?8.BÖLÜM (PART 1): GEÇMİŞİN YÜZÜ

2262 Words
Elimle yüzümü örterek kıkır kıkır gülmeye başlamamın tek bir mânâsı olabilirdi; Bütün bu olanlar sinirlerimi bozmuştu. Ya gülecektim ya da çığlık atacaktım. Tabii ki ben beni en ruh hastası gibi gösterecek olanı tercih etmiştim. Ama aslında kıkırdamamın tek sebebi, ne tepkilerime ne de düşüncelerime engel olabiliyor olmamdı. Bana göre tüm bunlar çok gülünçtü. Ve acayip. Ama daha çok, acayip. "Bu bir şaka olmalı." diye sızlanarak dişlerimi birbirine bastırdım. Taş -Gerçi ben ona 'Bir çanta dolusu keş için araklamam gereken şey' demeyi tercih ediyordum- gitmişti, kelimenin tam anlamıyla toz duman olmuştu. Bunun neden olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ve daha önce çalmak istediğim bir şeyi elimden kaçırdığım olmamıştı hiç. Sanırım biraz gururum incinmişti. Bir an Patrick'e 'İşte, istediğin taş.' diyerek toz tanelerini toplayıp götürmeyi düşündüm. Herifi pek tanıdığım söylenemezdi ama öyle bir şey yapmayı denersem eğer 'Benimle kafa buluyorsun herhalde?' diyerek ayaklarıma çimento banyosu yaptıracağından emindim. Bu mafya klişesi karşısında gülüşüm daha da yükseldiğinde sert bir homurdanma onu bastırdı. Kime ait olduğunu anlamak için dönüp bakmama gerek yoktu. Bu kahrolası tapınağın içinde sadece Tony, asırlık bir ceset ve ben vardık. Homurdanan ben ya da asırlık ceset olamayacağına göre Tony olmalıydı. "Gülüyor musun? Böyle bir durumda gülüyor musun?" Yerden kalkmadan, bacaklarımı önümde çaprazlayarak Emma'nın dediği gibi toz ve kir içinde kalan ayakkabılarıma baktım. "Nasıl olsa kaybedecek bir şeyim yok." diye omuzlarımı silktim. "Kaybedecek bir şeyin yok mu? Az önce bir tarihi eseri parçaladın! Bunun maddi ve manevi değeri hakkında herhangi bir fikrin var mı?" "Böyle dediğine göre herhalde bir hayli fazladır." "Çok, çok fazla!" Ona baygın bir bakış attım. Hafif kısılmış gözlerimle ve kıvrımlı dudaklarımla, "Kim takar?" dediğimde Tony'nin yüz ifadesi bir kere daha kıkırdamama neden oldu çünkü yemin ederim, çocuk delinin teki olduğumu düşünüyordu. Belki de öyleydim. Bende kendimden şüphe etmeye başlamıştım. "Sen​ delinin tekisin." dedi bana inanamayarak. "Nasıl olur da buna cesaret edebilirsin, aklım almıyor." "Tanrım," dedim ve zonklamasını durdurmak için gözlerimi yumarak şakaklarımı ovdum. "Ne çok söyleniyorsun sen öyle. Sus da bir dakika başımı dinleyeyim." "Oh, merak etme. Hapisteyken başını dinlemek için bolca zamanın olacaktır." 'Hapis' derken beni tehdit mi ediyordu yoksa korkularını dile mi getiriyordu anlamadım. "O çeneni kapalı tutabilirsen kimse hapse girmez, tamam mı? Sakin ol. Gereksiz yere panik yapıyorsun." Tony​ adeta hırladı ve tapınağın içinde volta atarken​ elleriyle havayı avuçladı. Daha çok üzerime atlayıp beni boğazlamak ister gibi görünüyordu. Gözleri çakmak çakmaktı ve yanakları öfkeden olgun bir elma gibi kıpkırmızı kesilmişti. Daha birkaç dakika önce beni öpmek istediğini düşünürsek, herhalde evrendeki en hızlı duygu geçişi budur. "Peki, şimdi ne olacak?" diye çıkıştı, bir süre sonra. Hem gerçekten fikrimi soruyor hem de beni azarlıyordu. "Asırlık bir mezarı parçaladığına değdi mi bari?" "Cidden. Sonsuza kadar söylenecek misin sen?" "Mümkün olsa, onu da yapardım." İsyan ederek inledim. "Git başımdan!" Ama