Aynı şeyleri tekrarlayıp canımı sıkan kadına rahatsız gözlerle bakarken onu dinlemediğimi belli edecek bir mimik yapmamak için kendimi zorluyordum. Aradan saatler geçtikten sonra bile nasıl cesaret bulmuştum da böyle bir şey yapmıştım şaşıyordum. Ve şimdi, aklımda tek bir şey vardı. O da Baris'di. Demek istediğim, o adam... Mumya... Prens... Her neyse artık... Canlıydı! Nefes alıyor, konuşuyordu. Hissettiklerim, onu ilk gördüğümkinden pek de farklı değildi; Korku, şaşkınlık ve derin bir bilinmezliğin merakı...
Bunları düşünürken elimde olmadan ürpermiştim.
Piramitte karşılaştığım güvenlik görevlisi beni küçük bir binanın küçük bir ofis odasına getirmişti. Odada sadece asık suratlı bir kadın, bir masa ve içi mavinin tonlarına sahip kayıt dosyalarıyla dolu bir dolap vardı. Bir de garip, küflü bir koku.
Birinci sınıf konaklama, ne hoş.
Adını bilmediğim kadın tekrar konuşunca ve yeniden dikkatimi çekince odayı incelemeyi bırakarak ona geri baktım.
"Gerçekten, kızım. Ziyaretçi yasak kısmının neresini anlamadığını merak ediyorum."
"Galiba yasak kısmını." dedim basitçe ve bunu diyebilme cesaretini göstermeme ben bile şaşırdım. İnce düşünceli bir insan değildim ve kahretsin, bazen gerçekten dilimi nasıl tutacağımı bilmiyordum. Şimdi bile durum değişmemişti ve bu düşünce midemde bir yılanın sürünmesine neden oluyordu. Kadının yüzündeki değişimi fark ettiğimde durumu daha da batırdığımı anladım.
"Vay canına. Bu... Son derece küstahçaydı."
Yüzümde mimik bir tebessümle, biraz sersemleyerek, iç çektim. "Özür dilerim. Demek istediğim bu değildi."
"Bence gayet de buydu ama şu anda sorunumuz bu değil, değil mi? Şimdi. Seni hapse atmamam için bana makul tek bir neden söyle." diye cevap verdi, çatık kaşlarının altından bana dik dik bakarak.
"Ciddi olamazsınız." diye fısıldayarak gözlerimi devirdim ve kadın da parmaklarını uyarırcasına sallayarak karşı çıktı.
"Çok daha fazlasını hak ediyorsun aslında."
TAMAM.
Kesinlikle şansımı zorluyordum.
Belki de hazırcevap yerine daha uysal olmayı denemeliydim?
"Bakın, bu çok gereksiz. Siz hiç azıcık eğlenmek için sıvışmadınız mı?" diye kendimi savundum yumuşak bir sesle. Şirin şirin gülümsedim. Ne kadar da haksızdım. Bunun farkındaydım ama belki kadını bir şekilde beni serbest bırakmaya ikna edebilirdim. "Bunu başka bir şekilde halledemez miyiz? Kamu hizmetine ne dersiniz?"
"Benimle dalga geçiyorsun herhalde."
"Aslında gayet ciddiydim."
"Öyle mi? O zaman söyle bana, hayatın boyunca kaç defa kamu hizmeti yaptın?"
"Pek değil." diye itiraf ettim. Aslında, hiçti. "Ama ne kadar zor olabilir?"
"Hayır." dedi kesin bir sesle. "Bu kesinlikle kabul edi-" O sırada kapı çaldı. İkimiz de sustuk, bir an kapıya baktık, sonra tekrar birbirimize...
"Birini mi bekliyordunuz?" diye sordum.
Kafasını aşağı yukarı salladı. Sonra da sesini yükseltip, gelen her kimse, içeri girmesini istedi. "Gir!"
Benden daha zayıfça bir kadındı gelen. Onu hemen tanımıştım. Piramide girmeden önce karşılaştığım baş güvenlik görevlisiydi bu. "Efendim, istediğiniz kişi geldi. Sizi lobide bekliyor."
"Harika! Hemen gidelim. Ne kadar çabuk görüşürsek, bu haşereden de o kadar çabuk kurtulurum. O zamana kadar burada kalıyorsun, kızım." diyen kadın bana doğru işaret parmağını salladı ve odadan çıkıp beni burada yapayalnız bıraktı. Arkasından gözlerimi kısarak baktım ama gülümsemem keyifliydi. Haşere mi? İlk defa biri benden haşere diye bahsediyordu. Yine de bunun beni meşgul etmesine izin verecek değildim. Oturduğum tekli, deri koltuktan kalkıp masanın etrafından dolanarak dolapların birindeki telefonu aldım. Şanslıyım çünkü hat hâlâ kullanıma açıktı. Emma'nın telefon numarasını on beş yaşımdan beri ezbere biliyordum. Hemen onu aradım. İkinci çalışta açtı ve konuşmasına izin vermeden, adeta gözlerim parıldayarak, lafa girdim.
"Emma! Vay canına. Sana ulaştığıma çok..."
"Eva?"
Dondum kaldım çünkü bu ses Emma'ya ait olamayacak kadar kalındı. Göğsüm şişip indi ve "Tony? Sen misin?" dedim emin olamayarak.
"Benim! Tanrı aşkına, neredesin sen? Lütfen bana oraya geri dönmediğini söyle!"
Ah, hay aksi! Bu çocuk ne diye son günlerde karşıma çıkıp duruyordu ki?
"Bence endişelenmemiz gereken daha önemli bir şey var." diye homurdandım kapıya doğru bakarak. Dışarıdan gelen tek bir ses bile duyamıyordum. Kadın uzun süre geri gelmeyecekti herhalde. "Hem inan bana, şu an benimle uğraşmak istemezsin. Kardeşimi gördün mü?"
"Seni aramak için birkaç saat önce hastaneden çıktı, pansiyona geri döndüğünü düşünüyordu."
Yüreğim burkuldu. "Zavallı Emma, korkunç hissediyor olmalı."
"Burada senden başka suçlayacak kimse yok."
"Sağ ol ya."
Bir sessizlik oldu ve sonra Tony derin bir nefes aldı. Bıkkınlıkla sordu bana; "Oraya geri döndün, değil mi?"
"Piramide mi? Evet, döndüm. Taşı bulmak için. Tony..." Sesim yalın ve ikna edici bir hâl alarak alçaldı, oysa odada beni duyabilecek kimse yoktu. "Onu gördüm."
Anlamamış gibiydi.
"Kimi gördün?" diye sordu şaşkın şaşkın.
"Lahitteki, lahitteki o herifi. O gerçek."
Ben bunu deyince karşı taraftan tok bir kahkaha sesi geldi. Bir an şaşırıp kaldım çünkü Tony'yi daha önce hiç böyle gülerken görmemiştim. Görünüşe göre söylediklerim onu bir hayli eğlendiriyordu. "Baris'i mi? Eva, o herif üç bin yıldır nefes almıyordur."
Sözlerindeki alaycı ton yüzünden büyük bir pişmanlıkla göğsüm sıkıştı.
"Şey... Teoride öyle ama bana pek de öyleymiş gibi gelmedi." Baris'i ve bana bakan o acayip, derin gözlerini bir kere daha hatırlayınca omurgamdan aşağı buz gibi bir ürperti indi. Kafamın içindeydi ve düşüncelerime öyle kök salmıştı ki, onu oradan çıkaramıyordum. Dikkatli ol, demişti bana. Bu da ne demekti? Tehlikede miydim? Telefonu tutan parmaklarım sıkılaştı ve yüzüm düşünceli bir ifade aldı. Hiçbir şey anlamıyordum. Hem o sanrılar neydi? Ya Kosey? Baris? Kafamı iki yana sallayarak iç geçirdim. "Dinle. Taşı çaldım ve bence Baris bundan pek hoşlanmadı."
"Bak, sen çok hastaydın."
"Evet." diye kabul ederek gözlerimi devirdim.
"Çok ateşin vardı. Çok, çok fazla."
"Evet." Kaşlarımı çattım. "Ne olmuş yani? Bunun bununla ne ilgisi var?"
"Demek istediğim, öyle bir ateşten sonra sanrılar görmen çok normal-"
"Ahh! Kes şunu! Hemen! Bana deli muamelesi yapmayı bırak! Ne gördüğümü biliyorum ben! O herif gerçek! Hepsi gerçek! Tanrım, ödümü kopardı!" diyerek elimi yüzümde gezdirdim. Uygunsuz bir şey söylememek için dudağımı öyle sert ısırıyordum ki, camdaki yansımamdan alt dudağımın pembeden kırmızı bir renge büründüğünü görebiliyordum.
"Bence aşırı tepki veriyorsun. Belki de düştüğün zaman kafanı bir yerlere çarptın? Beyin sarsıntısı geçirip geçirmediğini öğrenmek için hastaneye gelebilirsin."
"Sana zaten ne olduğunu söylüyorum! 'Neden bana inanmıyorsun? Seni aptal, kör çocuk!' Bak, bunu Antik Mısır dilinde söyledim. Nereden bildiğimi bilmiyorum ama o dilde konuşmak istediğim zaman kelimeler... Öylece ağzımdan çıkıveriyorlar. Sahip olduğum her şeyin üzerine yemin ederim ki, doğruyu söylüyorum. İstiyorsan git araştır." Derin bir sessizlik hâkim oldu. Telefonu indirip ekranda ilerleyen zaman çizelgesine garip garip baktım. Hayır, kapatmamıştı. "Tony? Orada mısın?" diye seslendim, hâlâ orada olup olmadığından emin olamayarak.
"Gerek yok." diye cevap verdi. "Hastanede bıraktığın not defteri var ya? Onu araştırdım. Evet. Hepsi bahsettiğin dillerde yazılmış. Tek bir hata bile yok. Hatta defteri gösterdiğim uzman - ki o bu alanda en iyisidir - yazıları çok iyi bir dil bilimcinin yazdığını düşündü."
İrkildim. Bunu zaten biliyordum ama yine de bu şaşırmama engel olmamıştı. Hızlı bir iç çekişle soluğum kesilirken dişlerimi birbirine bastırarak sakinleşmeye çalıştım. Sonra da süklüm püklüm bir tavırla elimi ensemde dolaştırdım. "Hepsi o aptal taş yüzünden oluyor olmalı!"
"Onu sen çaldın. Bu senin seçimindi. Bence olanlar için kendinden başkasını suçlayamazsın. Hele de cansız bir nesneyi." diye karşılık verdi sertçe.
Ağır ağır "Şey..." derken sesim şaşkındım. Durup düşündüm ve belki de onu en deli edecek şeyi söyledim: "Herkes kahraman olmak için doğmaz, Tony."
İnanmaz bir tonla, "Ne?" diye fısıldadı.
"Beni duyduğunu biliyorum."
Bencilliğime şaşırarak "Bunu nasıl söylersin! Pişman bile değil misin yani!" diye gürledi hattın diğer ucundan. Öyle çok bağırmıştı ki, sesi kulaklarımı acıtmıştı. Hafifçe somurtarak telefonu kulağımdan uzaklaştırdım.
"Seninle konuşmak güzeldi. Teşekkürler."
Ve telefonu yüzüne kapattım, çok bile konuşmuştum.
O anda bir ses duyuldu ve saniyeler içinde kapı kolunun aşağı doğru hareket ettiğini gördüm. Biri geliyordu! Hemen telefonu yerine geri koydum ve yüzüme meraklı bir ifade yerleştirerek pencereye yürüyerek dışarıyı izliyormuş gibi yaptım. Ne kadar zamandır buradayım, bilmiyorum ama ay ışığı pencereden içeri süzülüyor, gökyüzü yıldızlarla süslenmeye başlıyordu. Tek bir bulut kümesi bile göremiyordum. Garip bir şekilde, yıldızlara bakmanın içimdeki dehşet duygusunu dindirdiğini fark ettim...
Kapının açıldığını duydum.
"Hey," dedi daha önceki görevli kadın. "Senin için biri geldi."
Başımı çevirdim ve Profesör Robert'ın da görevli kadınla birlikte ofisin içine girdiğini görünce gözlerim şaşkınlıkla kocaman oldu. "Ah, siz..." dedim fakat devam edemeyince yutkunarak kelimelerin boğazımdan aşağı inmesine izin verdim. Nedenini anlamayarak "O burada ne arıyor?" diye sordum görevli kadına.
"Senden sorumlu birine haber vermeniz gerekiyordu ki, sorumluğu senden daha iyi biri alabilsin. Kayıtları kontrol ettik ve araştırma için gelen üniversite öğrencilerinden biri olduğunu fark ettik."
Kahretsin, Emma... Ama bu benim kurtuluşum olabilirdi. "Özür dilerim, profesör." dedim yalandan mahcup rolü yaparak. "Ben sadece tekrar oraya girmek istemiştim, bu kadar sorun olacağını bile düşünmemiştim. Gerçekten çok üzgünüm."
Profesör Robert, bana ölümcül bir bakış attı ve sonra kadına dönüp birden öfkeli bir adamdan saygılı ve kibar bir beyefendiye dönüşerek "Geri kalanını ben halledeceğim. İlginiz için teşekkür ederim, hanımefendi." dedi. "Ve tekrar, yaşananlar için özür dilerim. Ne kadar mahcup olduğumu tahmin bile edemezsiniz. Üniversite olarak öğrencimizin bu davranışı için en ağır şekilde cezalandırılacağından emin olacağız."
Eyvah! Emma beni öldürecekti ve onun ne kadar hümanist, barış sever biri olduğunu düşünürsek bu sefer sınırlarımın fazlasıyla ötesine geçmiştim. Acaba adama Emma değil de onun ikiz kız kardeşi olduğumu söylese miydim?
"Bir dahaki sefere öğrencilerinizden biri böyle bir şey yapmaya kalktığında, bu kadar yumuşak davranmayacağımızdan emin olabilirsiniz." diye ikaz etti görevli kadın.
Profesör, hemen "Yapmayacak, yemin ederim." diye söz verdi.
Sonra kadın dönüp bir cevap bekler gibi bana baktı.
Hemen kafamı aşağı yukarı salladım. "Asla." dedim ve evet diye düşündüm kendi kendime. Asla! Dersimi almıştım; trilyon dolarlar bile verseler bir daha o korkunç tapınağa geri dönmeyecektim! Profesör ile dışarı çıktığımızda ve etraftaki insanlardan uzaklaşıp pek kimsenin olmadığı başka küçük bir ofisin önüne geldiğimizde birden dönüp kollarını kavuşturarak bana dik dik baktı. Şimdi Emma'nın neden bu adamdan bu kadar çekindiğini anlıyordum. Sadece bana bakıyordu ve bu bile azarlar gibiydi. Sarı gözlerimi yere indirerek, "Teşekkür ederim, efendim." dedim. Emma rolü oynamaya devam etmek ne kadar doğruydu acaba? Bir yandan da kardeşimin mahvettiğim akademik hayatını düzeltmek için en şirin halimle rol yapıyordum. Onun ikiz kardeşi olduğumu itiraf etmek, bu işe yaramazsa diyeydi. "Siz bir şey söylemeden önce yaptığım şey yanlıştı, biliyorum ve gerçekten çok özür dilerim. Ben sadece..."
"Kapa çeneni kızım."
"Tamam." dedim yavaşça. İstediği gibi çenemi kapadım ve kaşlarımı bilmiş bilmiş kaldırdım. Biraz kaba mıydı ne?
"Kabul edeceğim, oldukça inandırıcı bir hikâye. Bir hırsız için. Yani, ne? En başarılı öğrencimin ikiz kız kardeşi, tarihi eser kaçakçıların eserleri karaborsaya ulaştırmasına yardım ediyor. Yakalanınca da sorumluluk almamak için beni kullanabileceğini düşünüyor. Gece bunun için mi yatağımdan kalktım ben?" Derin bir nefes aldı ve ben suspus olurken adamın yüzü gülünç bir kırmızıya döndü. "Ama genel olarak düşünürsek, iyi planmış."
Bunu komik bir sessizlik izledi ve tek sebebi ikimizin de ne diyeceğini bilemiyor olmasıydı.
Bir süre sonra "Tony mi söyledi?" diye sordum, aslında bunun benim için hiçbir önemi olmamasına rağmen. Gerçi başka kim olacaktı ki?
Bana, "Ne? Ne fark eder ki?" diye çıkıştı. Evet, kesinlikle Tony'ydi. Onu gördüğüm ilk yerde iyi bir pataklayacaktım. Geri zekalı herif. Sadece çenesini kapalı tutamıyor muydu yani? Profesör Robert yüksek sesle homurdandı ve sakinleşmek için ileri geri volta atarken derin derin nefesler aldı. Kesinlikle sabrını zorluyordum. Tekrar bana odaklanarak ellerini salladı. "Bak kızım, kim olduğunun benim için hiçbir önemi yok. Şimdi polise gidiyoruz ve onlara bu konu hakkında bildiğin her şeyi anlatıyorsun."
"Anlatsam bile bana inanacaklarını sanmıyorum, efendim." Aslında bunu ona söylemenin hiçbir anlamı yoktu. Sanırım şansımı denemek istediğim içindi. Uzaktan bize göz kırpan üç büyük piramidi işaret ettim. "İstemeden de olsa antik bir prensi canlandırdım ve sanırım taşını... Ya da o şey her neyse artık, çaldığım için bana ölesiye kızgın bir halde."
Tam da tahmin ettiğim gibi, adam bana acilen tımarhaneye kapatılması gereken bir kadınmışım gibi baktı.
"Ne? Sen-"
Sesi, çalan telefon tarafından bölündü. Yanımda telefon olmadığı için kıpırdamadan profesöre bakmaya devam ettim. Profesör Robert ise mırıldana mırıldana telefonunu takımının cebinden çıkardı. Ekrana baktı. Sonra tekrar bana baktı. Yüzünün her yerinde yazılı bir tereddüt vardı ve ben bunu görebiliyordum. Sonunda kararını verdi ve "Hemen döneceğim. Bir yere gitme." diye ikaz ederek arkasını döndü. Rahat rahat konuşmak için benden birkaç adım uzaklaşırken, kendi kendime 'Beni asla yalnız bırakmamalıydın' diye düşündüm. Bahçe kapısı Profesör Robert'ın durduğu yerdeydi. Yani oradan çıkmam mümkün değildi. O yüzden bende başka bir çözüm buldum; Küçük, tek katlı ofis binasının duvarındaki saksı çıkıntısına tutundum ve kendimi yukarı doğru çekerek küçük, minimal ofis binasının çatısına çıktım. Profesör Robert hâlâ telefonla, üniversite komitesinden biriyle benim hakkımda konuşuyor ve kontrolü ele aldığını söylüyordu. Buna ne kadar 'kontrolü ele almak' denirse tabii...
Zavallı adam, arkasını dönüp de beni bıraktığı yerde göremeyince muhtemelen çok şaşıracaktı. Onun için neredeyse üzülecektim, neredeyse, ama sonra 'kendi durumum' için üzülmenin çok daha uygun olacağını fark ettim.
Düşüp de tüm kemiklerimi kırmamaya dikkat ederek çatının caddenin diğer tarafına açılan kısmına yürüdüm. Atlamadan önce aşağıyı bir kontrol ettim. Kimse yoktu ve burası en az iki metreydi. Çıkmış olabilirdim fakat daha önce hiç iki metreden atlamışlığım yoktu. Yine de ben bir sporcuydum. Bedenim yeterince esnek ve sağlıklı olduğundan bunu yapabileceğimden emindim. Birkaç esneme hareketi yaptıktan sonra çatıdan kaldırım taşlarının üzerine bir çırpıda atladım ve dudaklarımdan çıkan küçük inlemeler eşliğinde bacaklarım sızlasa da ayaklarımın üzerine dengeli bir şekilde inmeyi başardım. Ama, ah, paslanmıştım anlaşılan. Dizilerimi ovuşturdum. Bu ağrıya biraz iyi geldi. Sonra şöyle bir silkelendikten sonra doğrulup cadde boyunca yürümeye başladım. Bir yandan da birinden telefon istemeyi ve beni buradan alması için Emma'yı aramayı düşünüyordum çünkü son paramı buraya geldiğim taksiye verdiğim için şimdi meteliğe kurşun atıyordum. Genç bir çiftin benden birkaç metre uzakta kaldırım kenarında oturduğunu ve gülüşerek sohbet ettiklerini görünce dikkatimi onlara verdim. Çocuk kolunu benden birkaç yaş küçük gösteren kızın omzuna atmıştı ve kız her ne anlatıyorsa, ona gülümsüyordu. Bir ara cadde de olduğum için burada telefon isteyebileceğim tek kişi onlardı.
Genç çifte doğru bir adım attım.
Tam da o anda uzun, siyah bir araba kaldırıma yaklaşıp yanımda durdu. Motoru hâlâ çalışır halde olduğu için bunun garip olduğunu düşündüm. Arabaya bakmak isteyerek etrafımda döndüm ama keşke istemeseydim - bu arabayı tanıyordum. Cam açıldı ve Patrick'in adamlarından biri olan Alber'i görür görmez tanıdım. Patrick, diye düşündüm bir kere daha. Baris'le olan küçük münasebetimizden sonra onu ve benden istediği şeyi neredeyse unutmuştum.
Eğilip camdan içeri bakarken kahverengi saçlarım yanaklarımdan aşağı döküldü. Parmaklarım arabanın üst tabanına birkaç kere vurdu. "Burada ne arıyorsun?" diye sordum, sesim onu gördüğüm için ne kadar hoşnutsuz olduğumu belli ediyordu.
"Seni arıyordum."
Beni nasıl bulmuştu acaba? Aklıma giren düşünceyle müthiş bir tiksinti içinde titredim. Ah, kahretsin. Bunca zaman beni takip mi ediyorlardı? Çok sapıkçaydı bu. Soğuk bir şekilde Alber'in suratına bakmaya devam ederken sadece ve sadece takip edilmekten ne kadar hoşlanmadığımı düşünüyordum. "Eh, aferin sana. Beni buldun. Nasıl olduğumu sormak için aramıyorsundur herhalde." Bu dediğim Alber'in alçak bir sesle, pis pis gülmesine neden oldu. Bende gözlerimi devirdim. "Ne istiyorsun yine?"
"Biz de tam işi hallettin mi diye merak ediyorduk."
Adamın sesinde saygıyla karışık methedici bir tını vardı. O yüzden gözlerim yüzünde takılı kaldı ve başka çarem olmadığı için gırtlağımı temizleyerek "Evet. Sayılır." diye itiraf ettim.
"Güzel." dedi.
"Hiç sorma." diye karşılık verdim, bir kere daha gözlerimi devirmeden edemeyerek.
Sonra bir düğmeye bastı ve kapıların kilidini açtı. Arabaya binmemi istediği çok belliydi ama ben kıpırdamadan ona bakmayı sürdürdüm. Hâlâ hareket etmeden kaldırımda dikildiğimi görünce Alber bilmiş bilmiş kaşlarını kaldırdı. "Patronu bekletmek istemezsin, değil mi?"
"Hiç ister miyim?" diye alay ettim. "Gerçekten umurumda değil, Alber."
"Ama olmalı. Arabaya bin. Seni oraya götüreceğim."
Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatarak, gayet de ciddi görünüyor, diye geçirdim aklımdan. Bu durumda iki seçeneğim vardı; Ya çığlık atacaktım ya da uslu bir kız gibi davranarak dediğini yapıp arabaya binecektim. Binmek istemiyordum çünkü bu uçurumdan atlayıp yaşamayı umut etmekten farksız olurdu ama bunu ona söylesem bile Alber beni zorla arabaya bindirecekti. Onda bu potansiyeli görüyordum ve eminim ki yanında silahı da vardır.
Evet.
İşler benim adıma hiç de iyiye gitmiyor.
Kaçmak için bir yol var mı diye etrafa göz attığımda, sandığım kadar aptal olmayacak ki, Alber ne yapmak istediğimi anladı. Bu sefer beni açık açık tehdit ederek, "Eva, bin şu arabaya!" diye vurguladı. Ona onu öldürecek gibi baktım ama lanet herif, susmaya yeltenmedi bile. "Beni zor kullanmak zorunda bırakma. O güzel yüzünü mahvetmek istemiyorum."
Biraz düşündükten sonra itiraz edici tek bir cümle kurmamanın benim yararıma olduğunu düşünerek kapıyı açtım ve ön koltuğa oturarak emniyet kemerimi bağladım. Alber yola çıkarken bende kara kara Patrick adlı mafya bozuntusuna nasıl bir açıklama yapacağımı düşünüyordum çünkü kesinlikle yanımda taş yoktu! Bundan hiç ama hiç hoşlanmayacaktı! Lanet olsun ki, söyleyecek tek bir bahane de gelmiyordu aklıma! Kendimi bu adamlardan korumanın bir yolunu bulmam lazımdı. Hem de hemen. Bir süre sonra kendimi yeterince güvende hissetmediğim için elimi Alber'in meyan rengi ceketinin cebine kaydırdım. Amacım ondan bir şey çalmak değildi. Sadece yanında silahı olup olmadığını merak ediyordum. Silahı yoksa Patrick'in yanına varmadan önce onu atlatmam kolay olurdu.
Parmak uçlarım soğuk bir demire dokununca irkilerek Alber'e dehşet içinde baktım. Bunun ne kadar dikkat çekici olduğunu fark ettiğimde ise gözlerimi hemen yola çevirdim. Hafif hafif gülümsemekten kendimi alamıyordum. Tanrım, teşekkürler! Çünkü bu silahtan bile daha iyiydi! Eğer silahı olsaydı, ağırlığı yüzünden Alber yokluğunu mutlaka fark edeceğinden onu çalmam imkansızdı ama şimdi elde etmek istediğim şey yeterince hafifti. Üstelik şanslı günümdeydim de Alber arabayı toprak yolun içinde tutmakla meşguldü. Ne yaptığımı fark edemeyecek kadar dikkati dağılmış görünüyordu. Vites değiştirdiği esnada cebindeki parmaklarımı kıvırdım ve ondan çok benim işime yarayacak olan o şeyi alıp kendi cebime sıkıştırdım. Sonra da camdan dışarıya bakarak tam olarak nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Toprak yolun alt tarafında bir fabrikanın yerini gösteren büyük bir tabela vardı ama bunun dışında nerede olduğumu anlamama yardım edecek tek bir şey daha yoktu. Kötü haber. Ama kaçmayı başarırsam birilerinden telefon isteyebilir ve Emma'yı beni buradan alması için arayabilirdim. Sadece uygun anı kollamam gerekiyordu. Uygun an, diye geçirdim içimden. O anın en kısa sürede gelmesi için dua ederken saatler süren yolculuk hızla geçti. Patrick'in evine vardığımızda içgüdüsel bir şekilde elimi cebime sokarak varlığıyla güvende hissettiğim şeye dokundum.
Çok amaçlı bir İsveç çakısıydı bu.