Yabancı birden bana döndü ve kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Beklemediğim bir anda göz göze gelince ve onun benimkilere tıpatıp benzeyen gözlerini görünce olduğum yerde dondum kaldım. Baris'in yakışıklı yüz hatlarında ise bir an için şaşkınlık belirdi. Bunu farkında olmadan yaptığını fark ettim. Kalabalıkta biri adınızı seslendiğinde dönüp bakmanız gibi bir şeydi bu...
Aniden kafamda her şey netleşti ve yemin ederim, aklım tamamen başımdan gitti, kalbim duracak gibi oldu.
Eyvahlar olsun!
O an düşüp bayılmamam ya da şoktan ölmemem bir mucizeydi. Buradan. Hemen. Çıkmak. Zorundaydım. Ama ani bir şekilde hareket edersem bana saldıracağından falan korktuğum için kıpırdamaya cesaret edemedim. İstesem de hareket edebileceğimi sanmıyordum zaten. Bedenimdeki her adale, her lif kaskatı kesilmişti. Sadece olduğum yerde duruyor ve olduğu kadar sakin bir kafayla durumu anlamaya çalışıyordum.
Sonunda konuşabildiğimde, hiç öyle olmadığım halde soğukkanlı bir "Neden bana baktın?" diye sorabildim, zar zor.
Bir an cevap vermedi, anladığımı fark etmişti çünkü. Sonra kayıtsız bir miskinlikle "Bana seslendin," dedi. Onun gerçekten Baris olabileceğine imkân vermek istemiyordum ama burada, karşımdaydı işte! Başını hafifçe yana eğdi ve bunu yapar yapmaz düşündüğüm şey ne kadar delice olursa olsun, gerçek olduğunu anladım. "Demek sonunda kim olduğumu anladın. Güzel."
Durumu benden çok onun kabullenmesi karşısında panikle sendeledim ve hemen kahrolası çenemi kapadım. Gözlerimi bir türlü ondan ayıramıyordum. Nefes bile almıyordum. Şimdi uzun boyuyla, geniş omuzlarıyla gözüme daha da tehditkâr geliyordu. O da gözlerini benden kaçırmıyordu. Suçlu bir ifadeyle hafifçe gülümsedi.
"Özür dilerim. Çok mu ani oldu?"
Korkulu gözlerle onu izledim ve sonsuz gibi gelen bir sürenin ardından fısıldadım;
"Neden?"
"Bu durumda nasıl daha uygun bir soru olmaz mıydı?"
Buna cevap vermeye tenezzül bile etmediğimde Baris gözlerindeki meraklı ifadeyle beni süzdü. Ateşin kızıl tonu nedeniyle gözlerinde tuhaf parıltılar oluşuyor, gölgeler teninin üzerinde dans ediyordu. Bir kez daha yüzüme baktı ve panikten bayılmak üzere olduğumu fark edince dudağının hafifçe gerildiğini gördüm. İçimdeki ipleri koparan şey buydu sanırım. KAHRETSİN! Hayat neden bu kadar boktan? Sakin ol! Sakin ol! Durumu kontrol altına almak zorundaydım ama kahretsin, gerçekten kızgın görünüyor...
"Neden burada olduğumu biliyor musun?" diye sordum ona.
"Biliyorum."
Tüh, bu kötü olmuştu işte.
Endişeden alt dudağımı yara olacak kadar sert bir şekilde ısırdım ve o da ölümcül bir sakinlikle devam etti.
"Hırsızlardan birisin, değil mi? Bir zamanlar birisi bana, dürüstlük her şeyden önemlidir, demişti; Kötülük, asla bir lideri iyi bir limana yönlendirmez."
Yavaşça, anlamayarak ona baktım. Söyledikleri şiir gibiydi ve muhtemelen bir şiirdi de ama bunu daha önce bir yerde duyduğumu hatırlamıyordum. Kelimelerinde adeta bu dünyaya ait olmayan bir şey vardı.
"İyi bir nedenim vardı!" diyerek kendimi savundum, hemen.
Bu onu neredeyse güldürdü, neredeyse. Küçülüp ufacık kalmak istememe neden olan bir gülüşü bu; Tıpkı bana olan bakışları gibi. "Evet. Eminim hırsızlık yapmak için iyi bir nedenin vardır. Seni yargılamıyorum, sonuçta insanlar farklı şeylere ilgi duyarlar ama sebebin ne olursa olsun, bununla ilgilenmiyorum."
Böyle konuşan birinin parayı iyi bir neden olarak göremeyeceği belliydi zaten. Sonunda konuşabildiğimde "Şey... Sanırım yabancılarla konuşmaktan korktuğumu söylemenin zamanı değil, değil mi?" dedim. Baris kaşlarını çattı ve bana ciddi olup olmadığımdan emin olamıyormuş gibi baktı. Bende gergin gergin güldüm. "Bu gece, en hafif tabiriyle ilginç oldu, değil mi?" diye sürdürerek ellerimden birini arkamdaki raflara kaydırdım. Parmaklarım soğuk bir metalin sapını kavradı, muhtemelen bıçaklardan biriydi. Şanslıydım çünkü yeterince zarar verici bir silahtı. Bıçağın kabzasını sıkı sıkı kavrarken Baris'in dudaklarından kibar bir tebessümün geçtiğini gördüm.
"Diyebilirim."
"Ah, Tanrım... Sen gerçekten de O'sun, Baris'sin..."
Omuzlarını silkti. Sanki benim tarafımdan teşhis edilmekle ilgilenmiyordu. Konuşmaya çalıştım ama sözcükler dudaklarımdan dökülmedi. Bende ona elimdeki bıçağı fırlattım.
Bunu gerçekten de yaptım.
Daha önce hiç bıçak atmamıştım ama spor kulübünün poligonlarından birinde ok atmayı denemişliğim ve hiç bana göre bir spor olmadığını anlamışlığım olmuştu. Bıçak havada dönerek ve ıslık çalarak fırladı. Uç kısmı, Baris parmaklarını kaldırıp kabzasını tuttuğunda gözlerinin arasındaydı. Bu nasıl bir refleksti böyle? Onu santimlerle ıskalamıştım. Sanki bu bardağı taşıran son damlaymış gibi, burnundan soludu. "Şimdi, hoş oldu mu bu? Daha yeni tanıştık." diyerek kolunu savurup bıçağı yana fırlattı ve bıçak düşündüğümden daha keskin olmalı ki, bu sefer duvarlardan birine saplanıp kaldı. Bense çoktan Baris'e bıçak attığım için pişman olmuştum. Delirmiş olmalıydım, neden böyle bir şey yapmıştım ki?
"Neyse, bu olanlar kaçınılmazdı." Gözlerini yumup alnını ovdu. Demedi demeyin, başını ağrıtan bendim. Sonra kesin bir sesle konuştu benimle. "Aslında sana teşekkür etmeliyim. En azından beni seni aramak zorunda kalmaktan kurtardın. Onun yerine, kendin geldin ve bunun burada olmasının biraz manidar olduğunu düşünmüyor musun?"
Onu sessizce dinledim ve yanıt vermeden kıpırtısız kaldım çünkü nasıl kaçacağımı düşünüyordum.
"Neden konuşmuyorsun?" dedi o garip, altın rengi gözlerini açıp tekrar bana odaklarken. "Lütfen, konuş."
"Neden bahsettiğin hakkında hiçbir fikrim yok! Benimle dalga mı geçiyorsun?"
"Bir de yalancı..." diye ekledi. "Sen neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsun. Zaten olan oldu, en azından birbirimize karşı dürüst olalım."
"Şöyle şeyler söylemeyi kes!" Öfkem ağır bastı ve bende ona bağırdım. Oysa sadece gerçeği söylüyordu. "Sen bir delisin!"
"Peki sana ne demeli?" diye karşılık verdi sertçe. "Ne kadar küstah ve yüzsüzsün. İnsanların eşyalarına izinsiz dokunan sen değil misin? Hırsızlık yapmak ayıp değil mi?" Gözleri gerginlikten değişen yüz hatlarımda dolandı. Kalp atışlarım hızlanırken ve gözlerim fal taşı gibi açılırken söylediklerine itiraz etmedim. Zaten gerçeği bilmiyor muydu? İnkar etmenin ne anlamı vardı ki? Ardından bu durumdan tiksiniyormuş gibi devam etti. "Hırsızlardan, yalancılardan hiç haz etmem ve ahlaki değerlerin hakkında ciddi şüphelerim var. Anlaşılan senin tavırların üzerinde çalışmamız gerekecek."
"Ye... Yeter artık..."
Kekeliyor muydum ben? Ah, bu iyi değildi. Duygularımı saklamakta zorlanıyordum ve şu anda çok fazla endişeliydim. Aceleyle kapıya baktım. Baris kapının önünde durmuyordu ve bana baktığında ne düşündüğümü anlamaması için yüzümü ifadesiz tutmaya çalıştım. Bana doğru temkinli bir adım attı. O bunu yapınca tüm içgüdülerim vahşi bir hayvanınki gibi harekete geçti. Kaçmak için bir şans doğmuştu ve bende bu şansı kullanmaya karar vererek, hiç düşünmeden en iyi yaptığım şeyi yaptım; Yani tabanları yağladım! Merdivenleri çıkıp Baris'i arkamda bırakırken hızımı öyle alamadım ki, kapının karşısındaki duvara omzumu çarptım. Homurdanarak omzumu tuttum ve başımı iki yana sallayarak acının geçmesini beklemeden, koşmaya devam ettim. Normalde bu kadar hızlı koşmadan önce mutlaka ısınırdım ama şimdi hemen buradan çıkmam, Emma'nın yanına geri dönmem gerekiyordu. Sonra da onu bu tuhaf, anlaşılmaz ülkeyi terk etmek için ikna etmem gerekecekti. Mümkünse bir daha asla geri dönmemek üzere!
Kafamın içi savaş alanı gibiydi ve nabzım tenimi dövüyor, deli gibi atıyordu. Ne düşünmem, ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Ne hissetmem gerektiğini bile kestiremiyordum. Hissedebildiğim tek şey korkuydu ve o korku o kadar saf ve gerçekti ki, birazdan kalbim göğsümden fırlayacaktı.
Bu korkunç kabustan uyanmak istiyordum.
Ne yazık ki, bir kabusta değildim ve az önce olan her şey gerçekti.
Tanrım...
Belki de gerçekten kafayı yiyorumdur!
Sonra her şey o kadar ani oldu ki, ne olup bittiğini anlamaya fırsatım olmadı. Koşarken bir el belime dolanıp beni geri çekti. Şaşkınlık içinde canhıraş bir çığlık yükseldi dudaklarımdan. Sonra ayaklarım yerden kesildi. Yerde yuvarlandık. Durduğumuz zaman sırt üstü uzanıyordum ve saçlarım başımın iki yanına yayılmıştı. O da üzerimdeydi... Gözleri benimkilere sabitlenmişti ve benim de göğsüm tişörtümün altında hızla inip kalkıyordu. Çok telaşlı olduğum halde ona vurmaya çalıştığımda Baris ellerimi tuttu. Kollarımı kaldırıp başımın üzerinde sabitledi ve parmakları kabaca bileklerimin etrafını çevreledi. Bir dizi bacaklarımın arasındaydı. Dizlerinin üzerinde duruyordu. Bir an olduğumuz pozisyon yüzünden hareket edemedim. Kendimi kafese girmiş bir hayvan gibi hissediyordum ama şükürler olsun ki, elleri dışında bana dokunmasını istemeyeceğim hiçbir yeri dokunmuyordu. Bu iyiydi, gerçekten iyiydi çünkü olanlardan sonra bir de taciz edilmeyi kaldıramazdım. Sırtımı büküp debelendiğimde Baris'in pazıları gerildi ve kurtulmaya çalışırken ayak tabanlarım dehlizin zeminini sertçe dövdü.
"Yakaladım seni." Bunu ikimizi de toz toprak içinde bırakan debelenişlerimi umursamadan söylemişti. Öyle sert mücadele ediyordum ki, yerden kalkan tozlar ikimizin etrafında hafif bir duman tabakası oluşturuyordu. "Bırak beni!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Sustuğum zaman bağırmaktan boğazlarım sızladı ama o sakince konuştu. "Nereye gittiğini sanıyorsun? Daha adını bile bilmiyorum."
Kendimi tutamayıp gözlerimi sımsıkı yumdum ve içine hapsolduğum karanlıkta başımı deli gibi iki yana sallayarak "HAYIR!" diye bağırıp onu reddettim.
"Neden?" diye sordu. Benim aksime alçak bir sesle konuşuyordu. "Sen benimkini biliyorsun. Bunun gayet adil olduğunu düşünüyorum."
"Hayır! Hayır, hayır! Sen gerçek değilsin! Bunların hiçbiri gerçek değil! Hepsi... Hepsi benim kafamda olup bitiyor!"
"Öyle değil." Sesi anlayışlıydı ama yine de hırslı ve öfkeli itirazlarımı umursamıyordu. Ve onun bunu dediğini duymak bile gerçekliğe olan inancımı sarsmaya yetmişti. Ama şimdi ifadesi bana acıyormuş gibi bir hâl almıştı. "Keşke öyle olsaydı çünkü kendini deli ilan etmen, burada olanların gerçek olmasından daha iyidir. Yol açtığın sorun için buraya geri dönüp de sızlanman ne tatlı."
"Üzgünüm!" dedim boğuk bir sesle ama beni bağışlamasını istesem bile artık neye yarardı ki?
"Olmalısın da." diye azarladı beni.
Sözleri beni gözlerimi açıp ona bakmam için zorladı ve Baris'le yüz yüze gelirken bıraktığım soluğum yanağına çarptı. Elleri bileklerimi bırakmadan, baş parmaklarını avuç içlerim boyunca hareket ettirdi. Sert parmaklarına rağmen bu çok hafif, sakinleştirici bir dokunuştu ama o an sadece korkuyla titrememe neden olmuştu. İçimde beni yakan, kocaman bir alev vardı sanki. İç çektim ve konuşmadan önce yavaşça yutkundum. "Tamam... Bak. Dinle beni. Tarihi eser kaçakçılarına bulaştığım için çok üzgünüm. O taşı çaldığım için pişman mıyım? Evet, kesinlikle! Bir daha da hayatta böyle bir şey yapmam! Sadece, sadece gitmeme izin ver. İstemezsen burada olanlardan kimseye bahsetmem bile." Yüzüm kıpkırmızı kesilirken yanaklarımın, boynumun ve kulaklarımın alev alev yandığını hissediyordum. Pek fazla kızaran biri değildim ama zaten kızarmamın sebebi de utanmam değil, öfkemdi. Kutsallıktan uzak eylemlerime rağmen Baris'le burada kapana kısıldığım için tepeden tırnağa öfke hissediyordum. Hissettiğim öfkeyi yansıtan bir sesle, yüzüne karşı, "Ne? Ne istiyorsun benden!" diye bağırdım.
"Hiçbir şey."
Bir an ona bakakaldım. Gözlerim hissiz ve donuktu. İyice sersemlemiş, niyet ettiğim haykırış da dudaklarımda yok olup gitmişti. Küçücük bir an için kelimelerin içinde kayboldum. Ağzımdan anlamsız homurtular çıktı. "Hiçbir şey mi?" diye sordum sersemce. Kosey'le gördüğüm sanrılardan sonra nedense buna hiç inanamıyordum.
"Evet. Hiçbir şey. Hayatın beş para etmez ve iş işten geçti için sana fırça atmanın da bir anlamı yok. Yine de şu an hiçbir yere gidemezsin."
"Beni zorla mı tutacaksın? Bunu halletmenin..." dedim ona. "Daha iyi bir yolu olmalı, değil mi? Yalvarırım, bırak beni."
"Haydi ama. Benden bu kadar korkmana gerek yok. Nefret etmene de. Sana bir şey yapmayacağım." Beni ikna etmeye çalışır gibi durgun ve nazikti sesi. Daha sakin olsaydım, belki işe yarardı ama şimdi içim kontrol edemediğim bir korkuyla dolup taşıyordu. Ona niye güvenecektim ki? Çok daha sert bir şekilde debelenmeye başladım. Ayağımı bir şeye vurup kendi canımı yakınca ellerimi acıyla yumruk yapıp inledim. Baris hafifçe çıkışarak, "Deli misin sen? Kendine zarar veriyorsun!" dedi. "Seninle konuşmam lazım. Olayları açığa kavuşturalım. Konuşmadan buradan gitmene izin vermeyeceğim. Beni duyuyor musun?"
En ufak bir tereddüte yer vermeyen bir ifade vardı suratında. Ben ne kadar kaçmak istiyorsam o da o kadar beni zapt etmek istiyordu. Durup ona baktım ve şöyle dedim;
"O halde bırak beni."
Hiç düşünmeden "Hayır." diye yanıt verdiğinde boğazım düğümlenerek yutkundum.
"Beni bir hayvanmışım gibi zapt ederken sadece konuşmak istediğine nasıl inanabilirim!"
"Bırakırsam kaçacaksın. Yüz ifadenden her şey okunuyor." Duygudan yoksun akıl yürütmesi dişlerimi birbirine bastırmama neden oldu. Beni bu kadar kolay okumasının öfkesiyle ayağımı tüm kuvvetimle ayağının arkasına geçirdim ama Baris sandığımdan daha çevikti. Parmakları bir an gevşese de kaçmayayım diye bileklerimi daha sıkı tuttu ve ben bu başarısızlık karşısında ayaklarımı hınçla yere vururken homurdandı. "Hey. Sakin ol."
Biri bana sakin ol deyince ben sakin olmaktan iyice uzaklaşıyordum.
Belki de bu yüzden ağzımdan pek de hoş olmayan bir küfür kaçtı. Bu şekilde küfür etmem onu şaşırtmış gibiydi. Baris benimkiyle aynı yoğunlukta bir öfkeyle karşılık verdi. "Eğer bu kadar gürültücü olmaya devam edersen dikkatleri üzerimize çekersin. Sana, zaten 'Bir şey yapmayacağım.' dedim, değil mi? Yani, saçmalamayı bırak ve dinle. Ben-" dedi ve sonra sustu birden. Başını kaldırıp gözlerini başımın üzerinden koridorun ilerisine sabitlemişti. Her ne gördüyse, bu onu rahatsız etmişti. İfadesinin hoşnutsuzlukla sertleştiğini ve omuzlarındaki kasların kaskatı kesildiğini gördüm. Sonra tekrar bana döndü ve "Fazladan birkaç dakika için neler vermezdim." dedi. Gözleri hoşnutsuzlukla parlıyor ama bunu bastırmaya çalışıyordu. Birkaç saniye birbirimize baktık. Bileklerimi bırakmadan beni kendine çekecek gibi bir hareket yaptı. "Öyle olsun." dedi. Sonra daha sakin, hatta neredeyse merhametli diyebileceğim bir sesle, "Dikkatli ol." diye uyardı beni.
Birden debelenmeyi bıraktım çünkü sözlerinin altında yatan ikazla şaşkınlık bir anda zihnime hücum etmişti. Yüzümdeki ifadeyi zapt edemiyordum. Bir şey söylemek istiyordum ama tek yapabildiğim ona bakakalmaktı.
Dikkatli mi olayım?
Bu da NE demek oluyordu?
Tam ona ne demek istediğini sormak üzereyken, olduğumuz yere yaklaşan bir fenerin ışığı etrafı aydınlattı. Işıktan rahatsız olarak kafamı yana çevirdiğimde Baris'de bileklerimi bıraktı. Üzerimden kalktığında bir süre tepki vermeden yerde yattım. Sonra umudun parlak ışıltısıyla içim doldu. Beni bırakıyor muydu? Ama gerçekte, gitmeye karar vermem birkaç dakikamı aldı. Fazla düşünmemeye çalışarak titreyen dizlerimin üzerinde doğruldum ve beni durdurmasını bekler gibi birkaç saniye önünde dikildim ama Baris hiç hareket etmedi. Bende koşarak oradan uzaklaştım. Göz açıp kapayıncaya kadar köşeyi döndüğümde beyaz bir ışık süzmesi gözlerimi kamaştırdı. Ayaklarımı yere sürterek durdum. Bir insan! Sevinçten çığlık atmamak için dudaklarımı birbirine bastırmam gerekmişti. Uzun boylu, uzun bıyıklı, yanık yüzlü, yaşlı bir güvenlikçiydi bu. Fenerinin ışığını yüzümü görmek için kaldırırken adamın gözlerindeki derin ve sözsüz azarı görebiliyordum.
"Küçük hanım?" diye lafa başladı.
"Hmm?"
"Başın cidden büyük belada."
Zaten farkındaydım ama şimdi ne bunu düşünecek ne de bir şeye konsantre olacak durumda değildim. Zaten böyle olmasa, mümkün değil, böyle sakin kalamazdım. Düşüncelerimle kendime işkence etmeyi bırakarak, yalandan bir kaygı içinde, "Üzgünüm, özür dilerim." diye geveledim ağzımda.
"Bu kadarı yeter. Özürlerini daha sonraya sakla. Beni takip et ve sakın gözümün önünden ayrılayım deme." İfademdeki yıpranmışlık yüzünden olsa gerek, hafif adımlarla bana gelerek dediğini onaylatma gereği duydu. "Anladın mı beni?"
"Sanırım anladım."
"Hadi, bu taraftan."
Bir an tereddüt ettikten sonra çekinerek başımı salladım ve oradan çıkmadan önce dudaklarım titreyerek, omzumun üzerinden geriye baktım. Dehliz eskisi gibi boş ve sessizdi. Tam da tahmin ettiğim gibi Baris gitmişti. Benimse kafamda bir sürü soru ve kocaman bir duygu yumağı vardı. Bu benim suçumdu, biliyordum! Benim ve marifetli ellerimin! Yine de ilk hissettiğim şey kurtulduğum için derin bir minnettarlıktı ama bu çok kısa sürdü ve yerini hemen kendini pekiştiren bir korku aldı. Kahretsin! Beni rahatlatacak bir şey istiyordum - Her şeyin yolunda gideceğine dair bir güvence... Tek istediğim buydu fakat çoktan güçlü bir karanlık beni derinliklerine çekmeye başlamıştı...