Tony öyle biri değildi. Ben öyle dedim diye öfkesine yenik düşüp beni burada bırakmazdı. Ben olsam yapardım. Bu yüzden az önce beni öpmesine izin vermemiştim işte. Başımdan gitmek yerine üzerime yürüdü ve gözlerinde canlanan hafif bir isteksizlikle tutmam için ellerini uzattı. Bir ona bir de ellerine baktım. Neredeyse tüm gerginliğim uçup gitti. Ellerimi uzatıp parmaklarını yakaladığımda beni tek hamlede yukarı çekti. Dengemi yeniden sağlamaya çalışırken bacaklarım titredi. Yeniden kalçamın üzerine düşmemi engelleyen şey Tony'nin beni omzumdan yakalayan kollarıydı. Bana karşı ne kadar da iyiydi. Onu reddettikten ve muhtemelen üniversite komitesi ile başını belaya soktuktan sonra bile. "Lütfen," dediğinde ses tonu yüzünden başımı kaldırıp ona baktım. Parmakları elbisemin açıkta bıraktığı kollarımı tüy kadar hafif bir dokunuşla okşayıp geri çekildi. Bunu flört etmekten çok beni ikna etmek için yaptığını görebiliyordum. Dostça bir jestti, sesi gibi. "Yalvarıyorum sana, buradan gidelim. Benimle gel." "Niye? Buradaki her şeyi silip süpürürüm diye mi?" Hafifçe irkildi. "Şimdi sen böyle söyleyince..." Yok artık. Buradaki her şeyi alıp götüreceğimi gerçekten düşünüyor muydu? Az önce hakkımda pek iyi izlenimler edinmediğinin farkındaydım ama mantıklı düşünmüyordu, tüm bu eserleri çalacak olsam bile onları nerede satacaktım ki? Alçak bir sesle, uyarır gibi, "Tony!" dedim. "Hayır." diye cevap verdi, inatçı bir tavırla. Hafifçe gülümsediğini gördüm. Gözlerimi devirdim. Harika. Benimle alay ediyordu. "Kimseyi burada bırakıp gidemeyeceğim için. Oldu mu?" "Kimseyi?" "Özellikle de seni." Özellikle beni, diye düşünürken taş kesilmiş bir suratla ona baktım. Ağzım çıktığı kadar, yine mi bu mesele, diye yakınmak istiyordum. Ama olgunluğum üzerimdeydi. Fazla kızmak yerine yeterince umursamaz bir ses tonuyla "Tony, sana olan hislerim beş dakikada değişecek değil. Bildiğim kadarıyla bu işler öyle yürümüyor." diye lafa başladım. Tony ne diyeceğimi tahmin ederek aceleyle ellerini kaldırıp sözümü kesti. "Öyle değil! Seni burada bırakırsam Emma bir daha asla benimle konuşmaz. Bunu biliyorsun. Onu herkesten daha iyi tanıyorsun." Bak, bu doğruydu işte. "Haklısın galiba." Gevşedi. "Bu geri dönüş yolunda bana eşlik edeceğin anlamına mı geliyor?" "Kahretsin, evet." Pes ettiğimi göstermek için avuçlarımı havaya kaldırdım. Zaten taşı da alamamıştım. Belli ki burada işim kalmamıştı. "Hadi, gidelim buradan." Tony​ gitmemek için mücadele edeceğimi düşünmüş olmalı çünkü ben bunu söyleyince genişçe gülümsemişti. Başıyla bir jest yaptıktan sonra dönüp çıkışın olduğu tarafa doğru yürümeye başladı ve bende derin bir nefes aldım. Kıçını kaldır ve hareket etmeye başla Eva, dedim kendi kendime. Bu işe yaradı ve uslu bir kız gibi sessizce, birkaç adım arkasından Tony'yi takip ettim. Bacaklarım hâlâ titrediği için istediğim kadar hızlı olamasam da Tony adım atarken bana ayak uyduracak kadar düşünceli bir adamdı. Doğruyu söylemek gerekirse, buradan çıkmak için bende en az onun kadar can atıyordum. Ekibe geri dönmek ve kız kardeşimi görmek bir yana, taze havayı solumak ve güneşin güzel, sarımsı ışığını hissetmek istiyordum. Oysa buradaki her şey oyulmuş kayalardan, kasvetli aydınlatmadan, çalamayacağım eski, değerli eşyalardan ve küçük, kemirgen hayvanlardan ibaretti. Lahidin önünden geçerken gözlerim istemsiz bir şekilde ona dokunmuştu. Adını tam koyamıyordum ama onda beni çeken bir şey vardı. Daha önce hiç lahit görmediğim içindi belki de. Kırdığım parçaya şöyle bir baktım ve belli etmek istemesem de içim cız etti. Mızrağa ait olan, V şeklindeki kırılmış yerin kenarında eskiden taşın olduğu, şimdiyse avuç büyüklüğünde bir oyuk olan bir boşluk vardı. Tony'ye karşı sergilediğim tüm o umursamaz tutuma rağmen o an mızrakla lahidi kırdığım için pişman olduğumu hissettim. Bile isteye yapmış olsam da asla böyle değerli bir şeye zarar vermek istemezdim. Ama ninemin de bir zamanlar dediği gibi; 'Keşkeleri ekmişler bitmemiş.' Pişman olmak için çok geçti artık. Bu düşünceyle gözlerimi Tony'nin sırtına çevirirken, daha önce gördüğümüz hiyerogliflere de bakmıştım. Ne olduğunu algılamam biraz geç oldu çünkü bunun oluyor olması MÜMKÜN değildi. Ancak birkaç adım yürüdükten sonra neler olduğunu fark ederek kaşlarımı çattım ve fark ettiğim anda panikle dolu bir yüzle aniden olduğum yerde duruverdim. Bedenimle birlikte aklım da durmuştu sanki. Kendi kendime, inanamıyormuş gibi ağır ağır, "Ne?" diye fısıldadım. Gerçi fısıldamaktan ziyade sesim sanki içime kaçmış gibi çıkıyordu ama önemli değildi. Düşüncelerimi toplamak için başımı iki yana salladım. Umursamadan yoluma devam edebilirdim. Bu kesinlikle geri dönüp kontrol etmekten daha kolay olurdu ama biliyordum ki, öyle bir şey yaparsam daha sonra buraya geri dönecektim. O yüzden hiç düşünmeden geri döndüm ve koşar adımlarla lahidin olduğu sunağa geri yürüdüm. Tony​, ardımdan "Hani gidiyorduk?" diye yakındı. "Bir... Sorun var." "Oof, Eva. Buradaki tek sorun sensin." Duymamış gibi yaparak lahidin üzerine eğildim ve kırdığım yerin üst tarafından başlayarak çizimlerdeki tozların hepsini ellerimle temizledim. Başka bir şeyi kırmak istemediğimden bunu oldukça nazik bir şekilde yapıyordum. Daha önce gördüğüm yazı, ben üzerini temizledikçe daha net bir şekilde önüme serildi. İngiliz alfabesinin aksine Mısır'ın Eski Krallık Dili küçük, garip resimlerin yan yana dizilmiş haliydi. Emma bir keresinde bana Antik yazıların konuşulan dille bir ilgisi olmadığını, bunların sadece yazılı kültürü yansıttığını söylemişti. Yani bu çizimler bir harf ya da ses değildi, bir semboldü ve hepsi birbirinden kolayca ayırt ediliyordu. Bende en göze batan, bana bir kobranın ürkütücü gözlerini hatırlatan çizimi okşadım. 'Çünkü burası, çağlar boyunca unutulan ve silinen koruyucu gücün kökenlerinden sadece biridir.' Aynen öyle yazıyordu. "Bu... Bu..." Niye kekeliyordum? Ben asla kekelemezdim ki! "Bu hiyeroglifleri çözmek için bir dil bilimciye ihtiyacımız olduğunu söylememiş miydin?" diye devam ettim, çok daha düzgün bir şekilde. "Evet. Ne oldu?" Eminim yüzümün rengi birkaç ton atmıştı. Kaşlarımın arası kırıştı ve ona söylemek ile söylememek arasında mekik dokudum. "Okuyabiliyorum." dedim bir solukta. "Pardon, ne dedin?" "Okuyabiliyorum, Tony. 'Çünkü burası, çağlar boyunca unutulan ve silinen koruyucu gücün kökenlerinden sadece biridir.' yazıyor. Bazı kısımlar aşınmış ama anlayabiliyorum." Bunun bir çılgınlık olduğunu düşünerek duraksadım. O kadar gergindim ki, ne yapacağımı bilmiyordum. Tereddüt ederek, "Baris," diye okudum. İlginç bir şekilde, sesimdeki yumuşaklığa rağmen bu ismi söylemek dudaklarımda acı bir tat bırakmıştı. Düşündüm ama daha önce böyle bir isim duyduğumu hatırlamıyordum. Kendimi konuşmaya zorlayarak "Adı buymuş." diye devam ettim. "Genç savaşçı anlamına geliyor ve- Bekle... Bu Antik Mısır dilinde yazılmış, değil mi? Nasıl okuyabiliyorum bunu ben?" Tony​ kaşını kaldırarak "Baris?" diye tekrar etti. Bunu derken sanki düşüncelerimi okumak istiyormuş gibi doğrudan yüzüme bakıyordu. Çetin ceviz bir ifadeyle dudaklarının kıvrıldığını gördüm. "Bu isim Eski Mısır'a ait değil ve sana şunu söyleyebilirim, kraliyet ailesinin kanını taşımayan hiç kimseyi, Karun kadar zengin bile olsa buraya getirmezler." Sonra gülümsemesi imayla genişledi. "Ne garipsin." Uzun kirpikli gözlerimi yere indirerek yüzümü tiksintiyle buruşturdum. "Yalan söylediğimi düşünüyorsun." dedim pimi çekilmiş bir bomba gibi. Tatminkâr bir iç çekişle "Dalga geçtiğini düşünüyorum." diye düzeltti. "Aslında yaptığın şey için daha argo bir deyim kullanırdım ama onu söylemeye terbiyem yetmiyor." Ona boş boş baktım. "Seninle taşak geçmiyorum." Hafif vurgulu bir tonla, tam da aklımdan geçeni söyleyerek, "Belli ki seninki yetiyor." dedi. Dediğim şey yüzünden dişlerini ve pençelerini çıkarmasını bekliyordum ama bunun yerine gözlerinde muzip bir ışıltı vardı. "Ve hiç hoş değildi Eva." "Zaten az önce hoş olmayan bir sürü şey yaptım. Doğruyu söylüyorum. Yemin ederim! Yazıları okuyabiliyorum. Kelimeler... Ne oldukları, birdenbire kafamda canlanıveriyor sanki." Bence boşuna çabalıyordum çünkü bunu açıklayacak bir cümle evrende yoktu. Kendi dilindeki bir yazıyı okumak gibi bir şey değildi bu. İngilizceyi küçüklüğümden beri biliyordum, görmesem de biliyordum, ama bu yazılar ben onları görene kadar kafamda belirmiyordu. Müthiş bir hızla hareket ederek lahide geri baktım. "Ve Wajdet'ten bahsediyor." diyerek geri kalan hiyeroglifleri okumayı sürdürdüm. Yazılar öyle eskiydi ki, net görebilmek için en az dört defa kontrol etmem gerekmişti. "Her şeyi koruyan fedakar güç olduğunu yazmışlar." Tony, "Geriye kalan başka bir şey var mı? Tüm karanlık Mısır'ı aydınlatacak bir şey mesela?" diye küçümsedi beni. Ağzımı açtım ama konuşmana izin vermeden devam etti. "Sakın bana buna inanmamı bekleyecek kadar aptal olduğumu düşündüğünü söyleme. Antik Mısır dilini okumak bu kadar kolay olsaydı, insanlar onu öğrenmek için ömürlerini harcamazlardı Eva." Hâlâ sesinde beni gıcık eden o küçümseyici tını vardı. Bana inanmıyordu ve iyi biliyordum ki, onun yerinde olsam bende bana inanmazdım. O yüzden beni ciddiye almadığı için Tony'ye kızacak değildim ama daha fazla devam edip de dediklerime asla inanmayacak birini ikna etmeyi denemeyecektim. Onun yerine neyi yanlış yaptığımı anlamaya çalışabilirdim. Gözlerim bir kere daha yeşil mücevherin en son olduğu yere takıldı. Midemin bozuk bir süt gibi ekşidiğini hissettim. Bunun bununla bir ilgisi olabilir miydi? Düşünüyordum ama aklıma başka bir seçenek gelmiyordu. Her şey o kadar kontrolümden çıkmıştı ki, kafayı yemek üzereydim. Gözlerimi elime çevirdim çünkü bu el hem falcı kadının baktığı hem de taşı tuttuğum eldi. "Bu bir kâbus olmalı," diye mırıldandım kendi kendime, bir yandan da alnımı ovuyordum. "Ve teknik olarak, tamamen benim hatam." "Ne diyorsun, anlamıyorum." "Hiçbir şey. Sen ​haklıydın. O taşa asla dokunmamalıydım." diye itiraf ettim. Şu an için hiyeroglifleri okuyabildiğim gerçeğini bilmezden gelmek en iyisiydi. Gitmeye karar vererek Tony'ye doğru bir adım attım. "Burada bir saniye daha kalmak istemiyorum. Hemen çıkalım." Bir an önce çıkmak için hissettiğim tüm bu isteğe rağmen yürürken ayaklarım birbirine dolandı. Şaşırdım çünkü sakar bir kız değildim, aksine, sık sık spor yaptığım için denge duygum çoğu zaman tipik bir insanınkinden daha iyi olurdu. Bacaklarım birden iflas etmişti sanki. Çok garipti. Neyse ki Tony​​ vardı. Kollarımdan yakaladı ve bedenim ürkütücü Anubis heykellerinden birine çarpmadan önce beni geri çekti. Güç bela ona tutunmaya çalıştım. Titreyen sadece ayaklarım değildi, ellerim de titriyordu. Tekrar düşer gibi olunca "Eva!" dedi korkuyla. Nefes nefese Tony'ye baktım. Onu ve geri kalan her şeyi buğulu görüyordum. Görüşümü netleştirmek için gözlerimi sıkı sıkı yumarak başımı iki yana salladım. Bu durumu daha da​ kötü bir hâle getirdi çünkü şimdi gözlerimin önünde uçuşan kırmızı, siyah noktacıklar vardı. "Ah," diye mırıldandım. Tony, endişeyle "Topla kendini." diyerek beni doğrultmaya çalıştı. Alnım göğsüne yaslandı. Neredeyse dizlerimin üzerine düşecektim. Bunu fark edince Tony​ beni bırakmaktan vazgeçti, ki bu akıllıca bir karardı. Yoksa sıcakta erimiş buz kreması gibi ayaklarının ucuna düşecektim. "Eva, ayaklarının üzerinde durman gerekiyor. Beni duyuyor musun?" "Yapamam. İyi değilim." "Ne oluyor?" diye sordu​ acı verici bir endişeyle. "Bi-bilmiyorum, emin değilim." Dilimi hissetmiyordum ve sesim art arda üç bardak kırmızı şarap içen bir insan gibi peltek çıkıyordu. Tony'nin omuzlarına tutunmaya çalıştım ama ellerim tişört yerine boş havayı avuçladı. Odağımı kaybediyordum ve işin kötüsü bunun olduğunu hissedebiliyordum. "Sanırım... Sanırım bayılacağım." "Tamam, tuttum seni. Oturmak ister misin?" diyerek ağırlığımı kendi kollarına verdi. Başımı iki yana sallayarak cevap verdim. Oturursam kesin bayılırdım. Uyanık kalmam gerekiyordu. Kendimi buna ikna etmeye çalıştım. Daha önce hiç bayılmamıştım, Koç Kenton beni ölesiye koşturduğunda bile. Belli belirsiz bir şekilde Tony'nin endişeli, mavi gözlerini yüzümde gezdirdiğini görebiliyordum. Ne ironik! Onu, akrep sokarsa onu taşımamakla ya da yardım etmemekle tehdit etmiştim ve şimdi durum tam tersiydi. Gözlerim bir an için kapandı ve aynı anda bedenim de ona eşlik etti. Tony'nin üzerine düştüm. O da hızlıca beni kucakladı. Ayağa kalkmak, bir şeyler söylemek istiyordum. Aslında sadece bedenimin kontrolünü geri istiyordum. Tony'nin "Oof, olamaz. Ne yapacağım şimdi ben?" dediğini duydum. Gözlerimi açmak için irademin kalan son parçasını kullandım ama karanlık ensemden tutup geri çekti beni. Sonra tek duyabildiğim kendi nefesim ve kendi kalp atışım oldu. Geri kalan her ses arkada boğuk bir uğultu şeklinde kafama yerleşmişti. Kendimi hiç hissetmediğim kadar berbat hissediyordum; Başım kazan gibiydi, göğsüm yanıyordu ve dilim uyuşup şişmişti. "Eva," dedi biri. Tony'ydi. Kaybolduğum karanlığın içinde, onun dehşete düşmüş sesi suyun altından çıkıp geldi. "Eva... Gözlerini aç, lütfen..." Deniyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD