Dakikalar sonra Kai'nin babasının "Şuna bak evlat! Ne talihsizlik! Fırtına tahmin ettiğimizden de yakın!" diye bağırdığını duydum. Adam, yolculuk boyunca denizci şapkasının altına sakladığı mavi gözleriyle bulutlarla kaplanmaya başlayan gökyüzüne baktı. Hava dakikalar içinde bozmuştu. Şimdi rüzgâr soğuk ve sert esiyor, tekne ise küçük bir limana demirlenmiş bir halde suyun yüzeyinde beşik gibi sallanıyordu. Kai'nin babası daha sonra köpükle kaplanmış olan suyu işaret etti. "Ayrıca suda çok fazla dalgakıran var. Tekrar açılmak tehlikeli olacaktır."
"Galiba bu burada mahsur kaldığımız anlamına geliyor." diyerek durumu yorumlayan Kai yanındaki direğe yaslandı ve parmaklarını sarı saçlarının arasından geçirirken bize hafifçe gülümsedi. "Çok şanslısınız. Bu durumda sizi burada beklemek zorundayız."
Ağzımı açacak olsam ona şansla ilgili hiç de hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyeceğimden bir şey demedim ama Emma benim kadar kontrollü değildi; Kararan gökyüzüne endişeyle baktı ve sonra da Kai'nin tüm o ukala tavırlarına rağmen çok ciddi bir şekilde "Hemen geri döneceğiz!" diye söz verdi.
"Bekleyeceğim." dedi Kai.
"Gerçekten mi? Demek istediğim... Sadece teyit etmek istedim çünkü fırtınanın ortasında kalırsak bu çok kötü olur."
"Endişelenme tatlım. Bir yere gittiğim yok. Sizi geri götürmezsem paramı nasıl alacağım?"
Bizden başka kimsenin olmadığı rıhtımı incelemeyi bırakarak topuklarımın üzerinde Kai'ye doğru döndüm. Aynı anda da rüzgârda uçuşan saçlarımı zapt etmeye çalıştım. Amma da paragözdü... Ve belli ki çapkındı da... Kardeşimle gözümün tam önünde flört etmek zorunda mıydı gerçekten? Bu beni rahatsız ediyordu. Fakat şu an en büyük sorunum bu değildi. "Baksana Kai, bu adada herhangi bir ulaşım aracı var mı?" diye sordum ona.
"Otobüs gibi mi? Burada taksi bile yoktur. Çoğu turist ormanı keşfetmeye ya da balık tutmaya gelir." Suratımı astığımda Kai "Ama..." diye devam etti. Elini denizci şortunun cebinden çıkararak bana şık bir anahtar uzattı. "Şanslı günündesin, buraya kamp yapmak için sıkça gelirim. Şu tepedeki kulübeyi görüyor musun?"
Tepeye baktım. "Evet, görüyorum."
"Orada bana ait bir dört çeker var. Size ödünç verebilirim, tabii..." Fazlasıyla sabırsız günümdeydim. Dört çekeri duyduktan sonra onu doğru düzgün dinlememiştim bile! Konuşmasının bitmesini beklemeden bir hevesle anahtara uzandım. Kai benden daha hızlı davranarak elini geri çekti ve imalı bir bakış fırlattı. "Bebeğime gözünüz gibi bakmak şartıyla?"
Erkekler ve arabaları, diye düşündüm kendi kendime. Yaş kaç olursa olsun fark etmiyordu. Kafamı tamam anlamında salladıktan sonra "Sağ ol," dedim bunu demem gerektiğini hissederek.
"Lafı bile olmaz."
Ve anahtarı geri uzattı. Nihayet onu alıp pantolonumun arka cebine koyduğumda bir rüzgâr eserek tüylerimin diken diken olmasına neden oldu. Sabahki havaya göre giyinmek o kadar da iyi bir fikir değildi sanırım. Üzerimdeki gömlek pek inceydi ve pantolonum ile ayakkabılarım beni umduğum kadar sıcak tutmuyordu. Emma'da üşümüştü. Kollarını ovuşturarak kolsuz bluzunun içinde ümitsizce ısınmaya çalışıyordu. Birkaç metre ilerimizde duran ve yanına gelmemizi bekleyen Baris'e doğru bir adım atmıştım ki, Kai arkamdan "Bir şey daha," dedi. Önce bana diyor sandım ama hayır, Emma'ya bakıyordu.
Emma "Evet?" diye mırıldanarak çocuğa döndü. Kai teknenin yelken ipine tutundu ve dengeli bir sıçrayışta limana atladı. Sonra da aceleyle kardeşimin avuçlarından birine küçük bir kağıt parçası tutuşturdu. "Bu nedir?" diye sordu Emma, kağıda anlamsız bir bakış atarak.
"Numaram. Belki buradan çıkınca ararsın."
"Ama sana zaten sörf yapmayı öğrenmek istemediğimi söylemiştim."
Tanrı aşkına, neden buna şahit olmak zorundaydım ki? Emma bu kadar saf olamazdı herhalde? Müdahale etmekten hiç mi hiç hoşlanmasam da ağzımı açtım. "Bu sörf için değil Emma. Daha çok seninle çıkmak istiyor gibi." dediğimde Emma bana öyle bir bakış attı ki, içimden kendime küfürler ederek ağzımı kapadım. Kahretsin, görünüşe göre az önce sadece salağa yatıyor, çocuğu başından savmaya çalışıyordu. Bende ağzımı açarak planını berbat etmiştim. Özür diler gibi dudaklarımı büzdüğümde Emma iç çekerek Kai'ye döndü. "Çok üzgünüm. Eva biraz abartıyor."
"Aslında abarttığı falan yok. Seninle gerçekten çıkmak istiyorum."
Vay be.
Pat diye söylemişti.
"Amma da cesursun, değil mi?" diye alay ettiğimde Kai ne kadar umurunda olmadığımı göstermek için bana gözlerini devirdi. Emma ne yapacağını bilemeyerek yüzüme baktığında omuzlarımı silktim; Kendi bilirdi. O da ne kadar isteksiz olduğunu belli etmemeye çalışarak çocuğa durumu açıkladı. "Çok isterdim ama herhangi biriyle buluşmak için zamanımın olacağını zannetmiyorum. Bu iş biter bitmez araştırma ekibine döneceğim."
"Yine de numaram kalsın." derken, Kai hayal kırıklığını saklamak için başka bir yöne baktı. "Belki ararsın."
Daha o anda Emma'nın onu aramayacağını biliyordum ama bunu ona açıkça söylemek yerine kağıdı alıp pantolonunun arka cebine sıkıştırdı. Bunu yaparken yüzünde komik bir ifade vardı; Aynı anda hem şaşkın hem de sıkıntılıydı. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ama ne kadar çabalarsam çabalayayım Emma yanımdan geçerken ifademi fark etti. Bana uyarı dolu bir bakış atarak, "Tek kelime bile edeyim deme." diye ikaz etti.
"Onunla çıkacak mısın?" diye sordum onu duymazdan gelerek.
"Hayır," dedi hemen, sonra da yüzünü buruşturdu.
"Neden?" O kadar da umurumda olmamasına rağmen, "Senden gerçekten hoşlandı bence." diyerek düşüncelerimi dile getirdim.
"Ah, lütfen. Sen senden hoşlanan herkesle çıkıyor musun ki?" Tony'den bahsettiğini hemen anlamıştım. Keyfim de kaçmıştı. Emma bunu fark ettiği anda dediği şey için pişman oldu ve özür diler gibi iç çekti. "Affedersin. Öyle demek istemedim. Beni ilgilendirmez. Sadece... Evet, Kai hoş biri... Ama bana sörf yaptırmak istiyor. Kesin düşüp bir yerlerimi kırarım. Bir de dolandırıcının teki."
"Ah, evet. Dolandırıcının teki olduğu konusunda hemfikiriz."
"Her neyse," diyerek gülmemek için yanağının içini ısırdı. "Bu meseleyi kapatabilir miyiz?"
Ona saygı duydum ve bunun hakkında daha fazla konuşmamaya karar vererek yanında yürüdüm. Baris zaten bizi bekliyordu. Ona Kai'nin bizim için bir araba ayarladığını söyleyerek harabelerin yanındaki tahta kulübeyi işaret ettim. İnin cinin top oynadığı harabelerin arasından sessizce geçerek Kai'nin bahsettiği kulübenin önüne geldik. Kapıdaki asma kilit açıktı ve içeride de kocaman tekerlekleri olan bir arazi aracı vardı. Baris sürücü koltuğuna geçti ve bende mecburen yanındaki koltuğa geçerken Emma rahatça uzanabileceği üç koltukla dolu olan arka kısma oturmak için kapıyı açtı. Haritayı kucağımda açarak Baris'e gitmemiz gereken yolu tarif ettim. O da aracı harabelerin arkasında kalan orman yoluna soktu. Gitmemiz gereken antikacı birkaç dakika uzaklıkta kalana kadar ilerledik fakat sonra tam da yolun üzerine kocaman bir ağacın devrilmiş olduğunu gördük.
Baris arabayı ağacın birkaç metre ilerisinde durdurdu; Emma, "Bu iyi değil," diye yorum yaptığında onu duymazdan gelerek düşünceli bir tavırla parmaklarını direksiyon simidinin üzerinde oynattı. Şakaklarımı ovuşturdum ve karşılık olarak uzun uzun iç çekmeden edemedim. Lanet olsun! Neden? Neden hiçbir şey yolunda gitmiyordu?
"Şimdi ne olacak?" diye sordum çünkü aklıma gelen tek şey bir köşede top gibi kıvrılıp ileri geri sallanmaktı.
Emma iki koltuğun arasından eğilerek telefonunun ekranına baktı. "Kötü haber. Burada sinyal çekmiyor."
"Burada bir baz istasyonunun olduğunu bile sanmıyorum." dedim.
Sonra Baris çok nadiren yaptığı bir şey yaparak sohbetimize katıldı ve "Burada kalıp arabayı korumanı isteseydim yapar mıydın?" diye sordu bana.
Emniyet kemerimi çözmek için uzanırken, oldukça alaycı bir sesle, "Hırsız olmam bir aptal olduğum anlamına gelmiyor." diye yanıt verdim. "Hiç şansın yok. Bende seninle geleceğim." diye devam ederken itiraz istemeyen ses tonum yüzünden Baris kafasını tamam anlamında salladı. Ardından arkamı döndüm ve arka koltukta oturan Emma'ya işaret parmağımı salladım. "Sen! Burada kalıyor ve arabayı koruyorsun."
"Ne? Neden?"
"Sadece kal işte. Göz açıp kapayıncaya kadar geri döneceğiz, merak etme."
Emma dik dik yüzüme baktıktan sonra bir çocuk gibi surat astı, kollarını göğsünde kavuşturup arkasına yaslandı. "Bak ne diyeceğim? Boş versene, bu havada dışarı çıkmak istemiyordum zaten. Gidin siz, keyfinize bakın. Ben burada oturup Subway Surfers falan oynayacağım."
"Gerçekten mi?"
Telefonunu havada salladı.
Gözlerimi devirmeden edemeyerek kapıyı uzandım ve kardeşime son bir kez endişeli bir bakış attıktan sonra daha fazla orada kalamayacağımın farkında olarak dışarı çıktım. Baris'de peşimden indi. Gözlerindeki ifadeden onu takip etmem gerektiğini hemen anladım. Arabanın etrafından dolanarak peşinden gittim. Yürüyüş o kadar da kötü değildi. Her yer toprak kokuyor, ağaçlardan düşen su damlalarının sesini ve kuşların ötüşünü duyabiliyordum. Yine de buranın tatil cennetine uymayan kasvetli ve ürkütücü bir havası vardı. Neyse ki yol çakıl taşlarıyla döşenmişti de çamura bata çıka ilerlemiyorduk. Sonra diğer tarafında ineklerin ve atların otladığı bir çitin önünden ve bir patikadan geçtik. Her yeri bir döküntüden ibaret olan dükkânın önüne geldiğimizde gözlerimi şaşkın şaşkın kırpıştırarak kulübeyi süzdüm. Yüzümü buruşturmamaya çalıştım ama bu imkansızdı. Burası bir harabeydi resmen. Kocaman, ahşap harflerle yazılmış 'IOALANIN KALBİ' yazısında 'L' harfi düşmüştü ve ucu kırık bir şekilde çatının diğer kenarında duruyordu.
Ansiklopedide buranın bir resmi vardı, evet, ama o zaman baktığımda gözüme bu kadar kötü ve izbe görünmemişti.
Merakla, "Burada kredi kartı geçiyor mudur ki?" diye sordum. Baris yanıt vermeyince bende devam ettim. "Eğer geçmiyorsa, biliyorsun, belki de ben..."
Gözlerini kulübeden ayırmadan, hiçbir öfke belirtmeyen ama sıcaklık da belirtmeyen bir tonla, "İçerideyken bir şey çalmaya çalıştığını görürsem seni oradan zorla çıkarırım. Çok ciddiyim." diye sözümü keserek ikaz etti beni... Fakat dedikleri kulağa bir uyarıdan daha çok bir tehdit gibi geliyordu.
Ona 'Lütfen' diyen bir bakış attım. Bu harabeden ne diye bir şeyler çalacaktım ki? "Bundan şüphe etmene gerek yok, güven bana."
"Sana güvenmek mi? Bu konuda mı?" Bana keskin bir bakış attı. "Ciddi olamazsın."
İması karşısında yoğun bir karıncalanmanın midemde ve yüzümde dolandığını hissettim. Utanç mıydı bu? Kabul ediyorum, dünyadaki en güvenilir insan değildim ama bu kadar da dürüst olmak zorunda mıydı? O haklıydı. Biz gerçekten de birbirimizi ölesiye kızdırıyorduk. "Tamam, en azından dene, olur mu? Ne sanıyorsun? Önüme gelenin cebine elimi attığımı mı?"
"Aksini gösterecek bir şey yapmadın."
Karıncalanma hissi arttı ve kısmen bu doğru olduğu için kendimi resmen berbat hissettim. Bunu yapabildiği için de Baris'e gıcık oldum. Kahretsin. Üzerimdeki etkisinden nefret ediyordum.
Çift kanatlı kapıyı ittirerek içeri girdiğimizde tepedeki çan öttü. Dükkânın içi küf ve rutubet kokuyordu. Tezgâhın arkasında oturan yaşlı satıcı daha iyi görmek için gözlüğünü düzelttikten sonra ayağa kalkmaya çalıştı. Adam o kadar yaşlıydı ki, bir an kalkmamasını söylemek için ağzımı açmıştım ama benden önce ufak tefek, zayıf bir kız odalardan birinden fırlayarak gelmiş ve adamın koluna girerek onu arka odalardan birine götürmüştü. Odadan geri çıkarken kızın uzun, ince yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Saçlarının modeli benimkiyle aynıydı ama gözleri benimkilerin aksine çekik ve kahverengiydi. Yaka kartında 'Jardies' yazıyordu. Jardies, üniformasının duruşunu düzelttikten sonra hoş bir sesle "Nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu.
"Merhaba," dedim ve sohbetle vakit kaybetmek istemeyerek cebimden bir kağıt çıkarıp hançerin bir resmini uzattım. "Biz bu parçayı arıyorduk."
Jardies öne eğilip fotoğrafa bakarken kaküllerinin duruşunu düzeltti. "Ah, evet. Onu daha önce görmüştüm. Aşağıda bir yerlerde olacaktı."
"Yani? Onu alabilir miyiz?"
"Şey, tabii... Beni takip edin. Size göstereyim." diyerek arka kapılardan birini ittirdi. Merdivenlerden indik ve bir sürü ıvır zıvırla dolu rafları olan bir depoya vardık. Meraklı gözlerle etrafıma bakındım çünkü kendimi bir istifçinin evine girmiş gibi hissediyordum. Tanrı aşkına, içeride kırık bir matruşka ile oyuncak, tahta at koleksiyonu bile vardı! Tüm bunlar tepeden sarkan çıplak lambayla birleşince biraz sonra bir yerlerden maskeli bir seri katilin fırlayacağını falan düşündüm. Jardies daha sonra tekerlekleri olan bir merdiven getirdi ve onu kullanarak üst raflardan birine uzandı. Elini rafın yüzeyinde gezdirdi ama sonra yüzünü buruşturdu, bende hemen bir aksilik olduğunu düşündüm. Öyle de oldu. "Burada değil." diyerek merdivenlerden inmeye başladı ve hemen açıklama yapmaya çalıştı. "İzin verin, babama sorayım. Belki bir yerlere kaldırmıştır. Ona yapmamasını söyleyip duruyorum ama sürekli eşyaların yerini değiştiriyor."
Sanki izin vermekten başka çaremiz vardı.
Ondan sonra üst kata geri çıktık ve Jardies'de vakit kaybetmeden onunla konuşmak için babasının odasına gitti. Bende o gittiği andan beri gergin bir şekilde ellerimi ovuşturarak odanın içinde bir o yana bir bu yana volta atmaya başladım. Yağmur yağmıyordu ama uzakta bir yerlerden bir şimşeğin çaktığını duyabiliyordum. Camdan, iyice gri bulutlarla kaplanan gökyüzüne baktım. Hava bozacaktı. Üstelik üşümeye de başlamıştım. Keşke havaya aldanıp gömlek ve etek giymek yerine daha kalın bir şeyler giyseydim. Emma'yı aramayı düşündüm bir an ama burada telefonun çekmediği aklıma gelince huysuz bir şekilde suratımı astım. Çekse bile bir işe yaramazdı zaten, telefonumu arabada bırakmıştım. Baris, "O iyi olacak." dediğinde ne düşündüğümü tahmin etmesi karşısında şaşırarak ona baktım. "Neden sende biraz sakin olmayı denemiyorsun?"
"Denemediğimi mi sanıyorsun gerçekten? Elimde değil ki. Sence Emma orada gerçekten iyi olur mu?" Baris'in bakışlarında bir şeyin değiştiğini gördüm, artık daha sert ve daha... Yoğundu? Onu rahatsız edecek bir şey mi söylemiştim yoksa? Gergin bir edayla kolumu kaşıdım. "Neden bana öyle bakıyorsun?"
"Kardeşini düşünmek yerine kendini düşünmelisin, Eva. Onun peşinde onu öldürmek isteyen biri yok."
"Ben kendi başımın çaresine bakabilirim. Endişeleniyorum çünkü tüm bunlar benimle ilgili ve..."
Beni bölen şey Jardies'in içeri girmesiydi. Bu kadar çabuk geri dönmesini beklemiyordum ama şikayetim yoktu. Çenemi kapamak için dudaklarımı birbirine bastırdım ve Baris'in yanından geçerek ahşap masanın önünde duran tekli koltuğa oturdum. Fazla hevesli görünüyor olacağım ki, benim bakışlarımın altında Jardies sıkıntılı bir ifadeyle yanağını kaşıdı. "Çok üzgünüm ama babam hançeri satmış."
"Ne?" dedim ve ardından şaşkınlıkla bocaladım. Doğru soru bu değildi ki. "Kime satmış?"
"Şey... Pek emin değilim ama merak etmeyin, kayıtlarımız var. Prosedür gereği o kadar eski olan eşyaları satmak için alıcıların adreslerinin de yazılı olduğu bir formu doldurmaları gerekiyor. İsterseniz size formun bir kopyasını verebilirim ama bulabilir misiniz emin değilim, babam o şeyi satalı neredeyse iki yıl olmuş."
Başka seçeneğimiz vardı sanki? Denemek zorundaydık. Teklifini kabul ettiğimi göstermek için "Lütfen," derken sesim tedirgindi.
"Tamam. Bir dakika verin bana."
Jardies bunu dedikten sonra en az yüz yıl önceden kalma olduğunu düşündüğüm oyma, ahşap dolaba doğru yürüdü. Cebinden çıkardığı bir anahtarla dolabın kilidini açarak içindeki dosyaları karıştırdı. Sonunda da bana birkaç kağıt parçası uzattı. Olmam gerekenden daha heyecanlıydım. Kağıtları elinden öyle hızlı bir biçimde kaptım ki, Jardies bu tepkim karşısında şaşırarak kaşlarını kaldırdı. Onu umursamadan gözlerimi hızlıca kağıtların üzerinde gezdirdim. Hançer, genç ve zengin bir Alman iş kadınına satılmıştı. En alttaki adres kısmına bakarken omuzlarım gevşedi. Hâlâ bu kıtadaydı, şükürler olsun, çünkü meteliğe kurşun attığım için yeni bir seyahati daha karşılayacak durumum yoktu; Hele ki Almanya'ya gideceksek.
Kağıtları okurken odanın içinde hareket eden adım seslerini işittim ve saçlarımın arasından belli belirsiz bir şekilde Baris'in karşımdaki koltuğa oturduğunu gördüm. Göz göze gelince parmak uçlarını düzgün çene hatlarının üzerinde gezdirdi. O an onun o eski koltukta oturmayacak kadar 'uyumsuz' olduğunu düşündüm. Bir şekilde Baris'in buraya, bu zamana ait olmadığını görebiliyordum. Dikkatimin onda olduğunu anladığında elimdeki kağıtlara ve yüzüme baktı. "Neredeymiş?" diye sordu ve bende tam bir salak gibi "Ne neredeymiş?" dedim.
"Hançer, Eva." Kaşlarını çattı.
Tabii ya.
"Yakında," diye yanıt verdim. Adresi hafızama not ettikten sonra kağıt yığınını Jardies'e uzattım. "Tekrar, teşekkürler."
Jardies, gülümseyerek kağıtları geri aldı. "Lafı bile olmaz."
Ne tatlı kızdı; özellikle de bize yardım ettiği için...
Ondan sonra derin bir sessizlik ortama hâkim oldu. Nedenini anlamadığım bir şekilde hareket etmeye cüret edemediğim için oturduğum koltukta hiç kıpırdamadan durdum. Baris'de kalkmaya yeltenmiyordu. Sessizliği bozan taraf olarak, bana, "Ne diyorsun?" diye sorduğunda ona saf saf bakmadan edemedim.
"Bana ne düşündüğümü mü soruyorsun?"
"Soruyorum."
"Önemli mi ki?"
Tepkim karşısında çok, çok hafifçe gülümsediğini gördüm. Göz ucuyla da olsa Jardies'in çaresizce iç çektiğini ve pembeleşen yanaklarını saklamak için arkasını döndüğünü fark edebiliyordum. Bir anda duvarda asılı olan The Last Supper'ın kopyasına bakmaya başlamıştı. Baris, beni göz hapsine aldığı için kızın tepkisinin farkında değildi. Gerçekten de fikrimi soruyordu. Bu, hoşuma gitmişti... Sanırım? Ve hâlâ bana bakıyordu. Bu yüzden yerimde huzursuzca kıpırdanarak sordum ona;
"Neden bana öyle bakıyorsun?"
İsmimi içimi ürperten bir tonla söyleyerek, "Ne enteresan kızsın Eva." dedi.
"Gidip kadınla konuşabiliriz." diyerek aklındakileri dile getirdim. "Belki onu hançeri bize geri satmaya ikna edebiliriz." Ardından düşündüğüm şey yüzünden yüzümü hafifçe buruşturdum ve tepkisinden o kadar da emin olamadığım için çok daha kısık bir sesle ekledim; "Ya da başka bir şey."
Soru sorarcasına, "Başka bir şey?" diye tekrar etti.
"Neden bahsettiğimi biliyorsun."
Bunu düşünürken yüzündeki hatların isteksiz bir hisle sertleştiğini ve aynı hisle gözlerindeki ifadenin yoğunlaştığını gördüm. "Bütün bunlar başına bu yüzden geldi zaten. Bir de bana bunu önermeye cüret mi ediyorsun?"
"Lanet olsun. Sadece bir seçenekti. Muhtemelen geri satacaktır zaten."
Sertçe "Sen-" dedi fakat sonra Jardies'e baktı. Kız şaşkın bir ifadeyle ona bakıyordu. Onun yanında söylemek istediği şeyi söyleyemediği için, "Tamam." dedi, her ne kadar yöntemlerimi hiç onaylamasa da. "Daha sonra konuşabiliriz bunu. Gidelim buradan."
Sesimi çıkarmadan koltuktan kalktım çünkü zaten hemen gidip hançeri almak istiyordum. Ne kadar acele edersek o kadar iyiydi. Dükkândan çıktığımızda vakit kaybetmeden arabanın olduğu tarafa doğru yürümeye başladım, Baris'de beni birkaç adım arkamdan takip etti... Ama çok gergindim; Yürürken anksiyete krizi geçiriyormuş gibi söyleniyor, parmaklarımla ve tırnaklarımla oynayıp duruyordum. Hançeri burada bulacağımıza dair öyle büyük bir beklentiye girmiştim ki, şimdi bulamadığımız için içimde patlamayı bekleyen bir öfke vardı. Bende ormanın ortasında durdum ve bu öfkeyi içimden çıkarmak için tüm gücümle bir çığlık atarak yanımdaki ağaçlardan birinin gövdesine bir tekme savurdum. LANET TAŞ! LANET HANÇER! İlk seferde değil belki, ama ağacı tekrar tekrar tekmeleyip durunca Baris bileklerimden tutarak zavallı ağaçtan uzaklaştırdı beni. Yolun ortasında, tekmeleyebileceğim herhangi bir ağaçtan uzak bir şekilde durduk.
"Hey, sakin ol."
Buna bir şey demedim.
"Ne oluyor Eva?"
Az önceki tepkim yüzünden az da olsa utandığımı hissederken omuzlarımı silktim. "Gördüğün gibi, pek bir şey olduğu yok."
"Evet, ama bu neden bir ağacı tekmelediğini açıklamıyor." Duyunca da kulağa çok salakça geliyordu doğrusu. Başımı kaldırıp ona dik dik baktım. Nasıl bu kadar sakin, bu kadar kontrollü olabiliyordu bir türlü anlamıyordum. Oysa ben kafayı yemek üzereydim. İfademi fark edince kaşlarını çattı. "İyi misin?"
"Evet." dedim ama bu kocaman bir yalandı. "Hayır. Ben... Dinle. Beni şu an yalnız bırakır mısın? Havamda değilim. Ben-"
"Dikkat et." Kollarını etrafıma sardı ve beni öyle şiddetli bir şekilde kendine doğru çekti ki, bir an sonra yanağım kaslı, düz göğsüne yaslandı. Ne olduğunu anlamamıştım ve çok şaşırmıştım. O... Bana sarılıyor muydu? Ama sersem bir halde başımı kaldırdığımda Kosey'in ağaçların arasından çıktığını ve tüm o yeşilliğin içinde simsiyah giyimiyle ve uzun boyuyla kendini gösterdiğini gördüm. Genç yüzünü çevreleyen dalgalı, gür saçlarıyla ve çıkık elmacık kemikleriyle tanıdıktı ama yine de onu görmeyeli yüzyıllar olmuş gibi hissediyordum. Garip ama şaşırmamıştım da. Sanırım bir noktada Kosey'le karşılaşmayı zaten bekliyordum. Ardından gözlerim elindeki hançerle buluştu. Hançerin kabzasındaki mücevherlerden yağmur suyu damlıyordu ve bıçak kısmı bu soluk, kasvetli havada bile korkunç bir berraklıkla parlıyordu. Başım dönüyordu. Bu oydu! Aradığımız hançer! Kosey'de miydi yani? Bu nasıl bir şanstı böyle?
"Baris... Hançer..." diyebildim sadece. "Onda..."
Fark etti. Korumacı bir tavırla beni göğsüne biraz daha bastırınca gömleğinin altındaki bedeninin sıcaklığını hissettim. "Yakınımda kal."
Şaka ediyordu herhalde? "Evet, planım da o zaten." diye geveledim ağzımda. Kendime dip not - Kosey, olur olmadık girişler yapmayı seviyor. Bu üç olmuştu. En azından kendi zamanımda, benim için. Eh, böylece o Alman kadının hançeri kime sattığını da bulmuş olduk. Galiba bunu tahmin etmem gerekirdi. Muhtemelen en baştan beri zaten ondaydı.
Kosey, çok doğal bir tavırla bize doğru bir adım attığında Baris beni hafifçe yan tarafına çekerek bedenimin bir kısmını kendi omzuyla kapattı. Aynı anda omurgamdan aşağı şaşkınlık dolu bir ürperti indi. Beni mi koruyordu? Belki, sadece belki, ona güvenebilirdim? "Çekil yolumdan Kosey." dediğinde adını öyle bir tonla söylemişti ki, Kosey'den nefret ettiğini bilmeme rağmen bundan kesinkes emin olduğumu hissetmiştim.
Garip bir şekilde, Kosey Baris'i dinleyerek olduğu yerde durdu. Tembel bir tavırla kaşlarını kaldırarak, "Sen benim yolumdasın." diye karşılık verdi. Ondan sonra da bana baktı. İfadesindeki nefret bir an olsun azalmamıştı. Gözleri en az hatırladığım kadar yırtıcı ve açtı. Yine de konuştuğu zaman sesinde yüzündeki ifadeyle uzaktan yakından alâkası olmayan, sahte bir nezaket vardı. "Merhaba Eva. Tüm bunlara kendini kaptırdın, değil mi?"
Bu durumdan resmen keyif alıyordu.
"Aklını kaçırmışsın sen!" diye çıkıştım ona. "Benimle sakın bu şekilde konuşmaya cüret etme! Tüm bunlar senin yüzünden oluyor zaten!"
"Lütfen alınma. Kişisel bir şey değildi... Yani öyleydi, ama seninle ilgili değildi."
Onun bu alaycı yorumu karşısında korkumun yerini derin bir öfke aldı ve acı bir kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Baris ise kollarını hâlâ etrafımdan çekmemişti. Ne kadar yakın olduğunu da o ana kadar fark etmemiştim. Yani resmen sarılıyor gibiydik. Kosey bunu oldukça ilginç bulmuş olacak ki, neredeyse meraklanmış bir tavırla kaşlarını kaldırarak hançerin bıçak kısmını parmakları boyunca sürttü. Bakışlarımı bir türlü o hançerden ayıramıyordum; Gördüğüm, düşündüğüm tek şey oydu. Sonra olabilecek en kötü, en berbat şey oldu ve tanıdık, yumuşak bir ses adımı söyleyerek Kosey ile aramıza girdi;
"Eva?"
Emma'ydı bu.
Ağaçların arasındaki toprak patikadan yürüyerek, tam da yanımızdaki yoldan, ama bizden çok Kosey'e yakın olacak bir şekilde kendini açığa çıkardı. Onu görünce gözlerim fal taşı gibi açıldı. Yemin ederim, oracıkta endişeden öleceğimi hissettim. İşimiz uzun sürmüştü ve biz geri dönmeyince ne olduğunu merak ederek peşimizden gelmiş olmalıydı. Aman Tanrım. Bu çok, çok kötü bir şeydi. Kardeşim, ne olduğunun farkında bile değildi ve bundan daha kötü bir şey varsa o da Kosey'den sadece üç adım uzakta duruyor olmasıydı. Ben şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalışırken Baris'in alçak sesle, kendi dilinde bir şeyler söylediğini duydum fakat o an onu anlayacak bir durumda değildim. Emma bir anda herkesin gözlerini üzerine çekmişti. Benim, Baris'in... Hatta Kosey'in bile... Şimdi bana değil, ona bakıyordu. Yüzündeki ifadeden bir ikiz kardeşim olduğunu bilmediği belli oluyordu. "Merhaba?" dedi olabilecek en normal ama aynı zamanda da en garip şeyi söyleyerek.
Emma ise konuşana kadar Kosey'in varlığını fark etmemiş gibiydi, ki bu garipti çünkü Kosey'den öyle yoğun bir aura yayılıyordu ki, bence onu fark etmemek pek mümkün değildi. Şimdi dahi hiçbir şey yapmıyor, orada öylece duruyordu ama sadece varlığıyla bile insana kendini tehdit altında hissettiren bir sıcaklık saçıyordu. Başta onu tanımadığım için bu hissin kibirden kaynaklandığını sanmıştım ama hayır, değildi, o gerçekten tehlikeliydi. Emma birden birkaç adım ötesinde duran en az bir seksen beşlik adamı fark edince, onu şimdiye dek fark etmediği için afallamış bir halde başını sallayarak, "Merhaba," diye karşılık verdi. Sesi şaşkınlıktan zayıf çıkmıştı.
Başım dönüyordu.
Bu gerçekten oluyor olamazdı.
"Emma," dedim ama sesimi ben bile zar zor duyuyorken onun duyması mümkün değildi. Kalbimin derinliklerinden, bir şeyler yap aptal, diyen bir ses yükseldi.
Sonunda tekrar gerçek dünyaya döndüğümde ise her şey paramparça oldu; Kosey'i gördüm, dudaklarını süsleyen hafif bir tebessümle Emma'ya doğru bir adım attığını... Tebessümünde sıcak ya da dostane bir şey yoktu, tamamen acımasız ve meraklıydı ama sadece acımasız ve meraklı da değildi - Aynı zamanda da korkunç bir vaat doluydu. "Hayır! Dur!" diye haykırarak Baris'i omuzlarından sertçe ittim. Kollarının arasından sıyrıldığım gibi hızla ileri atıldım. Kosey'e o kadar yaklaşmak tehlikeliydi, biliyordum bunu ama bu noktada umurumda bile değildi. Emma'yı kurtarmak zorundaydım. Ne kadar büyük bir tehlikede olduğunun farkında bile değildi. Fakat Baris ona ulaşmama izin vermedi, ben atıldığım anda kollarını belimin etrafına sararak kaba kuvvetle sırtımı göğsüne çekti.
"Yapma!" dedi bana. "Gitme oraya."
"Bırak beni!" diye gürledim dirseğimi sertçe karnına geçirerek ama öyle güçlüydü ki, darbem onu yerinden kıpırdatmadı bile.
"Olduğun yerde kal, Eva."
"Baris, bırak beni!"
Zavallı Emma, kafası karışmış bir halde Baris ve bana bakıp duruyordu. "N-ne oluyor burada?"
Kardeşimi çaresizce, "Emma, ondan uzak dur!" diye uyardım.
Başta neden bahsettiğimi anlamadı ama sonra, Tanrı'ya şükürler olsun ki, uyarım işe yaradı da Emma'nın gözleri temkinli bir ifadeyle Kosey'in üzerinde dolandı. Bakışları ellerinden birinde takılı kaldı, tuttuğu hançeri fark etmişti. Sonra yüzü kağıt gibi bembeyaz kesildi ve geriye doğru bir adım atarken endişeli bir ifadeyle yavaşça yutkundu.
Sonra bana ne oldu bilmiyorum. Sadece ne hissettiğimi hatırlıyordum; Derin bir korku, müthiş bir öfke ve can yakan bir endişe. Bu hislerin hepsi kafamda iç içe geçmişti ama Emma için hissettiğim korkunun yanında kendim için hissettiğim korkunun esamesi okunmazdı. Ona bir şey olur düşüncesiyle göğsüm dağlanıyordu fakat sonra bunun bir histen çok gerçek bir şey olduğunu fark ettim. Göğsüm gerçekten de alev alev yanıyordu, sanki ilk kez sigara içmişim ya da uzun süre suyun altında kalmışım gibi. Görüşümde orman, Kosey ve Emma vardı ama bir an sanki bu dalgalandı. Görüntü değişir gibi oldu. Şimdi her yerde metrelerce uzunluğunda sarı kum tepeleri vardı. Size yemin ederim, kumun kokusunu bile alıyordum. Oysa havanın yağmur ve toprak kokması gerekmez miydi? Görüş alanım tekrar dalgalanarak ormana, Kosey'e ve Emma'ya döndü.
Yine o sanrılardan birini mi görüyordum?
Kirpiklerimi şaşkın şaşkın kırpıştırıp bana ne olduğunu anlamaya çalışırken Kosey'in bakışlarını üzerime çevirdiğini gördüm. Her ne yapıyorsam artık, ilgisini çekmeyi başarmıştım. Katıksız bir kızgınlıkla ışıldayan gözlerini kısarak bana bakmaya başlamıştı. Onun gözleri de Baris'inkiler gibi kahverengiydi ama Baris'in gözleri kadar koyu bir ton değillerdi. Ne ilginçtir ki, o ana kadar fark edememiştim bunu.
Baris ise bende bir tuhaflık olduğunu fark etmişti. Yüzüme bakmak için bedenimi kollarının arasında döndürdüğünde sendeledim. Ben asla sendelemezdim ki! Ona tutunmak için ellerimi kaldırdım ama Baris'in gömleğini sıkı sıkı kavrayan ellerimde bir gariplik vardı. Daha önce piramitteyken taşa dokunduğumda olduğu gibi parlak, yeşil bir ışık damarlarımın üzerinden akıyordu ve yemin ederim size, onu iliklerime kadar hissedebiliyordum; Alev kadar sıcak, yoğun bir güç... Güçtü bu; Saf güç... Ve bedenimin her yerindeydi...
Yeşil ışık aniden içe çekildi, ellerimden gömleğimin içine doğru aktı. Öyle parlaktı ki, gömleğimin altından bile belli oluyordu ve görmesem de ışığın kalbimdeki taşa doğru hücum ettiğini hissedebiliyordum. Sonra kalbim atmayı bıraktı sanki. Göğsümün solu sertçe sıkıştı. Berbat, acı veren bir histi. Nefes almak için ağzımı açtım ama bedenim bir türlü beni dinlemiyordu... Sonra kalbim tekrar atmaya başladı... Tekrar nefes alabildim... Bununla birlikte güç bir havai fişek gibi patladı ve içimden etrafımdaki her şeye yayıldı. Her şey yeşil, sıcak bir ışıkla kaplandı. Bir an sonra ışığın ağ damarları gibi topraktan süzüldüğünü, sonra kıvrıla kıvrıla ağaçların gövdelerini sardığını gördüm. Bakmak için başımı kaldırdım. Işık, ağaçların gövdelerinden yapraklarının uçlarına kadar tırmandı. Sonra ağaçlar titredi ve bu titreme öyle şiddetliydi ki, bir saniye sonra yaprakların hepsi havada süzülerek yere düşmeye başladı. Evet... Hepsi... Öyle çoklardı ki, artık bir metre ötemi bile göremiyordum.
"Eva?" diyerek adımı söyledi Baris. Sesi hem uzaktan hem de yakından geliyordu. Bir yaprak parçası havada dans ede ede inerek omzuna, bir tanesi de saçlarının arasına düştü. Bana bakan gözlerinin içine bakmak için kendimi zorlamam gerekmişti. Şaşkınlıkla, "Ne yapıyorsun sen?" dediğinde onun da bunun ne olduğunu bilmediğinden emin oldum.
"Ben..." dedim ama hiçbir şey bilmiyordum. "Aman Tanrım. Ne oluyor?"
Tanrı aşkına, Emma neredeydi? Onu bir an önce bulmam gerekiyordu! Kulaklarım uğulduyordu ve kalbim göğsümün içinden çıkacak kadar şiddetli bir şekilde atıyordu. Dudaklarım, kardeşimin adını söylemek için titreyerek aralandı. Sesim çıkmayınca derin bir nefes aldım ama ciğerlerime dolan havayla birlikte her şey paramparça oldu ve ayaklarımın altındaki zemin korkunç bir gürültüyle sarsıldı.
Bir korku dalgası bana çarptı.
Bu iyi olamazdı.
Ne olduğunu anlamaya kalmadan yer ayaklarımın altından kaydı ve şiddetle boşlukta düşmeye başlarken çığlık bile atmaya fırsatım olmadı. Panikle kollarımı savurarak tutunabileceğim bir şey aradım ama hiçbir şey yoktu. Parlak, sarı bir ışık gözlerimi kamaştırdı. Kısacık bir an için her şey yeniden görünür oldu; O kısacık anda da hayatımda gördüğüm en bulutsuz, en mavi gökyüzünü ve tepede ışıldayan, havayı kasıp kavuran kızgın güneşi gördüm, gözümü kamaştıran şey oydu. Düşmeye devam ederken kahverengi saçlarım uçuşup yüzümün iki yanından yukarıya savruldu. Gözlerim katıksız bir dehşetle iri iri açıldı. Hayır, diye düşündüm; Hayır, hayır, hayır...
Sonra her şey bir nefes alımı kadar olan bir süreden sonra gerçekleşti.
Kızgın kum tepelerinden birinin üzerine sırt üstü çakıldım!