Düşünme. Düşünme. Düşünme. O çılgın, yaşlı cadıya ait bir düşünce, onu düşünmemek için sarf ettiğim tüm çabalara rağmen düşüncelerimin derinliklerine sızdığında dudaklarım tiksintiyle gerildi. Bunu kendime yapmamalıydım. Düşündükçe daha kötü oluyor, hasta olacak gibi hissediyordum. Niye fal baktırmıştım ki zaten? Ben fala inanmazdım ki! Burçlara, bakla taşlarına ve tarot kartlarına da. Başım zonkluyor ve şakaklarım fazla düşünmekten olsa gerek sızlıyordu. Kadının nasıl bu kadar çabuk ortadan kaybolduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama Tanrı biliyordu ya, bilmek için can atıyordum. Ve orada söyledikleri, en az ortadan kaybolması kadar tuhaftı. Hatta daha bile tuhaftı. Tek ümidim, ertesi gün televizyonu açtığımda o korkunç şaka programlarından birine konuk olduğumu görmemekti. Bu ihtimal, nedense bunağın gerçek bir falcı olduğunu kabul etmekten çok daha kötü geliyordu bana.
"Bir falcı, hah?"
Bu iki basit sözcüğü kendi kendime tekrar ederken, farkında olmadan sanki iğrenç bir şeymiş gibi söylemiştim. Masanın üzerinde duran elimi çevirdim ve dikkatle, avcumun içindeki çizgilere baktım. Ama başta da olduğu gibi, çizgiler bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Mantıkçı ve gerçekçi insanlardan biriydim ben ve tüm bunlar o kadar gülünçtü ki. Yapmak ve yapmamak arasındaki bir tereddütle kadının yaşam çizgim diye bahsettiği hatta parmağımın ucunu gezdirdim. İşaret parmağımdan serçe parmağımın kenarına kadar. Dokunuşum tenimi ürpertti ve öğlenki kısık, cızırtılı ses kulaklarımın içinde çınlarken midemin artçı dalgalarla kasılmasına neden oldu.
'Genç yaşta öleceksin, bunun anlamı bu.'
Bundan daha az rahatsız edici çok az şey vardır.
İç çektim.
'Dokunmaman gereken şeylere dokunmayı seviyorsun, değil mi, seni hırsız?'
Bir kere daha iç çektim.
Huzursuz kelimesi halimi anlatmaya az kalırdı ve şimdi keşke kadını görmezden gelseydim diye düşünmeden edemiyordum. Onu görmezden gelseydim eğer çatık kaşlarla ve somurtkan bir suratla bir koltukta oturuyor olmazdım. Bekle. Hayır, olurdum çünkü içinde bulunduğum ortam benim için yeterince iyi değildi; Lengüistik, antropoloji, tarih ve bilhassa arkeoloji öğrencilerinin bulunduğu küçük bir odadaydım. Aradan iki saate yakın zaman geçmişti. Şimdi akrep ikiyi, yelkovansa tam tamına yirmi sekizi gösteriyordu. Bitişiğimdeki koltukta oturan Tony bu odada tanıdığım tek insandı. Yeniden karşılaştığımızda ona o ufak tefek kızla yemeğinin nasıl gittiğini soramayacak kadar hiddete kapılmıştım. Bu düşünceyle yanımdaki adama bir bakış fırlattım. Sessizdi. Fazla sessiz. Bana karşı bile. Zoraki randevusu umut ettiğim kadar iyi geçmemiş olsa gerekti.
Başımı sallayarak bir tür egyptolog olduğunu tahmin ettiğim Kloi isimli kadının söylediklerine odaklanmaya çalıştım. Kloi kırklı yaşlarının başında, uzun boylu, sarışın, lacivert takımının içinde oldukça şık görünen bir kadındı. Uzun saçları zarif bir topuzla topluydu ve öylesine düzgün bir diksiyonu vardı ki, ilk duyduğumda bana haber spikerlerini hatırlatmıştı. Şimdi, Mısır'ın erken köklerine dair ilk bulguları anlatıyordu. O bunları anlatırken Emma'nın dijital ses kayıt cihazı açık halde masanın üzerinde duruyordu. Kız kardeşimin daha sonra tüm bunları yazıya dökeceğine emindim. Ben olsam üşenirdim ama hey, o Emma'ydı.
Kloi, Mu ve Atlantis göçlerinin Nil Delta'sına ve Yukarı Mısır olarak adlandırılan, Afrika'nın kuzey doğusundaki Maiu bölgesine nasıl ulaştığını anlatırken bakışlarımı yüzünde tuttum. Naga kolunun Mısır'a ilk ayak basan topluluk olduğunu söylüyordu. Bu şekilde iki farklı kültür şeklinde Osiris ve Horus öğretisinin Mısır'a getirilişini ve bu Osiris rahiplerinin daha sonra nasıl 'firavunlar dönemine' dönüştüğünü anlatırken, bunun Mısır'ın şanlı tarihine ne getireceğini daha o söylemeden önce biliyordum; Anarşi, ikiyüzlü rahipler, tapınakları kirleten kralların ve asilzadelerin cesetleri... Dayanamayıp gözlerimi devirdim. Çağlar öncesinde bile olsa fark etmez, iktidar her zaman en tehlikeli oyunlardan biridir.
Sonra Kloi'nin Mu kıtası hakkında dediklerini düşündüm.
Lisedeyken Dünya tarihi dersinden geçmek için Büyük Tufan'ın Mezopotamya ile Ortadoğu üzerindeki etkileri hakkında bir araştırma makalesi yazmam gerekmişti. Mu Kıtasının adını o zaman duymuştum. Hakkında hatırladığım tek şey Tufan'dan sonra tamamen sular altına battığı ve bugün sadece birkaç küçük adacıktan oluştuğuydu. Kendi kendime 'Hayali Kıta,' diye düşündüm. Bazıları öyle derdi. Kıtanın büyük ölçüde okyanusun dibine batmış olması bana efsanevi Atlantis metropolünü andırıyordu. Ya da Titanik'in dramatik, hazin sonunu. Ancak Mu Kıtasının doğruluğu Titanik gemisinden farklı olarak su götürür bir şeydi. Günümüzde Mısır'a yapılan ilk göçlerden bahsederken, böylesine sözde bilim bir kıtanın bir medeniyetin kökeni olarak kabul gördüğünü hiç düşünmemiştim ama sonra tekrar, tarih hakkında ne biliyordum ki ben?
Kloi, konuyu aniden değiştirerek Mısırlıların ana kökenlerine inmeye başladı.
"Birçok tarihçi tarafından tarihin babası olarak kabul gören Herodot, Mısır'a yaptığı geziler sırasında birçok rahiple konuşmuştur. Heradot'un anlatımına göre Horus, Kral Menes tahta geçmeden önce Mısır'ın hiyerarşik olarak hükümdarıydı. Horus, çok daha açık bir şekilde, Mısır'ın Ölüler Kitabı'nda şu şekilde tanımlanıyor: Horus, göksel babasının özünden geldi ve Mısır'ın tahtına çıktı."
Bu, kulağa tarihsel gerçeklerden ziyade mitolojik hikayelermiş gibi geliyordu.
Gözlerimi devirdiğimde Tony uzanıp omzuma dokundu. "Konsantre olmakta zorlanıyor musun?"
"Evet." Bana çevrili mavi gözlerine bir bakış attım.
"Sorun ne?"
Yaşlı bir cadı, mesela.
"Bu oldukça sıkıcı."
Emma, ses kayıtlarını dinlerken bunu söylediğimi duyduğunda eminim ki gözlerini devirecek ve homurdanacaktı ama zaten tarih hakkında ne hissettiğimi saklamaya çalışmıyordum. Tony'den bile. Tony, yüzünü buruşturarak elini omzundan çekti. Yeniden Kloi'ye ve söylediklerine odaklandı. Kurşun kalemini elinde çevirip dursa da bana bir daha başka bir şey demedi. Tek parmağımla yanağımı kaşıyarak ne yapacağımı düşündüm.
Birden kararımı verdim.
"Eee?" dedim.
"Ne?" dedi, bunu derken gözlerini Kloi'den hiç ayırmamıştı.
DNA'mda pek lafımı esirgemek yoktu. O yüzden ona, "Randevun nasıl geçti?" diye sordum.
"Vay anasını." Kalem, Tony'nin elinden düşüp ayağımın ucuna yuvarlandı. Anlamıyordum. O kadar şaşıracak ne vardı? Eğilip kalemi düştüğü yerden aldım. Ona geri uzattığımda Tony'den dalgalar halinde yayılan kızgınlığı hissedebiliyordum. "Randevu falan yok! Sadece yemek yedik Eva." dedi kalemi elimden kapıp alarak. Sanki bir fark yaratacakmış gibi, suratıma ters ters baktı. "Ve hafızanı tazelersen eğer, o da zaten senin zorunlaydı."
"Hmm." dedim şu 'senin zorunla' kısmını hiç umursamadan. "Öyleyse sadece yemek yemeniz nasıldı?"
Omuzlarını silkti. Bende buna karşılık olarak gözlerimi sert bir duyguyla kıstım. Bu da ne demekti? Ne kaçamak, insanı sinir eden bir cevaptı bu böyle.
"Bence güzel kızdı, Tony."
Bana yandan bir bakış attı.
"Ne olmuş yani?"
İşte, kendimi garip hissettiğim o anlardan birindeydik. Hangi erkek böyle bir şey söylerdi ki? Yani yakışıklı bir adam görsem ve biri bana onun çekici olup olmadığını sorsa cevabım kesinlikle 'Ne olmuş yani?' olmazdı. Ya benden gerçekten çok hoşlanıyordu ya da... Avucumu yanağıma yasladım ve delici, yeşim rengi bakışlarımla onu dikkatle süzdüm. Sarı bukleler kulaklarını ve alnını kapatıyor, çilleri ona gerçekten yakışıyordu. Gözlerimi ağır ağır kıstım. Bakışlarımın altında, Tony'nin huzursuzca kıpırdandığını görebiliyordum.
"O bakış da ne öyle?" diye söylendi.
"Gey misin?" diye sordum.
"Ha? Ne dedin sen?"
Aman aman, ne şirin bir tepkiydi bu. Tam da bu yüzden neşeli, alçak kahkahama engel olamadım. "Tekrar mı edeyim? Tamam. Gey misin Tony?" Ah, elbette gey değildi. Bunu biliyordum zaten. Omuz silkip durmasına sinir olduğum için bir tepki alabilmek adına sorulmuş bir soruydu bu. Kızacağını düşünmüştüm ama hayır, tam tersine, eğlenerek kıkırdadı.
Hemen "Hayır," dedi. "Senden daha açık sözlü bir insan daha yoktur herhalde."
"Her neyse. Sadece bilmek istiyordum, kızdan hoşlandın mı? Biraz bile olsa?"
Bir kez daha omuz silkti.
Bunu yapmasına iyice gıcık olmaya başlamıştım.
"Tony," diye mırıldandım, dişlerimin arasından.
Aynı anda Kloi, "Emma," diye seslenerek araya girdi. Sesi o kadar sertti ki. Gözlerimi kapattım. Kendimi ilkokul dörde geri dönmüş gibi hissediyordum. Biraz sonra ceza olarak yoklama defterinde adım atlanacaktı sanki.
"Evet, efendim?" diyecek oldum.
"Bitti mi konuşmanız?" diye sordu.
"Ah!" Yakalanmıştım. Kollarını kavuşturmuş bir halde, yüzünde soğuk bir ifadeyle bana bakan kadına tatlı tatlı gülümsemeye çalıştım. "Evet. Evet, bitti. Böldüğüm için özür dilerim."
"Vay. Özrün de çok içten."
Buna karşı söyleyecek söz bulamasam da kadının sesindeki alay yüzünden daha da sırıtmadan edemezdim ve edemedim de. Neyse ki kadın bana karşı- Aslında Emma'ya karşı- büyük bir imtiyaz tanıdı ve konuyu uzatmak yerine minik bir gülümsemeyle Mısır'ın tarihini anlatmaya geri döndü. Tony'nin yanımda kıkır kıkır güldüğünü duyabiliyordum. Sesini bastırmak için dudaklarını parmaklarıyla örtmüştü. Eğleniyordu demek. Gözlerimi Kloi'den ayırmadan masanın altından ayağımı savurarak bileğine bir tekme attım. "Kes sesini." Acı acı inledi. Sonra gülmeyi kesti. Bu, çok daha iyiydi.
"Tamam, haydi geri dönelim. Herkes bana odaklansın. Mısırlıların kökenlerine baktık. Şimdi de geride bıraktıkları en büyük eserleri inceleyelim."
Kloi bunu deyince açık pencereden çok uzaktaki piramitlere doğru baktım.
"Keops, Kefren ve Mikerinos," diye devam etti ve bende elimden geldiğince onu dinlemeye çalıştım. "Bu devasa piramitler, aslında Osiris Rahiplerinin yönetimi altında inşa edilmişlerdir. Tufan'dan çok daha sonraki dönemlere ait olan diğer piramitler ve tapınaklar sadece firavunların mezarlarını barındırmak amacıyla kullanılıyordu. Bilinen başka bir işlevleri yoktu. Ancak bunlarda durum tam olarak böyle değil. Şimdi. Öyle olsaydı bu üçü oldukça büyük bir mezar olurdu, değil mi? Bir firavun için bile."
Odada birkaç fısıltı ve gülüşme duyuldu. Bense bunda bu kadar komik olanın ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Yalnızca tarih bilenlerin fark ettiği bir espri olsa gerekti.
Kloi, ellerini çırparak "Sessizlik!" diye çıkıştı ve yine de sessizlik sağlanmayınca tekrar konuşmadan önce herkes susana kadar bekledi.
"Şimdi, gelin, bunu sizinle bir tartışalım... Keops... Bu meşhur piramidin ölçüleriyle ilgili verilere bakarsanız, Keops'un bulunduğu noktaya özellikle yerleştirilmiş olduğunu anlarsınız. Temel parçanın noktalarından her biri elli bir derece, elli bir dakika ve on dört saniyedir. Temel kenar uzunluğu 365.25'dir. Bu ise Dünya'nın Güneş Yılındaki gün sayısına eşittir ve Mısır Takvimi'ne göre bir öngörü niteliği barındırır..."
Bir kehanet mi?
Yani bugünkü gibi mi?
Bu, bir sürprizdi işte.
Piramitleri boş verdim ve bu sayede yeniden dikkatimi çekmeyi başaran Kloi'ye baktım. Kalçalarını oval şeklindeki devasa, maun masanın kenarına dayamış, gözlerini sınıftaki öğrencilerin yüzlerinde gezdiriyordu. Kısa bir süre sonra bakışları bana değdi ve benden Tony'e geçtiğinde, avuçlarını kucağında kenetleyip herkese gülümsedi.
"Piramitlerle ilgili ilginç olan tek şey tabii ki matematiksel mükemmellikleri değil. Birçok yönden, bu yapılar hâlâ gizemlerini koruyorlar. Arap tarihçilerden biri olan Masudi, Gize'deki piramitlerin altında henüz giriş kapıları keşfedilmemiş olan tünellerden ve yeraltı galerilerinden bahseder. Aynı zamanda da bu galerilerin 'mekanik heykeller' tarafından korunduğundan bahseder. Masudi'ye göre, bu heykelcikler kendilerine yaklaşanların niyetlerini fark edebilirler ve sadece içeriye kabul edilmeye layık olanları içeriye alırlar. Bu elbette işin efsanevi ve abartılı yönü. Bu galerilerin kapılarının tam olarak nerede olduğunu tespit edebilmek şöyle dursun, bir rehber olmadan piramitleri keşfetmek olanaksız ve pek çok açıdan da güvenli değildir. Peki bu devasa yapılar gerçekten de kırbaçlanmış, zorla çalıştırılmış binlerce köle tarafından mı yapıldı? Sadece kas gücü kullanarak tonlarca ağırlıktaki taşları mükemmel bir matematiksel ölçüde üst üste inşa etmek ne kadar mümkündür? Buna eninde sonunda ulaşacağız ama öncesinde sizlerle birlikte..."
🔸🔸🔸
Emma'nın kayıt cihazını cebime, zümrüt kolyenin yanına koyarken bir güneşliğin altında duruyor ve Kloi ile konuşmak için yanımdan ayrılan Tony'nin binadan çıkmasını bekliyordum. Hava hâlâ cehennem kadar sıcaktı ama neyse ki güneş öğleden sonraki kızgınlığını yitirmişti. Caddede evlerine ya da otellerine dönen bir sürü insan geçiyor, taksilerin kornaları susmuyordu. Çok gürültülü ve bunaltıcı bir ortamdı. Rengarenk tişört ile mavi kot pantolon giymiş bir kadın önünden geçerken Örümcek Adam tişörtlü çocuğu bana dil çıkardı. Derin bir nefes alıp parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. Başımı kaldırarak tek bir bulutun bile olmadığı güzel, masmavi gökyüzüne baktım. Bu beni gülümsetti ve gerçekten gülümsetti. Muhtemelen bütün gün boyunca sahip olduğum en güzel gülümsemeydi. Biraz olsun gevşemiş bir halde başımı tekrar kalabalık caddeye çevirdim. Tony'yi gördüğümde arızalı olduğu için aşırı yavaş işleyen sensörlü kapının açılmasını bekliyordu. Ona baktığımı fark edip bana el salladı.
"Plan nedir?" Saatlerce oturmaktan kaskatı kesilmiş omuzlarımı esnetip gerdim. Rahatlama öyle ani bir şekilde geldi ki, inlememek için dudaklarımı birbirine bastırmam gerekmişti. "Emma'nın katılması gereken başka bir etkinlik daha var mı?"
Lütfen hayır de.
Başını salladı. "Hayır, yok."
"Harika!" dedim. Gitmek için sıra sıra taksilerin dizildiği tarafa doğru bir adım atmadan önce Tony'ye el salladım. "Öyleyse ben kaçıyorum. Sana iyi eğlenceler."
"Eva!"
Derin bir nefes aldım ve ondan kaçamayacağımı fark ederek ismimle birlikte olduğum yerde durdum. Omzumun üzerinden Tony'e baktım. Öyle ne diyeceğini bilmez bir hali vardı ki, ister istemez, ne diyeceğini duymak için istek duyarak kaşlarımı kaldırdım. "Bir şey mi isteyecektin?"
"Hayır. Evet. Yani... Evet, bir şey isteyeceğim." Kan yüzüne hücum etti ve bunu görünce huzursuzca yerimde kıpırdandım. "Luxor müzesi için iki biletim var." diyerek ağzındaki baklayı çıkardı nihayetinde.
"Ne güzel!" dedim sevinçle.
Ayrılmak için bir hamle daha yaptım.
Maalesef ki, istediğimi elde etmem mümkün olmadı.
Ben yola adım atmadan önce Tony etrafımdan dolanıp önümü kesti ve bunu yaparken gerçekten hızlı bir şekilde yaptı. Bu beni ürkütmüştü. Geri sıçradım. Tüm kaslarım gerildi. Kahretsin! Üzerime atlayacak falan sanmıştım! Şanslıydı. Geri sıçrama refleksim yerine tekme atma refleksim harekete geçseydi, gelecekteki yavrularına veda edebilirdi.
Dehşetle, "Tony!" dedim. "Bir daha bunu yapma. Az kalsın sana vuracaktım!"
Yüzünü buruşturdu ve hemen hemen utangaç bir şekilde ensesini kaşıdı. "Gelmek ister misin diye merak ediyordum." Bunu dedi ve ben kelimenin tam anlamıyla dondum kaldım. Sonra bilinçaltım çığlığı bastı. Hayır, hayır, hayır! Tanrı bana acısın, bana çıkma teklifi mi ediyordu? Hem de...
"Müzeye mi?" diyerek düşüncelerimi sese döktüm.
"Müzeye." diye onayladı.
"Bilemiyorum, Tony." Onun dikkatli bakışlarının altında yüzümü buruşturma isteğiyle savaşmak zorunda kalmıştım. "Tarihi eserler pek bana göre değil."
"Haydi ama, eğlenceli olacak."
Eh, bundan cidden şüphe ediyordum.
Ve yine şüpheyle sordum. "Neden bana soruyorsun?"
Bana çıkma teklifi ediyorsa, bir bahane bulmam gerekecekti.
"Emma bir keresinde burada birkaç arkadaş edinmen gerektiğini söylemişti. Bu bir fırsat bence."
Bu gerçek bir rahatlamaydı. Arkadaş, ha? Demek beni arkadaşı olarak davet ediyordu. Aklıma ilk gelen şey teklifi geri çevirmekti ama Tony gerçekten iyi, anlayışlı ve nazik biriydi. En azından buna razı gelebilirdim, değil mi? Sanki o kadar da önemli bir şey değilmiş gibi omuzlarımı silktim. "Bana kalırsa biletini tarih severlerden birine vermeni tercih ederim ama madem ısrar ediyorsun, geleceğim, ama bir şartım var."
"Nedir?"
Tony'nin korkulu bakışlarının himayesi altında biraz ileriyi, taksilerin olduğu tarafı işaret ettim. "Taksiyle gideceğiz." dedim itiraz istemeyecek kadar net bir biçimde. "Otobüsler bu saatlerde kıyamet kadar kalabalık oluyorlar."
Galiba Tony benden bu kadar basit ve uygulanabilir bir şart beklemiyordu çünkü gözle görülür bir şekilde rahatlayarak bana genişçe gülümsedi.
"Arabam var." dedi.
"Araban mı var? Ne ara bir araba aldın?"
"Benim değil," diyerek düzeltti hemen. "Bir galericiden birkaç günlüğüne kiraladım ama evet, sonuçta kullanabiliriz."
"Çok daha iyi. Ben kullanabilir miyim?"
Cevabı hızlı ve özdü;
"Hayır!"
Tepkisi biraz gereksizdi çünkü yemin ederim, korktuğu kadar bir şey yoktu ve bunda ciddiydim. Şoförlük becerilerim beş yıldızı alırdı. Şimdiye dek hiç kaza yapmamıştım, ceza bile almamıştım ama Tony kiraladığı bir araba üzerinden bana pek de güvenmiyor olsa gerekti.
Israr edebilir ve onu arabayı bana vermeye ikna edebilirdim ama bununla uğraşmak istemedim. Omuzlarımı silkerek pes ettiğimi gösterdim. "Haydi, gel. Buradan." Kiralık arabasına doğru yürürken Tony'yi peşinden takip ettim. Parlak, gıcır gıcır bir Mercedes GLC'nin önünde durdu. Ön yolcu koltuğuna otururken kendi kendime en son ne zaman bir müzeyi ziyaret ettiğimi düşünüyordum. Asırlar olmuştur herhalde. Hayır. Müzeler bana yanlış bir şey yapmamıştı ama daha çok enerjimi harcayabileceğim etkinlikleri tercih ederdim, bir karnaval ya da eğlenceli bir etkinlik alayı gibi.
Ana yol yerine fazla kullanılmayan ara sokaklardan geçtiğimiz için yolculuğun düşündüğümden daha kısa geçeceğini düşünmüştüm ama hayır, şehirden ayrılmıştık ve yol neredeyse dört saatten fazla sürmüştü.
Oraya vardığımızda güneş günün son ışıklarını gönderiyordu.
Müze Luxor kentinin doğu yakasında, merkeze ve çarşıya yakın bir yerdeydi. Ön yüzünde koyu krem, uzun şeritleri olan bir binaydı. Tahmin ettiğim kadar büyük ya da gösterişli değildi. Tony, öncekinden çok daha kalabalık olan bir caddenin kenarında durdu. Kalabalık caddeye bir adım attığım anda öyle bunaldım ki, hemen Kahire'deki caddeye geri dönmek istediğimi hissettim. Tony eğlenceli olacak demişti ama bu yüksek beklentilerimi pek karşılamıyordu doğrusu. Biri omzuma çarptı ve özür dilemeyi bir kenara bırakın, iyi olup olmadığımı bile kontrol etmeden yürümeye devam edince bu kabalığı karşısında kaşlarımı çattım. İnsanlardan nefret ediyordum.
"Neye bakıyorsun, Eva?"
"Hiçbir şeye. Yolu göster." diyerek bakışlarımı bana çarpıp giden kadından uzaklaştırıp, o sırada arabadan inen Tony'ye çevirdim. Ellerini ceplerine sokarak çenesinin ucuyla şu ihtişamdan yoksun binayı işaret etti. Ufukta kaybolmaya başlayan güneş kirpiklerinin gölgesini yanağına düşürüyor ve altın rengi saçları garip, yanardöner bir renge bürünüyordu. Güneşin sıcaklığını bende yüzümün tam ortasında hissedebiliyordum.
"Bu taraftan."
Yavaşça, gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Tony'nin yanıma yetişmesi ve benimle birlikte yürümeye başlaması fazla uzun sürmedi. "Luxor'un bu kadar uzakta olduğunu neden bana söylemedin?" diye sordum ona, biraz kızgın bir şekilde.
Şaşırdı. "Sorun olacağını düşünmemiştim."
Evet. Bu bir sorundu. Hasta halde yatağında yatan kardeşimi düşündüm. Geri döndüğümüzde muhtemelen saat gece yarısını çoktan geçmiş olacaktı. O saatte bende yatağımda kıvrılmış olmayı yeğlerdim.
"Tony, elbette sorun. Beş yüz kilometreden fazla yol kat ettik. Ayrıca buraya neden bu kadar gelmek istediğini hâlâ anlamadım."
"Luxor'a mı? Sadece merak. Bilirsin, Luxor Yunanlıların Teb dediği yer ve..."
Gözlerimi devirmemek için alt dudağımı ısırmak zorunda kaldım. "Ah, lütfen başlama! Luxor hakkında bildiğim tek şey Tutankhamun'nun kedisi olduğu."
"O bir çizgi film Eva."
"En sevdiğim çizgi filme laf yok."
Bana pis pis sırıttığını görür görmez, canımı sıkacak bir şey söyleyeceğini biliyordum ve olan da tam olarak buydu. "Hâlâ çizgi film mi izliyorsun?" diye sordu. Şakacı bir tavır takınarak omzuna bir yumruk attım fakat yine de susmadı. "Bunun için sence de yaşın biraz geç değil mi?"
"Galiba o mumya çocuktan hoşlanıyorum."
"Daha sonra onun mezarına gitmek ister misin?" diye sordu, tereddütle.
"Değişir." dedim.
Tony, pantolonun cebindeki anahtarla oynamaya başlamıştı. Neden böyle dediğimi anlamamış gibiydi.
"Neye göre değişir?" diye sordu dayanamayıp.
"Asırlık bir mezar dışarıdan daha serin midir?"
Tony'nin iki kaşının arasında dik bir çizgi belirdi. Fazla belirgin değildi ama kafasının karıştığını anlamıştım. Bunu düşünmek için bir an duraksaması gerekti. "Şey. Evet. Muhtemelen öyledir." Sesi gırtlaktan geliyordu ve tonunda hafif bir şaşkınlık vardı. Böyle düşünmek yerine, 'Elbette Tony! Ensest ilişkiden doğan ölü bir çocuğu göreceğim için çok mutlu olurum!' diyeceğimi sanıyordu herhalde.
Hafif bir gülümsemeyle başımı sallayarak onayladım onu. "O halde gidebiliriz."
"Ah Eva, neden her zaman olabilecek en garip şeyi düşünüyorsun?" diye sordu, merakla. Şimdi gözlerini gideceğimiz müzeye doğru dikmişti. Sorduğu şey beni afallatmıştı. Öyle yaptığımın farkında bile değildim. Bahçedeki kıvrımlı, küçük patikaya geçerken "Beynin diğerlerinden farklı çalışıyor olmalı." diye bir yorum yaptı.
Olduğum yerde kaldım.
Tony durdu ve bana baktı, neden durduğumu anlamamıştı. Kendimi tutamadım. Gözlerimde bir kıvılcım çaktı ve bakışlarımı kocaman açarak ona aval aval baktım. "Sen bana deli mi diyorsun?"
"Ne? Hayır!" diye haykırdı. Ben ona bakmaya devam edince yüzünü buruşturdu ve sanki benden özür dilemek istiyormuş gibi ellerini havada salladı. "Tanrım, hayır! Hayır! Yanlış anladın."
"Hey," Yarım bir gülümsemeyle ve biraz da suçlu bir tavırla omzuna dokundum. "Sakin ol. Sadece dalga geçiyordum."
Birkaç saniye sonra Tony sözlerim aldı. Gıcık olmuştu ama yakınmadı çünkü ona şaka yapmam, deli olduğumu düşündüğünü sanmamdan daha iyiydi. Kafasını eğdi ve yürümeye devam etti.