Lisedeyken babasının garajında egzotik örümcekler besleyen bir erkek arkadaşım vardı. İsmi Tim, Tom ya da onun gibi bir şeydi... Bir üst sınıfımdaydı ve bek oyuncusu olarak okulun futbol takımında oynuyordu. O zamanlar onunla ilgili hoşuma giden şeyin ne olduğunu anlamak için çok da karakter okuyucusu olmaya gerek yok. Genç, toy bir kızdım ve Tim'de çok çekici bir erkekti. Mermer gibi bir cildi, Asyalıları andıran gözleri, ortadan ikiye ayrılmış kestane rengi saçları ve tüm yaz saman balyaları taşımış gibi iri kolları vardı. Üstelik eğlenceliydi de. Onu her zaman başkalarıyla konuşurken ya da gülerken görürdüm. Yine de resmi olarak ilk tanışmamız okuldan sonraki koşu ve futbol antrenmanlarında olmuştu. Timkolunu bir anda sahanın tellerine uzatarak önümü kesmişti. O sırada koşuyordum. Az kalsın ona çarpacaktım. Ona çarpmamak için koşu ayakkabılarımın topuklarını yere sürtünce dengemi kaybetmiş ve çimlerde sırt üstü düşmüştüm. Şimdi bile canımın feci yandığını hatırlıyordum. Tim hemen kalkmama yardım etmişti. Daha sonra beni teke tek bir koşuda yenebileceğini iddia etmişti ve acıyan yerlerime rağmen buna güldüğümde yüz dolar karşılığında benimle yarışa girmek istemişti. Başta şaka yaptığını düşünmüştüm. Ne de olsa bu çocuk koşu takımında bile değildi ve koşmak futbol oynamaya benzemezdi, hem de hiç. Ama Tim ciddiydi. Bende sırf az önceki düşüşün intikamını almak için kabul etmiştim.
O gün yüz dolar kazanmıştım. Okulumuzun bulunduğu caddede dünyanın en iyi tacolarını satan yerel bir restoran vardı. Paramla bize birer taco alıp güneşin batımına doğru türbinlerde otururken, günümün böyle biteceğini düşünmediğimi düşünüyordum çünkü futboldan hiç anlamamama rağmen Tim'le birlikte antrenman yapan takım arkadaşlarını izliyordum. O da bana futbol hakkında bildiklerini anlatıyordu. Hiç değilse artık averajın ne demek olduğunu biliyordum. Ya da autun. Ya da endirekt serbest vuruşunun...
"Yüz dolarına bahse girerim ki Tim, beni yarışa davet ettiğinde kazanamayacağını biliyordun."
Tim guacomole sosuyla dolu kabı bana uzatırken, inkar etmek istiyormuş gibi kaşlarını çatmıştı. Kaşlarımı kaldırıp yumuşak ve bilmiş bir gülümsemeyle ona baktığımda, "Belki?" diye kabullenmişti. Sonra gülümsemişti. Gülümsediği zaman gözlerinin kenarı kırışıyordu. Güzel bir gülümsemesi vardı ve güzel bir gülümseme tüm kusurları örtebilirdi. Omzumu omzuna çarparak, "İnsan neden kaybedeceğini bildiği bir iddiaya girer ki?" diye sormuştum ona.
"Yani neden olmasın?"
"Ah, bilmem. Kaybettiğin yüz doları düşünürsek, bu pek zekice bir şey gibi görünmüyor."
Tim kafasındaki beysbol şapkasını çıkarıp sıcaktan kıvır kıvır olan saçlarını karıştırdıktan sonra bana gergin bir bakış atmıştı. "Dürüst mü olayım?"
Yavaşça gülümsedim. Bunun sonunun nereye gittiğini görebiliyordum ama eğlenceli olduğu da bir gerçekti.
"Ah, lütfen."
"Senin gibi güzel bir kızla konuşmak için aklıma başka bahane gelmedi." Üstelik flört etmeyi biliyordu da...
"Ben işleri eğlenceli yoldan yapma taraftarıyımdır ama bir akşam yürüyüşünde sana katılmamı da isteyebilirdin. Akşam yürüyüşlerine bayılırım."
"Şu çocuğu görüyor musun?" İşaret ettiği uzun boylu çocuğa bakarken gözlerim kısıldı. Takım kaptanı Earl'dan bahsediyordu. İç geçirdim. Tim ile gözlerimizin yeniden buluşmasını beklerken filmlerdeki gibi midemde kelebekler uçuşmasını umdum ama hiçbir şey olmadı. Ciddiyim. Hiçbir şey. Heyecanlanmadım bile. Nedenini bir türlü anlayamıyordum. Tim, midemde kelebekler uçuşturacak kadar çekici görünüyordu. "Bana bunu daha önce denediğini ve onu reddettiğini söyledi. Bende seni etkilemek için başka yöntem denemek zorunda kaldım."
"Biraz küstahsın, değil mi?"
"Sadece bir şeyi gerçekten istediğimde."
Sonra Tim beni sinemaya yeni giren bir zombi filmine davet etmişti. Başta düşüncem hayır demekti ama az önce bana karşı çok tatlı davranmıştı. Üstelik onunla çıkmam onunla nişanlanmak ya da evlenmek zorunda kalacağım anlamına gelmezdi.
Birkaç gün sonra bana babasının 'koleksiyonunu' göstermek istediğini söyleyerek arabasını o meşhur garajına sürmüştü. Koleksiyon derken plak ya da pul tarzında bir şey beklemiştim ama Tim'in babası eski askerdi. Ailesinin garajı adeta küçük, tropikal bir ormanı andırıyordu. Cam fanuslarda renkli yılanlar, kemirgenler ve örümceklerin gezindiğini görmek midemin kasılmasına neden olmuştu. En çok etkilendiğim ise şimdiye dek gördüğüm en çarpıcı mavi rengine sahip olan bir örümcekti. Sonra sırf denemek istediğim için dört inç büyüklüğündeki, tüylü ve kocaman gözlü o örümceği çıplak ellerimle tutmuştum. Örümcek elimin üzerinden başlayarak omuzlarıma kadar sürünmüştü. Hayvanın bacaklarının boynuma değdiğini hissedebiliyordum ve bunu garip bir şekilde hiç rahatsız edici bulmuyordum. Muhtemelen canıma susadığım anlardan birindeydim.
"Sana babamın iğrenç hobileri olduğunu söylemiştim, değil mi? Küçük bir çocukken burası ödümü koparırdı. Hepsinin kafeslerden kaçacaklarını ve beni canlı canlı yiyeceklerini hayal ederdim."
Big Ass Spider'ı izlemeyi bırakmasını söylemek istiyordum ama o sırada örümcek boynumdan bluzumun açıkta bıraktığı sırtıma doğru hareket etmişti. İki büklüm olup kıkırdayarak "Gıdıklıyor!" dediğimi hatırlıyordum. Tepkim Tim'i yüksek sesle güldürmüştü. "Biliyorsun, üzerinde sürünen zehirli bir tarantulaya böyle tepki veren ilk kız sen olabilirsin."
Sonuçta örümcek korkum varsa bile o gün orada yenmiştim. O yüzden örümcekler beni korkutmazdı ama önümüzü kaplayan ağlarını kenara çekerken ve çıplak ellerimle bize bir yol açmak zorunda kalırken onlardan iğrendiğimi hissedebiliyordum. Sekiz bacaklı, bir sürü gözlü, tüylü, ufak yaratıklar... Bu hayvanları hiç bu şekilde düşünmemiştim ama düşüncesi bile omurgamdan aşağı bir ürperti indirmeye yetmişti. Parmaklarım yapış yapış olmuştu ve aralarından sarkan ağlar bende pansiyona geri dönüp duş alma isteği uyandırıyordu. "Ah, bu iğrenç!" diye inleyerek faydası olur umuduyla ellerimi duvara sürterek temizlemeye çalıştım. İşe yaramak şöyle dursun, bu, ağların tenime daha da yapışmasına neden oldu. İğrenç! Gerçekten iğrenç! Bu ortam için aklımdan geçen en terbiyeli sözcük buydu. Diğer her şey argoya girdiği için onları söylemeye dilim varmazdı. Tam da bu sırada minik bir ciyaklama dikkatimi çekti. Kirpiklerim titredi ve bakışlarımı aşağı indirdim. Bunu yaptığımda kül renginde, avuç içim büyüklüğünde bir fare ciyaklayarak bacağıma tırmanmaya başladı. Kesinlikle elbise giymemeliydim! Çıplak bacağımda sürünen tüylü hayvanı hissettiğim anda yerimden sıçradım. "Çek git!" diyerek bacağımı salladım. Fare dengesini kaybedip yere sırt üstü düştü. Tekrar ciyakladı. Dönerek bir fıçıyı andıran göbeğinin üzerinde doğruldu ve o küçük, pembe burnuyla havayı birkaç kere kokladıktan sonra karanlığın içine koşup gözden kayboldu. Akrepler, örümcekler, şimdi de fareler...
Bugün buradan hastalık kapmadan çıkarsam kendimi şanslı sayacaktım.
"Tony?" Sessizliğin ne kadar uzun süredir devam ettiğini fark edince omzumun üzerinden seslenmiştim. Yoksa dönmüş müydü? Bir an sonra, sızlanır gibi, "Buradayım." diye yanıt verdi. "Beni bunun için ikna ettiğine inanamıyorum ama buradayım."
"Hâlâ söyleniyor olman inanılır gibi değil."
Tony cevap vermek yerine durmuş, gözlerini etrafta dolaştırıyor ve burnunun ucunu kırıştırıyordu. Sonunda ekşi bir suratla bana baktı. "Her yerde örümcek ağları var. Yemin ederim, bu yere üç bin yıldır kimse girmemiştir."
Aynı fikirde olduğumu söylemek için ağzımı açtım ama bunu yapmadan önce herhangi bir sürprize karşı ayağımla etrafı yokladığım için örümcek ağlarının arkasındaki boşluğu fark ettim. Ve benden söylemesi, boşluğa yuvarlanmak çok, çok kötü bir deneyimdir. Özellikle de ne kadar derin olduğunu bilmiyorsanız. Demek istediğim, aynı şimdiki gibi... Neyse ki altıncı hislerim oldukça sağlamdır. Zihnimden bir ses süzüldü ve 'DUR, SENİ KÖR APTAL!' dedi. Onu dinledim. Düşmemek için durduğumda bir adım daha atsaydım feci bir şekilde yaralanacağımı biliyordum. Ağları dikkatle kenara çektim ve daha iyi görebilmek için başımı öne eğdim. Tavan buradan sonra eğimli bir hâl alıyordu. Önümde alt kata inen taş merdivenler vardı ama ne kadar çabalarsam çabalayayım basamakların sonunu göremiyordum. Ayrıca alan o kadar dardı ki, mümkünatı yok, iki kişi yan yana inemezdi. Başka çare olmadığı için "Önden gideceğim." dedim ve Tony'nin itiraz etmesine fırsat vermeden -İtiraz edeceğinden emindim çünkü- taş basamaklardan inmeye başladım.
Kendimi korku filmlerinde bodrum kata inen o geri zekalı insanlar gibi hissediyordum. Aşağıda ruhumu satın almak isteyen şeytani bir varlık yoktu belki- ama elli kadar merdiven indikten sonra bir kapı vardı. Aslında buna pek kapı denemezdi, bir başka karanlığa açılan bir çıkıştı sadece. Ama bir çıkıştı işte. Bu da hiç yoktan iyidir.
"Sanırım ileride bir tür geçiş var." diye haber verdim Tony'ye.
Tony "Harika haber!" diye cıvıldadı. Sesi dalgalıydı ve hemen arkamdan- sol omzumun üzerinden geliyordu. "Yoksa gerçekten klostrofobik olmaya başlayacağım!"
Yapabilsem gülerdim. "Sabırlı ol. Sadece birkaç metre daha." Öyle de yaptı. Nihayet, son basamağı arkamda bırakarak kapıdan geçtim. Bilinmeyene duyduğum ilgi kanımda heyecanın dolaşmasına neden oluyordu ama merakım kursağımda kaldı çünkü telefonumun feneri etrafı tamamen aydınlatmıyordu. Belli bir kısım vardı ve o kısım da yalnızca ışığı geri yansıtan beyaz bir zeminden oluşuyordu. Bu sayede daha fazla duvar ya da merdiven olmadığını fark edebiliyordum. Bu iyi miydi kötü müydü emin değildim ama biraz rahatsız edici olduğu bir gerçekti. Işığın çarptığı tek bir engel bile yoktu; Sadece karanlık... Pekâlâ. İki seçeneğimiz vardı. Ya açık alandaydık ve çoktan gece olmuştu ya da burası gerçekten büyük bir odaydı... Bir şeyler görmeyi umut ederek telefonumu etrafta çevirdim. Elbette, kocaman bir hiçbir şey elde ettim. "Biz," dediğimde sesim dalgalar halinde yankılanarak bana geri döndü. Aşırı büyük bir oda, diye geçirdim içimden. "Neredeyiz?"
"Ah, ben nereden bileyim?"
Ona hak vererek ışığı çevirdim ve geldiğimiz yöne baktım. Geri dönüş yolumuz olan merdivenleri hâlâ görebiliyordum. Sonra içgüdüsel bir şekilde merdivenlerin yanındaki duvara baktım. Duvar öyle uzundu ki, diğer ucu görünmüyordu ve üzerinde içe doğru oyulmuş, yarım ay şeklinde, ince bir girinti vardı. Bu şerit, sonunu göremediğim duvar boyunca düz bir çizgi halinde ilerliyordu. Aklıma gelen düşünceyle gözlerimin içi parladı. Yoksa bu-
Bu sırada Tony'nin sesi düşüncelerimi bölerek ve "Kokuyu alıyor musun?" diye sorarak dikkatimi çekmeyi başardı.
Hemen ona döndüm. "Hangi kokuyu?"
"Sanki... Domuz yağı gibi kokmuyor mu? Ah, bekle. Sanırım bu yeri nasıl göreceğimize dair bir fikrim var." Tony kot pantolonunun cebinden bir çakmak çıkarırken duvarı işaret etti. Neden bir çakmağı olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sigara kullanmadığından emindim. O hiçbir zaman sigara kokmazdı ki. "Işığı şuraya tut. Hayır. Biraz daha sağa."
Gözlerimi yuvarladım. "Burayı ateşe verecek bir şey yapma da."
"İşte, tam şuraya," diyerek girintinin üstüne dokundu.
Dediğini yaptım.
Tony derin bir nefes alarak çakmağı parmaklarının arasında çevirdi. Ne yaptığını bildiğinden şüphem yoktu ama gergin görünüyordu. Çakmağı ateşlediği anda girintideki bir sıvı -Muhtemelen çok yanıcı bir maddeydi- alev aldı. Ondan sonra her şey bir anda oldu. Yıllar sonra yeniden canlanan alev duvar boyunca bir ok gibi fırladı. Öyle hızlıydı ki, ıslık çaldığını bile duyabildim. Birkaç saniye sonra sarı ile turuncu arasındaki bir ışık tapınağın içinde parladı. Ellerimi yüzümün tutarak gözlerimi kırpıştırdım ve bakışlarım ışığa alıştığında diğer duvarlar da kendini gösterdi. Şimdi kare şeklindeki odayı net bir şekilde aydınlatan alevler vardı. "Vay canına!" dedim ağır ağır. Ağzım açık kalmıştı çünkü burası hayatımda gördüğüm en büyük tapınak olabilirdi! En az on metrelik sütunlar odayı aşağıdan yukarıya kadar yükseltiyordu ve daha önce hiçbir yerde böyle sütunlar görmemiştim. Üzerlerine çizilmiş şekiller ve kıvrımlar saf altınla işlenmişlerdi. Ateş ışığının altında parıldıyorlardı. Bakışlarım odanın tam ortasında toplanan sarmal şeklinde desenlerle döşenmiş zemine indi. Artık tamamen aydınlanmış olan iç taban o kadar genişti ki, buraya birkaç futbol sahasının sığabileceğini düşündüm.
İlk konuşan Tony'ydi çünkü bir şey diyemeyecek kadar kafam karışmıştı. "Yemin ederim," derken omzumun üzerinden ona bakmak için başımı çevirdim. Başını iki yana sallıyordu. O da en az benim kadar afallamış görünüyordu. Hatta benden bile fazla. "Burası hayatımda gördüğüm en büyük mezar odası." diye sürdürdü.
"Mezar odası," diye tekrar ederken sesim bir fısıltı şeklinde çıkmıştı. "Elbette." diye iç çektim.
Biliyorum, bunu beklemem gerekirdi ama insan yine de şaşırıyor işte.
Ama tamamen kötü de değildi. Bulduğumuz bu mezar odası hem altınlarla kaplıydı hem de ölülerin efendisi Osiris'in koruması altındaydı. Bir firavuna ya da kraliyet ailesinden birine ait olmalıydı. Emindim bundan. Gördünüz mü? Mısırlı hükümdarların kibirli olduğunu varsaymakta çok haklıydım. Demek istediğim, hangi insan kendi için böylesine bir mezar yaptırır? Yani evet, cesedimin altınlarla ve mücevherlerle kaplı olması, solucanlarla kaplı olmasından milyar kere daha hoş olurdu ama çürümeye başlamış bir et kütlesi olduktan ve bunun hayatımı kesinlikle hiç etkilemeyeceğini bildikten sonra altınları ve mücevherleri ne yapayım ben?
Tony ifademin aldığı hali görünce omzumu dürterek, "Şşş," dedi. Kendi kendime gülümsedim. "O ifadeyi biliyorum. Diline hakim ol. Ölüleri uyandırmak istemezsin."
"Kendin söyle." İşaret parmağımla yanımdaki duvara üç kere vurduğumda alevlerin ışığı odanın duvarlarında dans etti. "Tak, tak. Evde kimse var mı?"
"Ah," dedi Tony ve oyunum karşısında eğlenerek "3000 yıldır, yok." diye yanıt verdi.
Takım ruhu diye buna denir işte. Ve belli ki bunu da beklemem gerekirdi. Sadece ölülerle bu kadar dalga geçtikten sonra bir tanesiyle karşılaşmamayı umuyordum.
"O halde biraz misafirlik kimseyi rahatsız etmez." diye devam ettim ve ters çevrilmiş bir çanak şeklinde olan tavanın genişliğine baktım. Altı sütun vardı ve sütunların desenlerin birleştiği noktalara bakınca ortaya zemindeki sarmal şeklin aynısı çıkıyordu. Ayrıca bu devasa yapı, buraya gelirken kullandığımız koridorların aksine inanılmaz derecede ferah görünüyordu. Aşağı indiğimiz merdivenleri düşündüm bir an. "Burası piramidin tam altında olmalı. Ve görünüşe göre, o kısmın tamamını kaplıyor... Kaplıyor, değil mi?"
Tony beni başıyla onayladı. Gözleri berrak ve kararlıydı ve bir kez daha çok kısık bir şekilde, şaşkınlıkla iç çekti. "Bu..."
"Evet." diye cevap verdim.
"Bütün bunlar... Vay canına..."
Bense ne beklediğimden emin değildim. Belki, bir nebze de olsa, kızgın bir Osiris? Ne eğlenceli olurdu ama.
"Bakmakla ilgileniyor musun?" İlgisizce, duvar boyunca döşenmiş mermer rafları işaret ettim. "Oradaki eşyalar oldukça eski görünüyor."
"Onlara dokunmalı mıyız emin değilim, Eva."
"Devam et. Burada bizi durduracak kimse yok."
Niye şeytanla çalışıyormuşum gibi konuştuğumu bende bilmiyordum ama Tony'nin yüzündeki ifadeden onlara bakmak istediğini anlayabiliyordum. Çok açıktı. Bunu istiyordu. Bana tereddütle baktı ve hiç değilse biraz özgüven vermek için ona belli belirsizce gülümsedim. Ondan sonra her tarih severin yapacağı şeyi yaptı. Geçidin önünden ayrılıp duvar boyunca uzanan raflara doğru yürüdüğünde ayakkabılarının topukları mermer, tozlu zeminde yankılanmıştı. Raflardaki eşyaları incelemeye başladı. Bende onu takip ettim. Bir yandan da raflarda değerli bir taş var mı diye bakıyordum. Taş yoktu ama eşyaların geri kalanı gerçekten de oldukça değerli görünüyordu.
Bir süre sonra hafif bir sesle sordum;
"İlginç bir şey var mı?"
"Soru mu bu?" Üzerinde kadın figürü bulunan bir vazoyu çok nazikçe, neredeyse şefkatle okşadı. "Bunlar yüzlerce yıllık eserler. Hepsi çok değerli."
"Özellikle de çoğu som altından yapıldığı için, değil mi?"
Buna karşın Tony gözlerini devirdi. Bense ilgimi en çok çeken şeye, ölümcül güzellikteki bir mızrağa dokundum. Mızrak tamamen altın renginden oluşuyordu ve asırlar sonra bile jilet kadar keskin görünüyordu. Üçgen kısmında mavi göz motifi vardı. Bu figürü daha önce bir yerlerde gördüğümden emindim. Sonra cevap bir anda aklıma geldi; Horus'un Gözü... Ah, bu şeye zarar vermek istemezdim. Çenem titriyor, göğsüm inip inip kalkıyordu. Mızrağı dikkatlice yerine geri bıraktım. Sonra Tony'nin başka bir bıçağı incelediğini görmek için döndüm. O gözlerde heybetli bir ifadenin kalıntıları vardı. Sarı saçlarını elleriyle taradı. "Başka biri burayı bulmadan önce geri dönmeli ve yetkililere haber vermeliyiz."
Hadi canım, diye geçirdim içimden. Asıl yapmak istediğim göz devirmekken, dudaklarımdaki gülümseme zorlamaydı. Bende elimde olduğu kadar masum ve sevimli görünmeye çalıştım. "Sadece merak ettiğim için soruyorum. Başka biri derken hırsızları mı kast ediyorsun?"
"Hırsızlar mı?" Anlamamış gibi kaşlarını çatmıştı.
"Ah, evet. Hırsızlar." Sanki o kadar da önemli değilmiş gibi elimi salladım.
Tony bana uzun bir süre baktı. Ne diyeceğini düşündüğünü düşündüm. "Seçeneklerin içinde o da var, evet." diye kabul ederek etrafımızdaki Anubis heykellerini ve değerli eserleri işaret etti. Konuştuğu zaman sesi hem yumuşak hem de nükteliydi. "Burayı bizden önce bir hırsız bulsaydı, sence de felaket olmaz mıydı?"
"Şey," diye geveledim ve cevap vermeden önce dilimi alt dudağımın iç kısmında gezdirdim. "Bu konudaki yorumumu duymak isteyeceğini hiç sanmıyorum."
İkimiz de sessizdik. Sonra dudaklarını araladı ve sabırsız bir sesle "Neden?" diye sordu. Bu saf için gerçekten üzülmeye başlamıştım.
"Bir önemi yok." dedim ve gerçekten de yoktu.
"Neyse ne. Yetkililere haber vermek için döneceğiz."
Cevap vermedim. Bir şeyler söylememi bekliyordu. Kısa bir sessizlikten sonra "Biliyorum. Sorun değil, merak etme." diyerek kabullendim durumu. Neden bu kadar gerildiğimi bende bilmiyordum. Her zamanki Tony'ydi işte. Hiçbir şeyi ani bir heyecanla yapmazdı. Şöyle bir düşününce, buraya kadar peşimden gelmiş olması bile şaşırılasıydı. Ve yetkililere haber verme konusunda ona karşı ağzımı kapalı tutmam gerektiğini biliyordum. Aksi fazla dikkat çekerdi. Raflarda mızraklar, hançerler, hatta cam ve çelikten oluşan çeşitli eşyalar vardı. Muhteşem olmalarına rağmen bunlar beni pek etkilememişti. Haydi ama, neredesin, seni lanet taş?
Fikir öyle ani bir biçimde gelip zihnime yerleşti ki, gözlerim zemin boyunca işlenmiş spiral desenlere kayarken başım döndü. Bu aptalcaydı ve büyük ihtimalle de boş bir çabaydı ama desenlerin toplandığı alana dikkatle baktım. Odanın tam ortası... Merkezdeki Ateş... Öyle demişti Tony ama gerçekten olabilir miydi? Bundan emin olamayarak Tony'ye yan yan baktım. Çocuk hâlâ meraklı bir ifadeyle raflardaki eski eşyaları inceliyordu. Son derece dalgın görünüyordu. Gitsem bile fark edeceğini sanmıyordum. Başımı iki yana salladım ve o fark etmeden önce kalıpların oluşturduğu yollardan bir tanesini takip ettim. Desenler zeminin tozlu, gri renginin aksine beyaz renkteydi. Bu yüzden tam olarak nereye gittiklerini görebiliyordum. Odanın kalbinde benim beş katım uzunluğunda bir oyuk ve oyuğun içinde de gösterişli bir lahit vardı. Zemine gömüldüğü için ne oyuk ne de lahit ilk başta fark edilmiyordu ve zaten etrafı aydınlatan alevler yüzünden burada bir göz yanılması oluşuyordu. Ne de olsa buraya gelene kadar burada bir oyuk olduğunu fark etmemiştim bile. Ama iyi tarafından bakalım, lahit odadaki en gösterişli parçaydı. Özellikle de figürün kalbine oyulmuş o güzel, parıl parıl parıldayan, yeşim rengi mücevher yüzünden...
Voilà!
Onu bulmuştum.