?3.BÖLÜM (PART 2): LUXOR MÜZESİ

2618 Words
Müze henüz kapanmamıştı. Neyse ki içerisi dışarıdan daha serindi. Heykelleri ve garip, ne işe yaradığını anlamadığım ev aletlerinin olduğu sergileri gezerken, bir süre sonra Ramses'e ait olan küçük bir heykelin yanında durduk. Ramses'in kocaman gözleri, basık ve yuvarlak bir yüzü ve uzun, ince bir sakalı vardı. Tony​ o gün oldukça konuşkandı. Bana Ramses hakkında bildiği her şeyi anlatırken elimden geldiği kadar onu dinlemeye çalışıyordum. Hangi zekayla sekiz tane eş ve yüze yakın cariye istedi bu adam, diye düşünmeden yapamadım. Bir firavunsan ve hanedan soyunun kutsal sayıldığı bir kentte yaşıyorsan, bu pek de zekice bir davranış değildir. Üçten fazla eşi düşündüğünde kafasında büyük, kırmızı harflerle şu sinyalin çakması lazımdı: 'Çok fazla varis, çok fazla tehlike!' Ya da bunun gibi bir şey işte. Ama Ramses'in hayatta kalma içgüdüleri kör bir devekuşununki kadar geliştiği için yüze yakın çocuk yapmış. Bunu ona söylediğimde Tony​ bana​ gözlerini devirdi. "Bak, sana demiştim, beynin başkalarından farklı işliyor." "Eh," dedim imalı bir şekilde. Hafifçe eğilip kalın, cam bir fanusun ardında korunan firavun İkinci Ramses'in heykeline dikkatle baktım. "Birileri bunun aptalca olduğunu kabul etmeliydi." Ses yok. Ağzımda garip bir tat vardı. Müze gezimizin büyük bir kısmı Tony'nin bana bir şeyler anlatması, benim araya girip yorum yapmam, onun ya gülmesi ya da gözlerini devirmesiyle geçmişti. Bir süre sonra Tony, "Peki neden deve kuşları?" diye sordu. "Anlamadım?" dedim. "Neden deve kuşu dedin?" Başını yana eğerken bana gözlerindeki merakla bakıyordu. Heyecanlanmışa benziyordu. "Neden panda ya da ne bileyim, tembel hayvan falan değil?" "Şey." dedim bende. "Bir keresinde deve kuşları hakkında bir belgesel izlemiştim." Belgeseli hatırlayınca dudağım yukarıya kıvrılıp gülümseme biçimini aldı. "Bazen çok şapşal oluyorlar." "Gerçekten Ramses'in aptalın önde gideni mi olduğunu düşünüyorsun?" Bu sefer gözlerini deviren bendim. Tony cevabını alarak Ramses'in heykeline gözlerini dikti. "Onun hakkında ne düşündüğünü bilmek istemem, değil mi?" "Hem de hiç istemezsin." Ardından müze gezimize kaldığımız yerden devam ettik. En çok ilgimi çeken de heykeller ve el yazısı yazmalardı. Mısırlıların sanattan ve görsel zevkten anladıkları aşikârdı. Sonra Tony bir bez parçasına çizilmiş resimlerin önünde firavun Akhenaten'den ve kızından bahsetmeye başladı. Aslında bunun oldukça depresif bir hikâye olduğunu düşündüm. Anladığım kadarıyla Mısırlılar öteki tarafa geçmek için uzuvların tam olması gerektiğini düşünüyormuş. Kızıyla tartışan firavun ise kızı öteki tarafa geçemesin diye kızının ellerini kestirmiş. Bunu duyduğumda öz babamdan nefret etmeme rağmen bir damla minnet hissettim. Herifin babalıktan bir halt anladığı yoktu ama hiç değilse ellerimi kesmeye çalışmıyordu. Bileğimi ovarken bunun benim başıma geldiğini hayal ettiğimde bile midem isyanlar çıkararak ayağa kalktı. Kesinlikle doğru çağda doğmuştum ben. Kolayca birilerine acımazdım ama gerçekten, kendi öz kızının ellerini kestirmek mi? Hem de​ sonsuz uykuya yattığı zaman huzur bulamasın diye? Iyy. Bu heriflerin derdi neydi? Tony ifademden ne kadar iğrendiğimi anlamış olacak ki, elleri kesilmiş o zavallı prenses hakkında konuşmayı bıraktı. Neredeyse bunu yaptığı için ona teşekkür edecektim. O sırada müzenin anons sistemi devreye girdi ve müzenin on dakika sonra kapanacağını açıkladı. "Zaman çabuk geçti," dedim ve kendimi yine garip hissederek omuzlarını silktim. "İlginç ama gerçekten eğlendim." "Evet, bende." Sesi samimi ve yumuşak, gözleri ışıl ışıldı. Bu konuda ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. O yüzden kaşlarımı çattım. Ben​ bunu yapınca Tony​ boğazını temizledi ve kol saatine baktı. "Muhtemelen gitmeliyiz. Yolumuz uzun." "Evet. Bu arada, baştan söyleyeyim, bu sefer ben kullanacağım." Lafım biter bitmez hızla ağzını açtı. Aynı hızla elimi kaldırıp dudaklarına bastırdım. Tony'nin sesi avucumun altından boğuk, anlamsız bir homurdanma olarak çıktı. Heceleyerek söyledim: "Boş, yere, itiraz, etme." Dudaklarını elimden hışımla çekti, benden hızla uzaklaştı. "Niye buna bu kadar taktın anlamıyorum." "Çünkü kullanmak istiyorum. Arabam Amerika'da kaldığı için aylardır direksiyon tutmadım. Ayrıca benden bu kadar tereddüt etmen de sinir bozucu oldu." Tony​'nin gözlerinde görmekte hiç de zorlanmadığım bir güvensizlik vardı. Ne yapacağımı hayal ettiğini merak ettim. Sonra vazgeçtim. Muhtemelen World Rally Championship'de yarışıyormuşuz gibi kullanacağımı düşünüyor olmalıydı. "Tamam ama kaza yaparsan sorumluluk alan ben olmam." diye belirttiğinde tepem attı. "Tanrı aşkına Tony! Senin derdin ne? Niye bir kez olsun bana güvenmeyi denemiyorsun? Ben​ hayatımda kaza yapmadım. Hız cezası bile alamadım." dedim onu arabayı bana vermeye ikna etmeye çalışarak. "Öyle de muhteşem bir sürücüyümdür." "Evet. Bir de mütevazisin, bunu unuttun." Ama bunu duyduğu için rahatlamış görünüyordu. Müzeden ayrıldığımızda Tony arabasını almak için yanımdan ayrıldı. Akşam çoktan şehre inmişti. Caddenin ıssız, karanlık bir tarafında şehrin ışıklarını seyrederek Tony'yi bekledim. Aradan dakikalar geçti. Bir arabayı otoparktan almanın ne kadar süreceğini bilmiyordum ama bu kadar sürmeyeceği kesindi. Keşke telefonumu yanımda getirseydim. Birilerinden rica etsem mi acaba diye düşünürken, bir el arkadan omzuma dokundu. "Nihayet!" Tony​ olduğunu sanmıştım ama onun yerine kırklı yaşlarında, polis kıyafeti giymiş olan iki adamla karşılaştım. Adamların biri oldukça uzun boylu bir esmerdi ve diğeri de benim iki katım büyüklüğünde, kaslı bir devdi. Tüm uzuvlarım kaçmamı söylüyordu ama şimdi bu fazla aptalca olurdu. Kaküllerimin altındaki, parlak, yeşil gözlerimi masum ve savunmasız tutmaya çalıştım. "Evet, memur bey?" "Hanımefendi," Benimle konuşan adam zayıf olandı, iri yarı olansa gerekirse yardıma hazır bir vaziyette arkada bekliyordu. "Ben Alber, bu da Omar. Bize karakola kadar eşlik etmeniz gerekiyor. Hakkınızda hırsızlık ihbarı yapıldı." "Emin misiniz?" "Evet. Lütfen sorun çıkarmadan bizimle gelin." "Bir hata olmalı." dedim. En yumuşak sesimle konuşarak onu kandırmaya çalışıyordum. İki adamı baştan aşağı süzdüm, bu işte bir terslik vardı. Yine de tatlı bir ifadeyle gülümsemek için mümkün olduğu kadar kendimi zorladım. "Ben sadece bu büyüleyici ülkenin keyfini çıkaran bir turistim." "Eğer direnirsen güç kullanmak zorunda kalacağız." Ceketini kaldırdı ve bana kelepçesini gösterdi. Kelepçelenme fikri kesinlikle rahatsız ediciydi ama tehdit edilme fikri ondan daha da rahatsız ediciydi. Alber uzanıp koluma dokununca irkildim ve tiksinerek, "Bırak beni!" diye uyardım onu. Beni dinlemedi. Onun yerine bedenimi öyle sert bir şekilde kendine çekti ki, adamın göğsüne çarptım. Burnuma dolan kokuyla birlikte yüzümü buruşturmamak için kendimi tuttum. Şu anda en önemli derdim adamın kokusu değildi. Ona tekme atmaya çalıştığımda parmaklarını kollarıma dolayarak beni zapt etmeye çalıştı. Bedenimi sarstığında dudaklarımdan şaşkınlık dolu bir nida koptu. Ne kabalık! Aklıma gelen tek şeyi yaptım bende. Elimi Alber'in kemerinde kaydırdım ve o fark etmeden önce menteşeli polis kelepçesini çekip aldım. Avucumda, kilit kısmının tam olarak nerede olduğunu anlamaya çalışarak kelepçeyi çevirdim. Adam hâlâ beni sarsıyordu. Bakışlarım uzun, ince bir gövdeye sahip olan sokak direğine kaydı. Adamın kafasını alıp direğe çarpmak istedim. Bence bunu kesinlikle hak ediyordu. "Seni pislik!" diyerek daha da kışkırttım onu. Sonuna kadar direneceğimi fark edince Alber dediğini yaptı ve elini hızla kemerine attı. Parmaklarını kaydırdı, kelepçeyi aradı. Nafile bir çabaydı. Yüzüme bakarken kelepçenin yokluğunu fark ederek kaşlarını çattı. "Sen..." "Ah," diye mırıldandım geri çekilirken. Saçımı yanağımdan çekerek kulağımın ardına sıkıştırdım. "Bir şey mi oldu?" Ondan sonra Alber müthiş bir öfkeyle üzerime atıldı. Eli yanağımın birkaç milim ötesini sıyırdı. Sokak direğine kelepçelenmiş olan bileği yüzünden bana ulaşamadı, aksi halde şimdi ikimiz de yerde yuvarlanıyor oluyorduk. Ama canı feci yanmış olmalıydı. Acı acı haykırıp kelepçeli elini çılgınca zorlayarak kurtulmaya çalıştı. Bence aşırı salaktı çünkü akıllı bir insan, anahtarı olmadığı ya da baş parmağını yerinden çıkarmadığı sürece bir kelepçeden kaba kuvvetle kurtulamayacağını bilir. "Dostum," diye araya giren Omar, kollarını geniş göğsünün üzerinde çaprazlamıştı. Başını iki yana sallarken gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. "İnanamıyorum." "Gevezelik etmeyi kesecek misin?" "Nasıl keseyim? Az önce bir kız tarafından haklandın. Hem de iki saniyede. Etkilendim doğrusu." Şimdi Alber'in yanakları biraz kızarmıştı. Utancını bastırmak için bağırdı. "Topuklamadan önce yakala şunu!" Şu derken bana atıfta bulunuyordu. Bunu biliyordum zaten. Kaçmak için bir adım attım ama bunu denediğim anda Omar'ın olduğu taraftan öfkeli bir haykırış yükseldi. Adamın elini ceketinin içine, beline attığını fark ettim. Ne buna olacağına dair çok iyi bir tahminim olduğu için tüylerim diken diken oldu. Ne olursa olsun, buna cesaret edemeyeceklerini düşünüyordum ama hayır! Omar el tabancasını çıkardı ve kaldırıp yüzümün tam ortasına nişan aldı. Ona şaşkın gözlerle baktım. Bir silah? Gerçekten mi? Tam burada, bir sokağın ortasında mı? Etrafta tek tük insanlar olmasına rağmen kimsenin caddenin bu karanlık tarafına baktığını zannetmiyordum. Nabzım kulaklarımda atıyor, göğsüm hızla inip kalkıyordu. Damarlarımda dolaşan adrenalini zapt etmek için ellerimi iki yanımda sıkı birer yumruk yaptım. "Benim silahım yok. Bana silah doğrultman yasal mı?" diye sordum, soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. "Bizimle geliyorsun, seni küçük kaltak." Kaşlarımı çattım. "Ya da ne? Ateş etmeyi mi planlıyorsun?" "İçimden bir ses koşmaya başlarsan eğer seni yakalayamayacağımı söylüyor." derken başını yana eğdi. Benim içimdeki ses de aynısını söylüyordu. Kaşlarımı daha da çattım. "Bunun dışında, gerçekten arkadaşını bizimle bırakıp gidecek misin?" Önce neden bahsettiğini anlamadım ama sonra yüzüm tiksintiyle buruştu. Tony! Tony'den bahsediyordu! İşte bu, çocuğun neden geç kaldığını açıklıyor. Ve bir adım daha geri çekildim. Omar buna hazırlıksız yakalanarak kaşlarını çattı. "Ciddi misin?" diye sordu, hayretle. Ah, evet. Tüm​ bencil içgüdülerim bana kaç git diyordu. Neden böyle bir şey yapacaktım ki? Evet, müzeyi gezmiştik, harika vakit geçirmiştik ama Tony benim için hiçbir şey değildi. Üstelik ben hiçbir zaman bir süper kahraman olduğumu idea etmedim. Kaçmam gerekiyordu. Bu adamlarda bir terslik vardı, baştan beri biliyordum... Ama Tony'i burada kaderine bırakırsam, Emma benden nefret ederdi. Sadece bununla kalsa iyiydi, bende kendimden nefret ederdim. Arada sırada kendini gösteren ahlaki yargılarım şimdi paçayı kurtarmama engel oluyordu. O yüzden, bunun korkunç bir aptallık olduğunu bile bile ellerimi havaya kaldırdım. Omar teslimiyetim karşısında yavaşça gülümsedi. Silahını kemerindeki tabanca kılıfına geri koyarken bana doğru çenesini salladı. Sonra kelepçelerin anahtarını çıkarıp Alber'e fırlattı. Alber emri hemen aldı. Anahtarları havada yakaladı. Hemen kelepçeyi çözüp bana yaklaştı ve az önce ona taktığım kelepçeyi ellerime geçirmeye çalıştı. Oh, hayır! Hayır, bu asla, asla olmayacaktı! Bu adamların karşısında kendimi savunmasız bırakmayacaktım. Bileğimi kavradığı anda kolumu çekip kendimi Alber'den kurtardım. Yeniden uzandı ama ondan daha hızlı bir şekilde geri çekilerek ters bir bakış attım. "O kelepçeyi bana takamazsın." Alber yüzüme derin bir nefretle baktı. "Hiç şansın yok, kızım." Tehdit ederek, "Dene beni." dedim. "Avazım çıktığı kadar bağırırım." Omar "Bırak, kalsın." diyerek araya girdi. Kolumdan tuttu ve beni karanlık bir ara sokaktan geçirerek polis arabasına doğru götürmeye başladı. Hızına ayak uydurmaya çalışırken bir yandan da ona tekme atıp atmamam gerektiğini düşünüyordum. Adam tamamen kas yığınından oluşuyordu ama eminim ki sıkı bir tekme onu birkaç dakikalığına hareketsiz kılardı. Fakat sonra Tony'yi hatırladım. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bu düşünceyi aklıma kazımaya çalışırken Omar polis arabasının kapısını açtı ve beni arka koltuğa itti. Gerçekten itti ve bu adam tamamen kastan oluşuyordu! Sendeledim. Omzumu başka birinin omzuna sertçe çarptım. Tony'ydi bu. Polis memurunun bu kabalığı karşısında şaşkınlıkla soludu. "Dikkat et!" dedi, bu endişe edeceğimiz son şey olmasına rağmen. Omar, Tony'i görmezden gelerek kapıyı üzerimize kapattı. Arabanın etrafından dolanarak sürücü koltuğuna geçti. Hemen yola çıkmadı. Yandaşını gelmesini bekledi. Albert, sürücü koltuğunun yanındaki yolcu koltuğuna otururken telefonuyla birilerine mesaj yazıyordu. "Tamamdır," dedi. Bu 'tamamdır'ın ne anlama geldiğini düşünürken hafifçe sızlayan omzumu ovdum. Omar arabayı çalıştırıp trafiğe daldığında hem öfkeden hem de şaşkınlıktan başım ağrıyordu. "Lanet olsun!" diye soludum. Tony'nin gözleriyle karşılaşmak için başımı kaldırdım. "Merhaba Tony. Seni tekrar görmek çok güzel." Onaylamayan bir tavırla, "Ukalalık etmeyi keser misin?" diye çıkıştı. Kollarımdan tutup koltukta doğrulmama yardım ederken bana surat astı ve biraz geri çekilip beni süzerek iyi olup olmadığımı kontrol etti. "Ne yaptın sen? Neden polis peşinde?" Yüzümü sertçe buruşturdum, ona küfür etmemek için elimden gelen tek şey buydu. "Tamam. Tony, başımız ciddi bir şekilde belada." "Evet! Senin yüzünden karakola düştüğüme inanamıyorum!" Bir anlığına her şeyi unutarak ona şaşkın şaşkın baktım. Aynı şaşkınlıkla bana bakan Tony'e, "Öyleyse rahatlayabilirsin çünkü karakola gitmiyoruz." dedim. "Ne?" diye fısıldadı, ağır ağır. "Duydun beni." O tanıdık suratında beliren endişeyi görünce dilimi ısırdım. Belki de alıştıra alıştıra söylemeliydim. Dikiz aynasından Omar'a çatık kaşlarla baktım. Omar kaşlarını kaldırdı. Yüzüne yayılan garip, rahatsız edici gülümseme beni tedirgin etmişti ama bunu belli etmemek için elimden geleni yaptım. Yine de Tony'e söylemem gerekiyordu. "Bu adamlar polis değiller. O üniformaları büyük ihtimalle bir kostüm mağazasından bulmuşlardır." "Ne demek istiyorsun?" Tony, belli ki hiçbir şey anlamayarak sordu. Sesi beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. "Eva, neler oluyor?" "Fark etmiş." Omar'ın göğsü sıkıntıyla kabardı. "Evet, fark ettim." diye hemfikir oldu Albert ve tüm sinirlerimi uyaran bir sırıtmayla "Biz polisiz." diye yalan söyledi. "Öyle mi? O halde polis kimliğinizi görmek isterim. Haydi." "Ne zaman anladın? Nazik, yerel polis yüzünün ortasına silah doğrulttuğunda mı?" diye sorarak benimle alay etti. Dudaklarından bu durumdan ne kadar keyif aldığını gösteren bir ses çıktı ve elini ceketinin iç cebine atıp yokladı. Oradan bir sigara paketi çıkarıp bir tane yaktı. Cömert bir yandaş olduğu için Omar'a paketi uzattı ama Omar kafasını iki yana sallayarak bu teklifi geri çevirdi. "Biliyorsun Alber, gerçekten bir polis olsaydın berbat bir polis olurdun." Bunu deyince Alber hiddetli bir ifadeyle kafasını kaldırdı. Aynada göz göze geldiğimizde aynı hiddetin gözlerinde parladığını görebiliyordum. Konuşmaya devam etmeden önce alnım kırıştı. "Polisler görev başındayken içmezler. Yasak. Sense leş gibi içki ve sigara kokuyorsun. Gerçi şikayetçi değilim. Ayık olsaydın seni o direğe kelepçelemem o kadar kolay olmazdı." Ses yok. Tony, dehşetle soluğunu tuttu. "Eva!" Sonraki tepkiyse Omar'dan geldi, adamın şaşkınlıkla karışık bir keyifle kahkaha attığını işittim. "Seni çok fazla alkol tüketmemen konusunda uyarmıştım, dostum. Sözlerime kulak asmalıydın." Bunun üzerine Alber'in boz rengi gözlerinde hoşnutsuzluk belirip kayboldu. Alkolün de etkisiyle rahat bir sesle konuştu. "Demek seni tuttuğumda anladın." Hayır, diye düşündüm; O zaman değildi. Otomatik olarak, yavan bir şekilde, bunu söyledim. "Hayır. O zaman değildi." Bu dediğim, Alber'i şaşırttı. "Ne?" Omar bile merakına yenik düşerek kulak kesilmişti. "Ah, lütfen." derken gözlerimi yuvarlamış, sesimdeki küçümsemeye engel olmamıştım. "Bana saygısızlık etmeyin. Başından beri farkındaydım zaten." Düşünceli gözlerle camdan dışarı baktım. Karanlık yüzünden pek bir şey göremiyordum ama şehrin ışıkları giderek soluyordu, o yüzden şehirden ayrıldığımıza ve otobana doğru yol aldığımıza emindim. "Ne de olsa Kahire teşkilatının Luxor polisine haber vermesine neden olacak kadar önemli bir şey çalmadım." Sadece bir kolye. Bu düşünceyle havaya bakarak gözlerimi devirdim ve sıkıntıyla inledim. Yüzünden şaşkınlık ve büyük ihtimalle bilinmezlik korkusu geçerken Tony​ gözlerini kıstı. Hırsız olduğum ya da başını belaya soktuğum için mi böyle yaptığını kestiremedim. Muhtemelen her ikisiydi de. Huzursuz bir şekilde yerinde kıpırdandıktan sonra koltukta bana döndü. "Bu adamların kim olduğunu biliyor musun?" "Hayır." Duygularımı elimden geldiği kadar gizlemeye çalışarak fısıldadım. Kaçmak için bir strateji geliştirmem gerektiğini biliyordum ama şu an bunu yapamayacak kadar kafam karışmıştı. Tony parmak boğumları beyazlayana kadar ellerini sıkarak küfretti, ki onu daha önce hiç küfür ederken görmemiştim. Gerçekten öfkelenmiş görünüyordu. O yüzden "Sakın aptalca bir şey yapıp onlara saldırmaya kalkışma." diye uyardım onu. "Birinin silahı var, diğerinin de vardır ve eminim üzerinde kullanmaktan çekinmezler." "Anlıyorum." Tony'nin sesi daha sakin bir hâle geldi. O esnada Omar'ın dikiz aynasına baktığını ve bizi kontrol ettiğini fark ettim. Kaşlarını çatmıştı. Neyse ki duyamayacağı kadar alçak sesle konuşuyorduk. "Ama Eva, bizi zaten öldürmeye de götürüyor olabilirler." "Biliyorum. Şimdilik ayak uydur. Onlara saldırırsan ya araba kontrolden çıkar ya da silahlarını kullanırlar. Yüz elli milin üzerinde gittiğimizi düşünürsek, her iki şekilde de ölürüz." Bunu söylerken kucağımda birleştirdiğim parmaklarıma bakıyordum. Çenem de ellerim gibi kaskatıydı. Tony'e göstermemeye çalışıyordum ama bende en az onun kadar allak bullaktım: Allak bullak ve endişeli. Luxor müzesini onunla birlikte gezerken bu gecenin iki sahte polis ile sonlanacağını hiç düşünmemiştim. Bu o kadar trajikomikti ki. Gözümün ucuyla Omar ile Alber'e bir bakış daha attım. İsimlerinden adamların yerel halktan olduklarını anlayabiliyordum. Alber neredeyse bitmek üzere olan sigarasından son bir nefes alarak izmaritini açık camdan dışarı fırlattı, rüzgar ve kül kokusu burnuma çarptığında dudaklarım tiksintiyle gerildi. Öte yandan, Omar tamamen akıp giden otobana odaklanmıştı. Tony olmasaydı bu ikisinden kurtulmanın bir yolunu mutlaka bulurdum. Bunu yapardım çünkü fazla zeki görünmüyorlardı, özellikle de​ şu Alber. Neyin nesi olduklarına dair en ufak bir fikrimin olmadığı bu iki sahte polis, Luxor'a, o sokağa beni bulmak için gelmişlerdi. Amaçlarının beni öldürmek ya da bana zarar vermek olmadığını anlamıştım. En azından şimdilik. Bu da​ hiç yoktan iyiydi. Kaçmaya çalışsam büyük ihtimalle ateş etmezlerdi ve içinde bulunduğumuz şu durumda söylemeliyim ki, bu denemek istediğim bir ihtimaldi. Umutsuzluktan omuzlarım çöktü. Keşke Tony için de aynı şeyi söyleyebilseydim! Bana ayak bağı oluyordu ve şansıma küseyim, bu adamlar bunun gayet farkındaydı. Tony'i sırf beni kontrol altında tutabilmek için yanlarında getirdiklerine kalıbımı basabilirdim. Tanrı biliyordu ya, hiç hoşuma gitmemişti bu. Gerçekten de​ bu adamlar kimdi? Neden beni arıyorlardı? Daha da önemlisi, bizi hangi kahrolası cehenneme götürüyorlardı?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD