?20.BÖLÜM: ANTİK ÇAĞLAR

4949 Words
Bu garip durumla ilgili değerlendirmelerimin nasıl olması gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama hoşuma gidecek bir şey olmadığından yüzde yüz... Hatta yüzde bir milyon emindim. Az önce ne olmuştu öyle? Ölmüş müydüm yoksa? Sonra bu çıkarımın ne kadar aptalca olduğunu fark ettim. Ölmüş olmam mümkün değildi çünkü hâlâ güçlü, açık ve belirgin bir his bedenimde dolanıyordu ve düşerken kafama darbe aldığımdan olsa gerek, başım kazan gibiydi. Dizlerimin üzerinde kalkmaya çalışırken ellerimle kulaklarımı örtmeye, bir yükselip bir alçalan çınlama hissini yok etmeye çalıştım. Kosey'in şimdiye dek dediği her şey kafatasımda yankılanıyordu. Boğazımdan kızgın bir homurdanma çıktı. Başıma gelen her şeyi hak ettiğimi biliyordum, özellikle de en başta hırsızlık yapmakta en ufak bir sakınca görmediğim için - Ama Emma değil, o bunu hak etmemişti. Düşüncelerimden koparken acı içinde homurdandım. Kahretsin. Her hareket edişimde, ne kadar küçük olduğu önemli değil, canım daha da yanıyordu. Neler olduğunu hatırlamaya çalışırken kulaklarımdaki çınlama hissi artık dayanılmayacak bir noktaya ulaştı. Elimden geldiği kadar buna direnerek başımı kaldırıp etrafa bakındım ama bunun da bir faydası yoktu çünkü her şeyi puslu ve dalgalı görüyordum. Neyse ki, bir süre sonra görüşüm yavaş yavaş netleşmeye başladı. İlk fark ettiğim şey havanın aşırı sıcaklık yüzünden titreştiğiydi. Sonra her yeri kaplayan, metrelerce uzunluğundaki kum tepelerinin farkına vardım. Her yerde bir sürü kum vardı! Gülünç bir şekilde, ilk başta buna inanamadım ve gerçek olup olmadığını teyit etmek için bir yığın kum avuçladım. Parmaklarımın arasından akıp giden kum taneleri tepedeki güneş yüzünden öyle sıcaktı ki, tenimi karıncalandırıyordu. Bunlar gerçek, diye düşündüm kendi kendime dehşet içinde. Gerçekten de​ buradaydım. Beynim bunu algıladığında öfkem saman alevi gibi söndü ve yerini yoğun bir şaşkınlık duygusu aldı. Neler oluyordu? Yakınlarda bir yerde, birinin ismimi seslendiğini duydum. Bana yaklaşan adım seslerini dinlerken buldum kendimi. Baris'di bu. Yanıma geldikten sonra benim gibi kumlarda dizlerinin üzerine çöktü ve alçak ama kararlı bir şekilde konuştu. "Eva, yaralandın mı?" Her yerim sızlasa da hiçbir yerim kanamıyordu. "Sadece... Her şey dönüp duruyor." Bir nefes aldığımda ciğerlerim temiz havaya duyduğu özlemle şişti. "Sadece... Sadece bir dakika ver bana. Olur mu?" Baris'in bakışlarından bulutlu bir ifade geçti. Rahatladığını, omuzlarının düştüğünü gördüm. İstediğimi vereceğini göstermek için hafifçe başını salladı. Bir dakika, öyle bir düşüşten sonra kendimi toparlamam için pek yeterli değildi ama bununla idare etmek zorunda olduğumu biliyordum. Daha sonra hayal görmediğimden emin olmak için uçsuz bucaksız kum tepelerine bir kere daha baktım. Sonra gözlerimi yeniden Baris'e çevirdim. O... Farklı görünüyordu. Üzerinde onu son gördüğümde giydiği gömlek ve pantolon yoktu. Bedenini örten ve bir erkek için tasarlandığı gayet belli olan kumaşlarla örtülü, yerel bir kıyafet giyiyordu. Farklı olan tek şeyse kıyafeti değildi. Saçları biraz daha uzamıştı ve güneşte hafifçe bronzlaşmış teni kalın kirpiklerin çerçevelediği, koyu kahverengi gözleriyle uyum içinde görünüyordu. Fakat aklıma diyecek hiçbir şey gelmiyordu. "Burası neresi?" diye sordum nihayet benim de bir dilim olduğunu hatırladığımda. Sesim pürüzlü çıkıyordu ve konuştuğumda boğazımın alt kısmı sızlıyordu. Galiba az önce biraz kum yutmuştum. "Neden biz bir... Çöldeyiz?" "Sahra'dayız." Başım dönüyordu. "Pardon? Ne dedin?" "Gelecekte Sahra olarak adlandırılacak olan çöldeyiz." Tam oradaydım, dediklerini duyuyordum ama algılamıyordum. Kalbim göğüs kafesimin içinde zonkluyor, etimi yırtacak kadar güçlü bir şekilde atıyordu. Sersem bir halde 'gelecekte' sözcüğünün ne anlama geldiğini kavramaya çalışırken, Baris'in etrafımızda yükselen kum yığınlarına bakındığını gördüm. "Burayı hatırlıyorum." "Hatırlıyor musun? Daha önce buraya geldin mi?" "Sayılır. Geçmişteyiz, Eva. Eski Mısır'da. Bizi buraya getirdin." diye cevap verirken tekrardan bana baktı. Bunu yaptığında gözlerinin içindeki şüpheyi görebiliyordum. O şüphe ile beni süzdü. "İlk defa böyle bir şey oluyor. Bekçilerin böyle bir gücü olduğunu bile bilmiyordum." Bir şey demek için ağzımı açtım ama sesim çıkmadı, ki bu iyi bir şeydi çünkü sesim çıkacak olsa gücüm yettiği kadar çığlık atmaktan başka bir şey yapmazdım. Sonra bir anda kafama dank etti. Eğer ben buradaysam ve Baris'de buradaysa, muhtemelen Emma'da buradaydı ve Kosey'de... Avcıya yakalanan bir hayvanın kalbi gibi atıyordu kalbim. Kardeşimi bulmak zorundaydım! Hem de hemen! Hiç düşünmeden ayağa kalkmaya çalışırken kafama darbe aldığımı unutmuştum. Birden kalkmak hiç de iyi bir fikir değildi çünkü görebildiğim her şey etrafımda dönmeye başladı. Tutunacak bir şeyler ararken Baris kollarımdan bir tanesini güçlü bir biçimde kavrayarak ayakta durmama yardım etti. "Öyle hızlı hareket etme. Düşeceksin." "Düşmeyeceğim." "Tabii," diye alay etti. "Her an bayılacak gibi görünüyorsun. Dinlenmeye ihtiyacın var." Başımı aceleyle, panikle iki yana salladıktan sonra kolumu elinden çekerek "Olmaz, Emma..." dediğimde, Baris bir kardeşim olduğunu yeni hatırlamış gibi tepki vererek geri çekildi. Bunu bana söyleyen kişi olmaktan memnun olmayarak kaşlarını çattı. "Bu zamanda, herhangi bir yerde olabilir. Onu nereye gönderdiğini bilmiyorum." Bunu dediğinde istemsiz bir şekilde titriyordum. Ne hissettiğimi ben bile bilmiyordum ki. Korku mu? Endişe mi? Nefret mi? Ama kızgınlığı hissettiğim kesindi. Sonra son birkaç dakikadır yapmak istediğim şeyi yaptım ve çehresi, sesi bana müthiş bir emniyet hissi vermesine rağmen yumruk yaptığım elimi kaldırıp Baris'in göğsünün tam ortasına geçirdim. Sendeleyerek geriledi. Ona vurmamı beklemiyordu, ifadesinden belliydi. Açıkçası bende kendimden beklemiyordum ama yaptığım için pişman değildim. Göğsünü ovduktan sonra kafasını eğip solgun yüzüme ve mükedder, yeşil gözlerime baktı. "Hadi ama. Niye yaptın şimdi bunu?" Ona vurmamı tasvip etmediğini gösterircesine ışıldıyordu bakışları. "Neden olduğunu sanıyorsun? Eğer orada kardeşime gitmeme engel olmasaydın, ben..." "Ne yapacaktın?" Sonra gözleri küçümsemeyle kısıldı. "Kosey'le dövüşecek miydin?" O an aklımdan geçen yegâne düşünce o pisliğin ağzını yüzünü dağıtmaktan başka bir şey olmadığı için buna itiraz edecek gücü kendimde bulamadım. Baris sabrını zorluyormuşum gibi parmaklarını yüzünde gezdirdi. "Kafayı yemişsin sen. Mantıklı düşünemiyorsun. Kosey bu zamandan gelen bir prens olabilir ama firavun onu bir dövüşçü gibi yetiştirdi. Ona o şekilde saldırmaya çalışsan öldürürdü seni." Bir an sağduyulu davranıp mantıklı düşününce bunun doğru olduğunun farkına varmak hoşuma gitmemişti. Yine de kalbimin derinliklerinde kardeşim için endişelenmeden edemiyordum. Onu bulma düşüncesi kendi güvenliğimden bile önce geliyordu benim için. Olanlar yüzünden ilk defa böyle yoğun bir vicdan azabı hissediyordum. Emma'yı da bu işin içine sürükleyeceğimi bilsem asla böyle bir şey yapmazdım! Öfkeli bir canavar gibi homurdanarak alnıma, ağrıyan noktaya dokundum. Şimdi düşünmek bile çok zahmetli, çok yorucu geliyordu. Kalan cesaretimi de topladıktan sonra bu çok mantıktan yoksun bir düşünce olsa da gitmek için etrafımda döndüm. "Hey, hayır." Baris dirseğimi tutarak beni kendine geri döndürdü. Kaçmamdan çekiniyormuş gibi kuvvetliydi tutuşu. "Ne yapıyorsun?" "Emma'yı aramaya gidiyorum." "Bunu yapamazsın." "Niye? Onun da burada olduğunu biliyorum. Şey olduğunda... Bana çok yakın duruyordu." Kolumu bırakırken dudaklarında yarım bir gülümsemeyle, sanki bu duyduğu en aptalca şeymiş gibi, "Eva... Çölde kafana göre dolanarak onu bulamazsın." dedi. Sesi de bakışları kadar uysaldı. Sanki küçük bir çocuğu çok fazla şeker yemenin zararlı olduğuna ikna etmeye çalışıyordu. Ona inanmak öyle kolaydı ki... Beni ikna etmek üzere olduğunu fark edince gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Gitmek için diğer tarafa döndüm ama Baris inatçı bir herifti, gitmeme engel olmak için önüme geçti. Tavrına bakılırsa kaçmaya çalışsam beni kucaklayarak geri getirecekti. Tabii önce seni yakalaması gerekir, diye ekledi içimden bir ses fakat öyle bitkindim ki, koşacak halim yoktu. "Kardeşini bulmana yardım edeceğim. Söz veriyorum. Sadece çölde böyle dolanamazsın, tamam mı? Şunu görüyor musun?" İşaret ettiği yere baktığımda başka kum tepeleri gördüm. Bu şeylerden zaten bir sürü vardı burada. Tam farklı olanın ne olduğunu sormak üzereydim ki, tepelerin arkasındaki ufak bir hareketlenme kendini ortaya çıkardı. Sanki kumlar havada hareket ediyor gibiydiler. Daha iyi bakabilmek adına parmaklarımı alnıma yerleştirip gözlerimi kısarken, "Bu da ne?" diye sordum. "Bir kum fırtınası, doğruca buraya geliyor." Önce gülünç bir şekilde neden bahsettiğini anlamadım çünkü bir an için bir çölün tam ortasında olduğumuzu unutmuştum. "Kahretsin!" diye haykırarak dişlerimi birbirine bastırdım, çığlık atmamak ya da daha kontrolsüzce bir tepki vermemek için yumruklarımı iki yanımda sıkı birer yumruk yaptım. Sonra elimden geldiği kadar mantıklı olmaya çalıştım. Baris haklıydı, Emma'yı bulmak için Sahra'nın içinde dolaşıp duramazdım. Muhtemelen ya susuzluktan ölür ya da vahşi hayvanlar tarafından yenirdim. "Kahretsin, tamam. Tamam, senin dediğin gibi olsun." Sonra Baris hayatım boyunca gördüğüm en iri, en sağlıklı ata doğru yürüyünce çok şaşırdım. Nasıl olur da orada öyle bir canlı olduğunu fark etmezdim? Beyaz yeleli, güzel hayvanın Baris'i sevdiği her halinden belli oluyordu. Onun yaklaştığını görünce hareketlenmiş, toynaklarını sevgiyle kızgın kumlara çalmıştı. Arkasındaki koyu torbaya uzanmadan önce Baris hayvanın alnını ve yelesini okşadı. "Merhaba, oğlum." dediğinde hayvan da karşılık olarak burnunun ucunu Baris'in omzuna değdirerek tatlı bir ses çıkardı. Sonrasında Baris torbanın içinden ince, beyaz kumaşlarla örtülü bir kıyafet çıkararak bana uzattı. "Bunları giyebilirsin." Şaşkın şaşkın kumaşlara bakarak, "Ne?" dedim ve başımı iki yana sallayarak bir adım geri attım. "Hayır. Hava zaten çok sıcak." "Burası çöl. Bedenini güneşten korumazsan hastalanırsın." Sonra bedenimi süzdü. Gözlerinde huzursuz bir parıltı vardı ve ne kadar berbat bir halde olduğumu o ana kadar fark etmemiştim. Gömleğim kumla kaplıydı ve omuzlarının biri yırtılmış, çıplak tenimi göğsümün üzerindeki oyuğa kadar açığa çıkarmıştı. Birden huzursuz oldum ve Baris'ten çekindiğimi hissederek gömleğin yırtık kısmını çekiştirdim. "Bu... Her şeyi örter." dedi kaşlarını çatarak. "Pekâlâ. Sağ ol." diye homurdanarak kumaşı aldım. Çıkarmak için gömleğimin düğmelerine uzanırken Baris bana biraz mahremiyet vermek için sırtını döndü. Gömleğimi ve diğer şeyleri çıkarıp garip bir şekilde hem serin hem de rahat olan kumaşı omuzlarımın etrafına sardım. Kumaş, eski zaman filmlerindeki harami kıyafetlerine benziyordu. Bir kadın için tasarlandığı belli oluyordu. Kemerin duruşunu düzeltirken "Ben​ hazırım." dedim. Gerçekten de hazırdım. Baris dönüp bana bir bakış atmadan ata bindi ve ben ayaklığa ayağımı koyarken dirseklerimden birini tutarak bedenimi yukarı çekip arkasına binmeme yardım etti. En son ata bindiğimde on yaşında falandım herhalde ve bu atta bir eyer bile yoktu. Baris, "Tutun bana." dediğinde neresine tutunacağımı bilemediğim için huysuz bir şekilde homurdandım. Neden çekindiğimi anladığında alçak sesle güldü. "İşte, şöyle yapalım." diyerek arkaya uzanarak bileklerimi iki yandan tuttu ve öne çekerek parmaklarımı göğüs kafesinin hemen altında birleştirdi. Yanağım sırtının ortasına yaslanırken küçük bir nefes aldım. "Düşmeni istemem." dedi omzumun üzerinden. Başımı tamam dercesine salladım. "Rahat mısın?" diye sordu. "Çok." dedim duygularımı gizleyerek, sakin bir biçimde. Olduğumuz pozisyondan dolayı teninin sıcaklığını kumaşın üzerinden avuçlarımın içinde hissedebiliyordum. Sadece kalp atışlarımı duymadığını umuyordum. Bana ne oluyordu böyle? Şimşek kadar hızlı geçen bir zaman diliminden sonra at hareket etmeye başladı. Çölün sükûneti içinde bizi takip eden kum fırtınasından hızla uzaklaşırken bir ara başımı kaldırarak gittiğimiz yöne baktım. Ben birbirini takip eden kum tepelerinden başka bir şey görmüyordum ama Baris nereye gittiğimizi biliyor gibiydi. Tek düşünebildiğim şey kız kardeşimin nerede olduğunu bulmaktı. İyi olup olmadığını merak ediyordum. Bu ise endişemi azaltmaya hiç yardımcı olmuyordu. Bir de​hançer vardı, değil mi? Onu da bulmam gerekiyordu. Hâlâ Kosey'de miydi acaba? At daha hızlı koştukça sıcak rüzgârın akıntısına kapılan dalgalı, kahverengi saçlarımın başımın çevresinde uçuştuğunu hissedebiliyordum. Derin bir nefes aldım ve düşünmeyi bıraktım, zaten bir işe yaradığı da yoktu. 🔸🔸🔸 Güneş önce tepeden ufuklara indi ve son ışığını da saçıp gözden kaybolduktan sonra çölün sıcaklığı hızla düşmeye başladı. Sahra'nın geceleri çok soğuk olduğunu duymuştum ama şimdi dürüst olmam gerekirse, bunu bizzat tatmak bilmekten daha berbat bir şeydi. İstemsizce titriyor, üstümdeki kumaşlara sarınmaya çalışıyor, soğuktan başka bir şeyle dikkatimi dağıtabilmek için saçma sapan şeyler mırıldanıp duruyordum. Hava iyice karardığında ve yıldızlar ışıldamaya başladığında Baris atı durdurdu ve gece çölde ilerlemenin tehlikeli olduğunu söyleyerek atın taşıdığı torbanın içindeki malzemelerle bir kamp ateşi yaktı. Kıvılcım çaktığında ve çalılar alev aldığında karanlığın içinde saklanan bir çöl tilkisinin ürkerek uzaklara kaçtığını fark ettim. Vahşi hayvanlar. Harika. Kendimi şu andan daha güvende hissedemezdim, herhalde. Ama ateşin başında oturmak ve ateşten yayılan o tatlı sıcaklığı bedenimde hissetmek güzeldi, özellikle de hipotermi geçirmeme birkaç dakika kalmışken. Ateş sayesinde ölü bir bedenin rengine sahip olan ellerim yavaş yavaş kendi rengini aldı ve soğuk tenimi ısırmayı bıraktığı için bende kendimi çok daha iyi hissetmeye başladım. Dizlerimi karnıma çekerek gözlerimi kaldırdım ve gökyüzünü süsleyen milyonlarca yıldıza baktım, öyle çoklardı ki bir an gözlerim kamaştı; Hepsi birden bize göz kırpıyordu sanki. Bir keresinde Emma şehir ışıkları olmadan gökyüzünün çok daha berrak göründüğünü söylemişti, haklıydı. Yıldızlar daha önce hiç bu kadar parlak olmamış, hilali andıran ay da bu kadar yakın görünmemişti. Ne tuhaf! Gökyüzüne bakmayalı yıllar olmuş gibi hissediyordum. Gözlerimi çevirdiğimde yine Baris'in kahverengi gözlerini gördüm. Yarım metre kadar ötemde oturuyordu. Birden aramızdaki bu mesafe bana çok uzak geldi ama ona yaklaşmaya cesaretim yoktu. O da bana bakıyordu. Bir şey diyecek gibi de görünmüyordu. Bu sağır edici sessizliğe daha fazla dayanamayacağımı hissederek onunla konuşmak için dudaklarımı araladım. "Bana ne olduğunu ne zaman söyleyeceksin?" "Neden bahsediyorsun? Sana her şeyi söyledim zaten." Hemen itiraz ederek başımı hayır anlamında salladım. "Hayır, sen sadece Kosey'in ne istediğini ve bana ne olacağını söyledin. Ne olduğunu değil. Bu... Sen... Nasıl oldu tüm bunlar?" "Anlatacak ne var?" diye cevap vererek gözlerini ateşe çevirdi ve ateşin ışığının altında yüzü bir an bana çok hüzünlü, çok yalnız göründü. "Her şey ortada işte. Her seferinde olan bu." "Hayatın boyunca böyle mi yaşadın? Bu kedi-fare oyununun içinde?" Ben​ bunu deyince ateşin kıvrımlarını seyreden gözleri ağırlaştı. "Osiris'in hikayesini biliyor musun? O, Mısır mitindeki yarı insan yarı tanrı olan tek figürdür. Bu hikayeler biraz süslenmiş ve çoğu kısmı Mısır halkının hayal gücünden ibaret - ama bu kısmı değil. Bir zamanlar insan olduğumu hatırlıyorum. Senin gibi." Görünmez bir el kalbimi sıkıyordu sanki. Bana geçmişini anlatmaya razı olduğu için çok heyecanlanmıştım. "Bir zamanlar mı?" dedim. "Ben​ çocukken," diye söyledi sanki bu sonsuz zaman önceymiş gibi. "Babamın kim olduğunu bilmiyorum ve annemle geçirdiğim zaman da hatırlanacak kadar uzun değil. Sokaklarda büyüdüm. Bu kısımlar pek iç açıcı değil. Duymak isteyeceğini sanmıyorum. Ben dokuz yaşındayken, sokak çocuklarından biri bir ekmek çalmaya kalktı. Kızı tanıyordum. Benden bir yaş küçüktü ve adı Tabilla'ydı. Bataklık hummasından ölen bir kölenin kızıydı ve kız da o zamanlar Lord Tanus adında bir toprak asilzadesine hizmet ediyordu. Lord Tanus, kölelerine gaddarca davranmasıyla ünlenmiş bir herif. Tabilla'yı özellikle aç bırakırdı ve o da arada sırada karnını doyurmak için hırsızlık yapardı. Teb'in kurallarına göre hırsızlık yapan biri yakalanırsa ellerinden biri kesilir." Dizlerim birden gevşedi. Eski krallıklarda kanunların çok katı olduğunu biliyordum fakat bu... El kesmek biraz vahşice bir ceza yöntemi değil miydi? Hem de basit bir ekmek hırsızlığı için? Kesinlikle doğru zamanda, doğru yerde doğmuştum ben. Yüzümün renginin atmasının çölün soğukluğuyla hiçbir ilgisi yoktu. Baris'in bunu fark etmesinden korktum ama çoktan fark ettiğini biliyordum çünkü ateşe bakarken yüzünde belli belirsiz, acı bir tebessümün izleri belirmişti ama bu saniyenin onda biri kadar süren bir tepkiydi. "Kız yakalanacaktı ve aklımdan ne geçiyordu bilmiyorum. Sadece çok korkuyordu ve bende onun acı çekmesine izin vermek istemiyordum. Çaldığı ekmeği aldım ve ortalık sakinleşene kadar bir yerlere saklanmasını söyledim." Baris'in ne yapmaya çalıştığını anlamam yalnızca bir saniyemi aldı ve bu olunca da gözlerim fal taşı gibi açıldı. Hayır, hayır, hayır...​ "Aman Tanrım, yoksa sen..." "Evet." diye sürdürdüğünde o durumu hayal etmek istemedim ama yapamadım; Küçük bir çocuk ile onun elini yerinden koparmaya can atan öfkeli bir kalabalık! Huzursuzca yerimde kıpırdanıp durdum. Daha sekiz yaşındaydı ve o küçük kız için elini feda etmeye hazır mıydı yani? Baris'in bu kadar iyi olması içimi yetersizlik duygusuyla dolduruyordu çünkü ben öyle değildim. "Ardından Wajdet'in geldiğini hatırlıyorum." diye devam ettiğinde, ismin tanıdıklığı yüzünden kaşlarımın arasında derin bir çizgi oluştu. "Bekle. Bu ismi biliyorum. Okumuştum. Yukarı Mısır'ın koruyucusu, değil mi?" "Aynı zamanda da bir bekçi." diye tamamladığında aldığım her nefesi kendi kulaklarımda duyabiliyordum. "Çalınan ekmeğin maliyetinden çok daha fazlasını teklif ederek beni kalabalıktan ayırmayı başardı. İlk başta onun iyi biri olduğu için böyle bir şey yaptığını düşündüm ama bana ona hayatımı borçlu olduğumu söyledi. Benden onun gibi bir bekçi olmamı istiyordu. Önce neden bahsettiğini anlamadım ama sonra kız kardeşiyle tanıştırdı beni. Kız bir insan olmayı, bir insan gibi yaşamayı arzuluyordu. Görünüşe göre bunu yapabilmek için onun yerine geçmeye razı olacak bir insana ihtiyacı vardı. Wajdet bana o kızı kurtardığımı gördüğünü, bekçi olmak için yeterli erdemlere sahip olduğumu söyledi." "Ben... Ben ne diyeceğimi bilemiyorum." Gerçekten. Kulaklarıma inanamıyor, bahsettiklerinin çoğunu da anlamıyordum. Bekçiler, güçler ve mistik taşlar. Birden var olduğunu bile bilmediğim bir dünyaya adım atmıştım ve içimden bir ses bana bunun bundan çok daha fazlası olduğunu söylüyordu. Baris bir şey dememi beklemediğini göstermek için omuzlarını silkti. "Onlara bunu kabul edeceğimi ama bana birkaç yıl vermeleri gerektiğini söyledim. Sanırım biraz daha insan gibi yaşamak istiyordum. Wajdet bana bunun sorun olmadığını söyledi, zaten o zamanlar sadece küçük bir çocuktum ve onların da yetişkin bir bekçiye ihtiyaçları vardı. Bir anlaşma yaptık. Sonra bana... O güçleri verdiler ve bende birkaç yıl daha sokaklarda yaşamaya devam ettim ama sonra..." Bir eliyle yüzünü kapattı ve geçmiş gitmiş olan bir şey için hâlâ hissettiği pişmanlık duygusuyla dolu bir nida yükseldi dudaklarından. "Sonra asla yapmamam gereken bir şey yaptım." Bu kulağa iyi bir şeymiş gibi gelmiyordu. Onu konuşmaya ikna etmek için kumların üzerinde duran diğer eline dokundum. Parmaklarım parmaklarının üzerine değmeden önce ufak bir an tereddüt etmiştim ama bu bana engel olmamıştı. Garip bir şekilde ona dokunmak istiyordum. Belki de sadece nasıl hissettireceğini merak etmiştim. Beklediğim gibi tenimde şimşekler çakmamıştı ama midemde sinir bozucu bir yılan ağır ağır sürünerek gezinmeye başlamıştı. Ben ona dokununca Baris elini yüzünden çekerek birbirine dokunan ellerimize baktı. Sonra bakışlarını yüzüme çıkardı. Ona dokunmamı beklemiyor olmalıydı çünkü gözlerinde olağandışı bir merak vardı ama rahatsız olmuş gibi de durmuyordu. Ne o ne de ben, bakışlarımızı birbirimizden ayırabiliyorduk. İlk konuşan o oldu ve "Ne yapıyorsun?" diye sordu, alçak bir sesle. Dostane, biraz da flört ederken kullandığım bir sesle, "Birbirimizi inanılmaz derecede kızdırdığımızı biliyorum ama bence bu noktada neredeyse arkadaş sayılırız. Bana her şeyi anlatabilirsin." dedim ona. "Arkadaş mı?" Bana kısa bir bakış attı. Şimdi sesinde ilgi vardı. Dağınık buklelerin arasından pırıl pırıl parlayan gözleri bende de bir ilgi uyandırıyor. "Biz arkadaş mıyız?" diye sordu merakla. Gülmekten başka tepki veremeyerek, "Elbette." dedim. "Ben seni öyle görüyorum. Demek istediğim, sende öyle olduğumuzu düşünmüyor musun?" Umduğum gibi evet demek yerine, sadece, "Eva?" diyerek adımı söyledi. Belli etmesem de adımı söyleyişindeki bir şey içimi titretiyordu. Tıpkı flört eder gibiydi. İşin aslının öyle olmadığını bilmeme rağmen - Çünkü bu adamın benimle flört etmesine imkân yoktu - neden böyle tepki verdiğimi bende bilmiyordum, bu çok sinir bozucuydu. Baris parmaklarımın altındaki parmaklarını hafifçe hareket ettirdi ve bir an sonra benim az önceki dostane ve flörtöz sesimi taklit ederek benimle konuştu. "İnanılmaz bir rol yapma yeteneğin var. Neredeyse öyle düşündüğüne inanacağım." "Hakkımda gerçekten hiç iyi şeyler düşünmüyorsun, değil mi?" "Seni tanımaya başladım." "Öyle mi?" Alayına aynı şekilde karşılık verirken sesim hafif bir heyecanla, hatta keyifle titriyordu çünkü kahretsin, bu doğruydu. Sonrasında ne diyeceğimi bilemedim. Başımı önüme eğdim ve sustum. Baris ihtiyatlı fakat çok daha yumuşak bir sesle "Bana düşünmem için bir saniye ver, olur mu?" dedi. İstediği kadar zaman alabileceğini göstermek için omuzlarımı silktim. Zamanım çoktu nasıl olsa. Hem böylece kız kardeşimi düşünmeye bir son verebilirdim. Baris bir an bekledikten sonra - Bunu yapmak istediğinden emin olmaya çalışıyordu sanki - yavaşça elini elimin altından çekti.​ Ateşe bakarak geçmişi düşündü, birkaç dakika sonra da anlatmaya başladı. "Sanırım on dört yaşındaydım, beni uyardıkları ve yapmamam gerektiğini bildiğim halde bekçi güçlerini kullanarak bir adamın hayatını kurtardım çünkü yapmasam ölecekti." Ben on dört yaşındayken yaptığım tek şey derslerime çalışmak ve bölge koşularına hazırlanmaktı. "Kulağa iyi bir şey yapmışsın gibi geliyor. Bunda ne gibi bir sorun olabilir anlamıyorum." Sanki bana cevap verecekmiş gibi duraksasa da daha sonra duymazdan gelerek konuşmaya devam etti. "Başta adamı Mısır'ın önde gelen soylularından biri sanmıştım çünkü iyi giyinimliydi ve doğuştan herkesten üstünmüş gibi davranıyordu... Ama o bundan çok daha fazlasıydı. Kurtardığım adam Kosey'in babasıydı - Firavun Geb. Onu o ana dek tanımıyordum çünkü firavun ve ailesi sıradan halkın arasına karışmazlardı ve sıradan birinin de saraya girmesi imkansızdı. Daha da kötüsü, onu kurtarırken yanında bekçi güçlerini kullanmak zorunda kaldım ve bir insanın, hele de onun gibi birinin bunu biliyor olması asla iyi bir şey değildir. Tek amacım adamın hayatını kurtarmaktı ama firavun benim oldukça ilginç bir oyuncak olduğuma karar verdi. Beni öylece... Yanına aldı." Baris derin bir nefes çekti ve ellerinden birini saçlarının arasında gezdirirken düşüncelerini toparlamak istercesine başını salladı. "Onu görmeliydin, sokaktan bir hayvan alır gibiydi. İşler o an olduğundan daha kötüye gidemezdi herhalde." Firavunun Baris'e yaptığı şeyin olabilecek en aşağılayıcı şeylerden biri olması bir yana, bir şeyler demem gerektiğinin farkındaydım; Çok üzgünüm, seni anlıyorum, şimdi hepsi geçmişte kaldı gibi... Ancak teselli verme konusunda bir numara değildim. Kelimeler ağzımdan Baris'in duyamayacağı minik mırıltılar şeklinde çıkıyordu. "O gün, Firavun Geb'in beni saraya götürdüğünü hatırlıyorum - Sonra bir daha asla doğduğum o yere geri dönemedim. Teb sarayı benim yeni evim oldu. Zamanla oraya alıştım ama ilk gittiğimizde her şey benim için çok yeniydi. Firavunun arkasında yürürken etrafa bakmadan duramıyordum. Sıradan halkın oraya girmesine izin verilmediği için daha önce saraya hiç ayak basmamıştım. Firavunun beni neden oraya getirdiğini anlamıyordum. Baş hizmetçilerden birine bana bir oda vermelerini ve temizleyip üzerime daha güzel bir şeyler giydirmelerini söyledi. Onlar da yaptılar. Ardından yine firavunun yanına gönderildim. O sırada ön bahçedeydi ve benden biraz büyük bir çocuğu derslerinden kaçıp baş muhafızın yeğeniyle kavga ettiği için azarlıyordu. Çocuğa dair pek bir şey hatırlamıyorum ama Firavun Geb beni görüp yanına çağırdığında ve başımı okşayıp 'Kosey, ona iyi davran. O artık senin kardeşin.' dediğinde çocuğun önce şaşkın, sonra öfkeli gözlerle bana baktığını hatırlıyorum." "Ah, Tanrım." dedim şaşkın şaşkın. Tüm bu olanlardan sonra Kosey ve Baris'i o şekilde, birbirlerinden pek de hoşlanmayan iki çocuk olarak hayal etmek benim için garipti. Kendimi zorladım ve ortamı yumuşatmak için hafif bir şekilde gülümsedim. "Seni pek sevmedi, değil mi?" "Sevmemek değildi bu. Kelimenin tam anlamıyla nefret etti benden." Devam etmeden önce gözlerini yumup kelimeleri toparlamaya çalıştı ve tepkilerini kontrol etmeye çalışarak dişlerini birbirine bastırdı. "Senden nefret etmesinin tek sebebi babasının seni yanında getirmesi miydi?" diye sordum daha fazla dayanamayarak. "Bu... Aşırı değil mi? Özellikle de bir çocuk için?" "Bana sorarsan, Kosey doğduğu andan beri inanılmaz bir zenginlik ve güç içinde yaşıyordu. Onun her zaman biraz kibirli ve küstah olduğunu düşünmüşümdür. Biz büyürken de benden nefret ettiğini göstermekten hiç çekinmezdi. Firavun Geb, onun benden hoşlanmadığının farkındaydı. Aramızın düzeleceğini düşünerek Kosey'e benimle birlikte bir çöl aslanı avına çıkmasını söyledi." "Çöl aslanı avı mı? Gerçekten mi? Çok tehlikeli değiller mi?" "Evet, öyleler. Galiba Kosey'de bundan hoşlanıyordu. Onunla birlikte giden muhafızların çoğu ya öldükleri ya da döndüklerinde uzuvlarından birini kaybettikleri için çoğu zaman ava yalnız çıkmak zorunda kalırdı." diye açıkladı isteksiz bir biçimde. Çok şaşırmış ve dehşete düşmüştüm. Çölde aslanlara yem olan insanlar mı? Ve bizde lanet olası bir çölün tam ortasındaydık! İçlerinden bir tanesini görmemeyi umarak hızlıca etrafıma bakındım. Gözlerim hiçbir hareket algılamıyor olsa da rahatlamamıştım. Baris nasıl hissettiğimin farkında olmadan hikayeye devam edince gözlerimi etrafta gezdirmeyi keserek ona geri baktım. "Ertesi gün beni ava davet etti. Buna neden razı olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Benimle hiçbir şey yapmak istemediğini söyleseydi Firavun Geb onu bunu yapması için zorlamazdı, onu severdi ve çoğu zaman canı ne isterse yapmasına izin verirdi." Ağzımı açmadan önce yüzümü buruşturdum. "Avın nasıl gittiğini sormaya korkuyorum." "Umulduğu gibi gitmediği kesin." Meraktan çıldırarak ve bir nebze de olsa alacağım cevaptan çekinerek, "Ne oldu?" diye sordum. Doğrusu hayal gücüm feci çalışıyordu. Herhalde birbirlerini öldürmeye falan kalkmışlardı. "İkimiz de aramızı düzeltmek için elimizden geleni yapacağımıza dair ava çıkmadan önce firavuna söz vermiştik. Yine de Kosey pek sözüne sadık bir adam değildi, onunla konuşma çabalarımın tamamını görmezden geldi." Niyeyse bunu duymak beni hiç şaşırtmamıştı. Baris devam etmeden önce öfkeli bir kabullenmeyle iç çekti. "Zaten bu baştan kötü bir fikirdi. Sonra ona aslan avının iki kişi için tehlikeli olup olmadığını sordum. Sadece Firavun Geb'in istediği gibi onunla sohbet etmeye çalışıyordum. O da ağzını açtı. 'Çıkıp geldiğin çöplük kadar tehlikeli değildir, sokak faresi.' dedi bana. Sonra da hakkımda saçma sapan şeyler konuşmaya devam etti. Bende ona yumruk attım, yapmamam gerektiğini biliyordum ama durmadan tepemi attıracak şeyler söyleyip duruyordu." "Eminim ona vurmak oldukça rahatlatıcı olmuştur." "Ama iyi bir fikir değildi. Onu daha önce hiç o kadar ki kadar kızgın görmemiştim. Sanki bir arenadaymışız gibi üzerime saldırdı. Kum tepesinden yuvarlandık ve sonra ikimizde birbirimize duyduğumuz öfkeyle kavga etmeye başladık. Toz toprak, yara bere içinde geri döndüğümüzde Firavun Geb kavga ettiğimiz için çok öfkelendi. O bize kızıp nasihat verirken Kosey'in yüz ifadesinin nasıl olduğunu hatırlıyorum. Sanki istediği buymuş gibiydi. Bence benimle ava çıkarken önünde sonunda kavga edeceğimizi biliyordu." Son cümlesini söylerken sesinin tonunun biraz alçaldığını fark etmiştim; Bunu şimdi anlıyor gibiydi. Yumruklarımı kucağımda tüm kuvvetimle sıkarak, "Bekle. Seni kasten mi kızdırmaya çalıştı? Sırf kavga etmiş olmak için?" dedim hiddetle. "Muhtemelen ne yaparsa yapsın babasına benden hoşlanmayacağını göstermek istemişti." Yüz hatlarına umurunda olmadığını gösteren gölgeler çökmüştü. "Şimdi düşününce, bence Kosey babasının bir sokak çocuğunu neden saraya getirdiğini anlamıyordu. Bende anlamıyordum. Her şey çok mantıksız geliyordu. Öyle olmadığım halde oraya geldiğim o ilk günden beri etrafımdaki herkes bana bir soyluymuşum, bir prensmişim gibi davranmaya başlamıştı... Ve ben bir asil bile değildim." Evet, Kosey canı ne isterse onu yapan piçin önde gideniydi ama Baris'in hissettiği şeyin Kosey'le bir ilgisi olduğunu sanmıyordum. Bence Kosey'in ondan nefret ediyor olmasını bile umursamıyordu. Bu kulağa bir abi istiyormuş ya da aralarını düzeltmeye çalışıyormuş gibi de gelmiyordu. Orada bir şey varsa, o da onun yalnız olduğu gerçeğiydi. Doğrusu daha önce onun kadar yalnız biriyle hiç tanışmamıştım. Hayatını anlatıyordu ama şimdi bile olanlar yüzünden ne hissettiğini söylemiyordu. Sanki... Sanki etrafında kimsenin aşmasına izin vermeyeceği bir duvar vardı ama garip bir şekilde onu anlıyordum. Bunu demek ne kadar doğruydu bilmiyorum ama bana bunları anlattığı için rahatlamıştım. O dürüst biriydi; Her ne kadar ilk tanıştığımızda bana acır gibi bir hali olsa da​ öyleydi. Şu ana dek ona güvenip güvenmeyeceğimden emin değildim ama şimdi ona güvenebileceğimi biliyordum. Dudaklarımı ısırarak, "Çok üzgünüm," dedim tüm içtenliğimle. Fakat neden öyle dediğimi anlamamış gibi bakıyordu bana. "Neden? Az önce sana firavun tarafından evlat edinildiğimi ve inanılmaz bir zenginlik içinde yaşadığımı söylemedim mi?" "Ama bir tutsaktın, değil mi? Sokaklara geri dönmek ya da başka herhangi bir yere gitmek istesen sana izin vermeyeceklerini biliyordun. Senin için... Zor olmalı." "Bunlar uzun zaman önceydi. Hepsi uzak bir hatıra gibi geliyor şimdi." İfadesi okunmuyordu ama bir an, sadece bir an ama, yüzünde garip bir ifade vardı. Bu daha çok şey gibiydi... Orada mâhkum olduğunu fark ettiğim için şaşkınlık ve saygı arasında kalan bir şey? Doğrusu Baris'in hakkımda düşündüğünü bildiğim onca kötü şeyden sonra aralarında iyi bir tane olması çok rahatlatıcıydı. Bu konu hakkında bir şeyler daha demek ister gibi dudaklarını aralasa da daha sonra gözlerini ateşe çevirdi. Her ne diyecekse vazgeçmişti. "Firavun Geb beni evlat edindikten beş yıl sonra, on dokuzuma bastığımda, artık kimse evlatlık olduğumu hatırlamıyordu. Hatırlayanlarsa firavunun halktan biriyle bir ilişkisi olduğu, benim de onun gerçek oğlu olduğum hakkında dolanan bir söylentiye inanıyorlardı. Sanırım Firavun Kosey'e nasıl davranıyorsa bana da öyle davrandığı için böyle bir söylenti çıkmıştı ama gerçekte durumun bununla bir ilgisi yoktu. Etrafta kimse olmadığında firavun için ben yine bir sokak çocuğuydum. Yıllarca onun neden beni yanına aldığını merak edip durdum, anlamıyordum. Sonra bir gün, Nil'in taşmasına birkaç gün kala, birlikte gittiğimiz bir yabani kuş avı sırasında bana beni sokaktan kurtardığını ve artık büyüdüğüm için ona olan kefaretimi ödemem gerektiğini söyledi. Zaten kendimi ona karşı borçlu hissediyordum. Yani bu durumu daha da kötüleştirdi. Firavun Geb'e sadece ne yapmamı istediğini sordum." Her şeye rağmen, ona armağan edilen tüm bu şeylere rağmen, içimden bir ses bana Baris'in bu görkemli hayata hiç ilgi duymadığını söylüyordu. Eski Mısır'ın tarihine dair bildiğim şeyler bir elin parmağını geçmezdi ama bildiğim bir şey varsa eğer o da firavunlara, padişahlara, krallara karşı çıkmanın pek akıl kârı olmadığıydı. Yani Firavun ondan bir şey yapmasını istediği anda zaten Baris'in bunu reddetme gibi bir lütfu yoktu. Şimdi Firavun Geb'in ondan istediği şey her neyse, bunu bana nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi adaleleri kaskatı kesilmişti. O yüzden olabilecek en kötü şey geliyordu aklıma. Fakat Baris birdenbire "Bunları daha sonra da konuşabiliriz. Çok yorgun görünüyorsun. Biraz uyumak ister misin?" diye sorarak konuyu değiştirdi. Ne diyeceğimi bilemeyerek çevremizde yükselen kum tepelerinde ve gölgeli, ürkütücü figürleri andıran çöl bitkilerinde gözlerimi gezdirdim. Ardından hemen oyalanmaktan vazgeçtim. Bir şeyler demem gerekiyordu çünkü bir daha mümkün değil bu konuyu açabileceğimi sanmıyordum. "Bu gece hiç uykum yok. Yani firavunun senden ne istediğini bana söyleyecek misin?" diye sordum benim gibi birine pek uyumayacak kadar anlayışlı bir biçimde. Yine de sesim alçaktı. "Bilmek istiyorum. Konuş benimle Baris." Omzu üzerinden bakmaya bile tenezzül etmeyerek, "Hayır, istemiyorsun, güven bana. Zaten berbat bir şey." derken gözlerini ayırmadan ateşe bakıyordu. Alevlerin ışığı yüzünden gözlerinin parladığını ve içlerinde bal rengi kıvılcımların oynaştığını görebiliyordum. Elimde olmadan onu süzdüğümü fark ettim. Bedeni aşırı kaslı değildi ama giydiği çöl kıyafetinin altında yapılı ve güçlü olduğunu görebiliyordum. Bense ona nazaran daha zayıf, esnek ve kesinlikle daha hızlıydım. Dikkatimin dağıldığını fark edince onu süzmeye bir son vererek gözlerimi yere indirdim. Konuşmanın konusu yüzünden sabırsızlıktan yerimde duramıyordum ve eminim ki, bunu o da fark etmiştir. Elimi kaldırdım ve çöl melteminin dalgalandırdığı tutamı yanağımdan çekerek gözlerimi yerden kaldırıp hem tedirgin hem de meraklanmış bir halde ona uzun uzun baktım. Sonra vahşi bir halde güldüm. "Haydi ama Baris, ne kadar kötü olabilir ki? Demek istediğim... Bana bir baksana. Ben bir hırsızım ve bu huyum yüzünden şimdi başıma kadar belaya batmış bir haldeyim. Burada seni yargılayabilecek en son kişi benimdir, değil mi?" Gülmemek için başını eğdi ama bu inanılmaz derecede soğuk ve şaşırtıcı bir tepkiydi. Sanki elinde olmadan böyle bir tepki vermişti. Kumların üzerinde ona biraz daha yanaştıktan sonra yumuşak bir sesle "Tamam. Eğer istemiyorsan söylemek zorunda değilsin." dedim benimle konuşmaya devam etmesini umarak. Dudaklarından sanki onu boğuyormuşum gibi çıkan bir sesle, "Hayır, istiyorum. Senden saklamak anlamsız zaten. Nasıl olsa oraya gittiğimizde öğreneceksin." dedi. "Firavun Geb, ona olan kefaletimi düşmanları, haramileri, istilacıları ve onun tahtına meydan okumayı düşünen herkesi yok etmem karşılığında ödeyebileceğimi söyledi." O bunu deyince tüm kaslarım kaskatı kesildi ve dehşet içinde ona bakakaldım. Bir tepki vermem gerektiğini biliyordum fakat bunu yapacak gücüm yoktu. Kalbim çılgınca çarpıyordu. Baris donup kalmam karşısında hafif bir biçimde yüzünü buruşturdu. "Evet. Bende o zaman ne diyeceğimi bilememiştim." "Hayır! Ne diyeceğimi bilemediğimden değil! Bu... Ben... Yani, sen..." İstemeden iç geçirdim. Benim derdim neydi? Bilmek isteyen ben değil miydim zaten? Oysa şimdi kafamı kuma gömesim vardı. Baris sessiz gözlerle ateşe bakmayı sürdürdü ama biraz huzursuz görünüyordu ve hâlâ bir şeyler dememi beklediğini görebiliyordum. Hafif bir tereddütten sonra, merakımı gizlemek için en ufak bir çaba göstermeden, "Ne demek istiyorsun?" diye sordum. Aynı zamanda da hislerimin kontrolünü ele almaya, mümkün olduğu kadar sakin bir tavır takınmaya çalışıyordum. "Hâlâ anlamadın mı?" Dikkatini kıvrılıp çatırdayan alevlerden benim zümrüt yeşili gözlerime çevirdi. Bilindik çehresinde eski bir dinginliğin belirdiğini görebiliyordum. Sesi biraz daha hafif bir hâl aldı ve kesik, donuk bir nefesle, öyle olması gayet normalmiş gibi davranarak, "Ben sadece firavun tarafından evlatlık alınmış bir sokak çocuğu değildim. Aynı zamanda bir kraliyet suikastçisiydim." dedi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD