtüm. Tüm ölümcüllüğüne rağmen silah tahmin ettiğimden çok daha hafifti. Daha iyisi de olabilirdi. Yanımda bir İngiliz anahtarı, mezura, pense ve tornavida getirseydim tabii. "O bir tarihi eser. Bunun farkındasın değil mi?" Her şeyden çok, bildiğim bir şeyden sanki ben onu bilmiyormuşum gibi bahsetmesinden nefret ediyordum. İrice açılmış gözlerini ellerimdeki mızraktan ayırmıyordu. Şimdi sesi güvensizlikle sivrilmişti. "Sen... Sen ne yaptığını sanıyorsun?" Bu noktada, yüzde yüz dürüst oldum çünkü yalan da söylesem doğru da söylesem fark etmeyecekti, Tony her halükarda taşı çaldığımı fark edecekti. "Sadece şu şeyi istiyorum." Yarım bir gülücükle "Affedersin?" diye mırıldandı. Çokbilmiş bir ifadeyle kaşlarımı kaldırdım. "Beni duyduğunu biliyorum Tony." "Ya sen? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" Hâlen mızrağa bakıyordu. Ani bir kavramayla, Tony​'nin yüzündeki şaşkın bakış yerini derin bir dehşete bıraktı. "Yağmacılık mı yapacaksın?" "Ne? Elbette hayır. Ben​​ yağmacı değilim." "Yani bana buradaki hiçbir şeye zarar vermeyeceğini mi söylüyorsun?" "Tamam. Belki de öyleyim." Mızrağın sapını göğsüme değene kadar çektim. İndirdiğimde silah havayı ikiye bölerek ıslık çaldı ve bende tüm kuvvetimle sivri kısmı taşın yerleştirildiği o kısma çarptım. Taşı parçalamak istemediğimden mızrağı biraz yan bir şekilde tutuyordum. Tony çıkan tiz ses yüzünden kulaklarını kapatmak zorunda kalmıştı. Bende dişlerimi birbirine bastırmıştım. Lahidin kapağından fırlayan parçalar etrafa saçıldı ama buna karşın taş yerinden bile kıpırdamamıştı. Tony​ adımı bağırarak söyledi ve benden durmamı istedi. "Dur! Dur, Tanrı aşkına!" Dediğini yapıp durdum ve hemen sonra derin bir öfkeyle haykırdım. "Bu taş neden yerinden çıkmıyor?" Tony​ ​bana beni oracıkta öldürüverecekmiş gibi baktı. "Çünkü belli ki hırsızlar almasın diye onu oraya sabitlemişler!" "Patrick'ten o paranın on katını istemeliydim." diye karşılık vererek başımı iki yana salladım. "Bu adil değil Eva!" "Hayat adil değil. Buna alış." "Ama bu gerçekten adil değil... Seni bir tarihi eseri çalman için mi kiraladılar?" O sırada yeni bir vuruş için mızrağı tekrar çekmiştim. Mızrak havada asılı kaldı. Bir an durdum. Sonra yavaşça mızrağı geri indirdim. "Şey... Öyle söyleyince berbat bir şeymiş gibi geliyor." "Zaten berbat bir şey! Ben buraya bunun için gelmedim! Tanrım... Burada bile olmamamız gerekiyor! Sen ve ben, olanları anlatman için bir polise gideceğiz." "Şimdi sırası değil, Tony." İç çektim ve ne kadar ciddi olduğumu anlasın diye gözlerinin içine bakmaya devam ettim. O da aynı ifadeyle bana bakıyordu. Lanet olsun. Gerçekten kızmıştı. "Dinle." dedim lahidin üzerinden uzanıp işaret parmağımı göğsüne bastırarak. Ben bunu yapınca yüzündeki ifade daha da katı bir hâle büründü. "Bunca yolu bir hiç için gelmedim ben. Bu taşı almadan hiçbir yere gitmiyorum. Her şeyi planladım. Çok zengin olacağım. Sonra da, sırf senin için, tarihi eser kaçakçılığı yapan bir çeteyi çökerteceğim. Yeterince delilim var. Nerede olduklarını da biliyorum. Hem şöyle düşün, polis onları yakaladığında taş yine Mısır hükümetine ait olacak. Sonra onu cam bir fanusa kapatıp sonsuza kadar insanların seyretmesi için saklayabilirler." "Buna yine de hırsızlık derler!" "Bana göre de ödünç almak." "Sen​ nasıl bir pis..." Mızrağı salladım ve öyle sert bir şekilde vurdum ki, yarısına kadar taşın yanındaki kesime çakılıp kalmasına neden oldum. Hafifçe güldüm. İlk seferde işe yaramıştı! Bunu beklemiyordum ama bu benim şansımdı ve bende bunu iyi bir şekilde kullanacaktım. Tony ne yapacağımı anlayınca ellerini uzatıp "Hayır!" diye feryat etti. O işime çomak sokmadan önce mızrağı tahterevalli gibi kullanarak tüm kol kuvvetimle üzerine bastırdım. Sert ve güçlü bir kırılma sesi kendini gösterdi. İşe yarıyor, diye düşündüm kendi kendime. Mücevherin çevresindeki bölüm bütünüyle paramparça oldu ve taş olağanüstü bir süratle tavana fırladı. Doğrusu o kadar da büyük bir güç uygulamamıştım. Neden böyle oldu anlamamıştım. Kafam karışmış bir halde mızrağı lahide saplı şekilde bırakarak geriye çekildim. Daha sonra çok garip bir şey oldu. Taş tavana çarptı ve hemen sonra çarptığı yerden tüm tavana, duvarlara, tapınağın tabanına örümcek ağları gibi dağılan yeşil ışık süzmeleri yayıldı. Tüm oda aydınlandığında bende bana en yakın olan yere, yani ayaklarımın altına baktım. Bu çok güzeldi ama normal miydi? Aslında zararsız görünüyordu. Sadece biraz ışık o kadar. Hâlâ hayattaydık, yaralanmamıştık da. Pek de bir bubi tuzağı değil gibiydi. Neyse ki tüm bu ışık oyunu fazla uzun sürmedi. Bir saniye sonra ışıklar gerisin geri çekilerek taşın çarptığı yere döndü. Şimdi her şey eskisi gibi normaldi ama bu da ışıkların belirip kaybolması kadar kısa sürdü. Çok net bir 'ÇATIRDAMA' sesi duyuldu. Ses o kadar keskindi ki kendi kalp atışlarım dışında tek duyduğum oydu. Başım dönüyor ve midem pizza yiyip üzerine çilekli milkshake içmişim gibi bulanıyordu. Tony'yle aynı anda aynı şeyi söyleyerek "Ah, hayır." dedik ve küfür ettik. Önce tavan, sonra da duvarlar boyunca ürkütücü çatlaklar belirmeye başladı. Hepsi takip edemediğim bir hızla odanın dört bir yanında çoğalıyordu ve ben, bu çatlakların az önce ışık saçan kısımlardan oluştuğunu fark ettim. Etrafı aydınlatan ateş bir mum alevi gibi titreşti. Yemin ederim, tavan üzerimize çökecek sandım. Planımda Tony'yi öldürmek yoktu. Kendimi de öldürmek yoktu. Doğru düzgün bir planım bile yoktu ki benim. Ama ikimiz de şanslı veletlerdik. Çatlaklardan dökülen bir sürü harç kalıntısı olsa da hiçbir şey üzerimize yıkılmayınca büyük bir rahatlamayla omuzlarım düştü. Sonra yerinden söktüğüm taş birkaç metre önümüze düştü. Yerde dört kere sekti ve durduğu zaman kayarak zemini içe doğru, yarım ay şeklinde tahriş etmişti. Tüm o toz kalıntılarının ve kirin pasın içinde bile taşın hâlâ parıl parıl ışık saçtığını görebiliyordum. "Bu da​​ neydi böyle?" Tony​ "Bilmiyorum." diye fısıldadı ve birdenbire bana dönerek kulaklarımı acıtacak kadar yüksek sesle bağırdı; "Derdin ne lan senin!" "Tamam, tamam... Sakin ol." dedim son derece ciddi ve sakin bir ses tonuyla. Ama Tony​ ​​sakinleşmek yerine daha da öfkelenerek üzerime yürüdü. "Bıktım artık! Buradan çıkmak istiyorum ve çıkacağım! İster gel ister gelme!" "Özür dilerim, tamam mı?" "Yapma. Üzgün bile değilken özür dilemeye kalkma sakın. Bu yağmacılık yapmandan bile daha sinir bozucu." İtiraz etmek, gerçekten üzgün olduğumu söylemek için ağzımı açtım ama sonra haklı olduğunu fark ederek dudaklarımı birbirine bastırdım. Yalan söylemek yerine hiçbir şey söylememeye karar verdim. Tony'yi daha önce hiç böyle kontrolünü kaybetmiş bir halde görmemiştim. Çok kızgındı. Ama önünde sonunda öfkesi geçerdi. Belki ben elli yaşına basarken falan. Başımı iki yana salladıktan sonra Tony'nin yanından geçerek taşın düştüğü noktaya doğru yürüdüm. Tony​ ​arkamdan ​​"Hey! Sakın ona dokunayım deme!" diye bağırdı çünkü belli ki, bunu düşünmek kanını donduruyordu. "Az önce olanları fark etmedin mi? O şey neredeyse buranın başımıza yıkılmasına neden oluyordu." "Fark etmemek mümkün müydü ki?" "Rica ediyorum, yapma." Nedenini hiçbir zaman anlamayacak olsam da Tony'nin rica ettiğini duyunca dönüp bakışlarıyla buluşmaya karar verdim. Tek kaşımı kaldırdığımda delici mavi gözleri bastırılmış bir duyguyla parladı. Bana ne kadar gıcık olduğu gözlerinden okunuyordu. Tüm bu, 'Hadi şu lahidi parçalayalım ve şu taşı çalalım!' saçmalığının sona ermesini istediği son derece açıktı. Onu anlıyordum; Bir nebzeye kadar. Resmen hayatının en korkunç iki gününü geçirmesine neden olmuştum. Ama şimdi taş orada duruyor ve çok zararsız görünüyordu. Sözlerim ve bakışlarım uyumlu bir şekilde, kötücül bir gülümsemeyle, "Bir şey olmaz." diyerek geri dönüp yürümeye devam ettim. Tony peşimden bir şeyler daha söyledi ama artık onu dinlemiyordum. Her şey bir yana, bir taşa dokunmak beni öldürmezdi herhalde. Yine de taşa dokunmadan önce sadece bir an için içgüdülerimi dinleseydim, bunu yapmayacağımı biliyordum. Elimi taşa uzattım. Parmaklarım parlak, yeşil yüzeyi kavradığı anda ciğerlerimdeki tüm hava boşaldı çünkü hissettiğim acının hiçbir dilde bir tarifi yoktu. Kavrulma hissi önce manikürlü tırnaklarımdan başlamış, elimden geri kalan tüm bedenime yayılarak hücrelerimi yakıp yıkmıştı. Aklım başımdan gitti. Ses tellerim acıyana dek haykırdım ve takatim kalmayınca sendeleyerek dizlerimin üzerine düştüm. Zangır zangır titriyordum ve kımıldayamıyordum. Orada öylece kalmıştım. Taş parmaklarımın altında yüksek sesle cazırdamaya başladığında kulaklarım uğuldadı ve sanki mümkün olabilirmiş gibi acı hissi daha da yoğun bir hâle geldi. Bu... Gerçekten... Can... Yakıyordu... Oysa acının çok fazla olduğunda hissedilmeyecek bir noktaya ulaştığını sanırdım. Kitaplarda öyle yazardı ama görünüşe göre uyduruk bir yalandan ibaretti bu. Taşa dokunduğum yerden yayılan yüzlerce küçük, yeşil ışık süzmesi parmaklarımdan fırladı. Işığın kolumdaki damarlar boyunca sürünerek hareket ettiğini gördüm; Yukarı tırmandı ve bir kısmı boynumdan yanaklarıma çıkarken, bir kısmın da yakamdan elbisemin içine girdi. Bu iyi olamazdı. Kalbimin teklediğini hissettim, kocaman bir el tarafından sıkılıyordu sanki. Yoksa kriz mi geçiriyordum? Bu mümkün müydü? Daha yirmi üç yaşındaydım ve doktorum her zaman bir domuz kadar sağlıklı olduğumu söylerdi. Nihayet yapabildiğim zaman kolumu kaldırdım ve taşı müthiş bir nefretle Anubis heykellerinden birine doğru fırlattım. Yapabilseydim onu taa Hindistan'a kadar fırlatırdım. Taş heykelin alnına çarparak tekrar yere düştü ama bu sefer en başta olan o ışık oyunları gerçekleşmedi. Sanki sıradan bir kaya parçasıymış gibi birkaç metre önümde yere çakılmıştı. Kalçamın üzerine düşerek nefes nefese söyleyebileceğim en kötü küfrü mırıldandım. Sonra, onu bıraktığım anda, taş canlılığını kaybederek sönmeye başladı. Yeşilliklerin yerini yavaş yavaş kara bir renk aldı ve sonunda yeşil kısım küçücük bir nokta şekline bürünüp tamamen yok oldu. Alnımı kaşıdım ve sessizce kaşlarımı çattım. Kalbim küt küt atıyordu. Gözümle görmeseydim eğer bu kömür parçasının az önceki taş olduğuna kimse beni inandıramazdı. Bir an sonra kömür parçası yüksek sesle çatırdadı ve geriye tutulacak hiçbir şey bırakmayacak şekilde parçalanarak toz kalıntılarının içine karıştı. Yumruklarımı yere vurdum. "Ah, siktir ama!" Burada olanlarla ilgili bildiğim bir şey varsa, o da Patrick'in​ bundan hiç hoşlanmayacağıydı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD