Duyduklarımı duyduğumdan emin olduktan sonra şaşkınlığın üzerime bir karabasan gibi çöktüğünü hissedebiliyordum. Her şeyi vardı, aklınıza gelebilecek her türlü şeye sahipti; Zenginlik, güç, saygı... Özgürlük dışında. Söylediklerinin içinde en can alıcısı buydu o yüzden. Aslında bir suikastçı olduğunu niye bana söylemediğini anlayabiliyordum. Kolay yenilir yutulur bir şey değildi bu. Aynı zamanda da her şeyi netleştiren bir detay, Firavun Geb'in niye onu evlatlık aldığının yanıtıydı. Adamın tek istediği Baris'i ve sahip olduğu bekçi güçlerini kullanabilmekti. Neden bu kadar anaç davrandığımı bilmesem de Baris'in bunu reddetme gibi bir lüksünün olmaması sinirlerimi bozuyordu. Bunun birini bir şeyi yapmaya zorlamaktan farkı neydi ki? Ama muhtemelen bu çağda kimse firavun gibi bir adamı reddedemezdi - Tabii salağın önde gideni ya da intihar etmeye meyilli bir manyak değilse. Krallıkların bu yönünü hiç düşünmemiştim. Ah, Keşke Mısır Tarihinden bahsederken Emma'yı daha çok dinleseydim ama ağzını bunun için açtığı her an onu ekecek bir bahane bulup duruyordum. Tony'le ise bırakın tarihten bahsetmeyi, herhangi bir konu hakkında bile konuşmak istemezdim.
Ama bir kraliyet suikastçisi...
Bunu beklemiyordum kesinlikle.
Garip bir tepki vermemek için kendime engel olmaya çalışsam da ona inanmaz bir bakış attım. Yüz ifadesinden ne düşündüğünü anlamaya çalıştım ama nafile bir çabaydı, hiçbir şey anlamıyordum. Bundan memnun muydu yoksa değil miydi? Keşke daha açık olsaydı.
Ekşimsi bir sesle, "Şey... Anlıyorum." derken kendimi tutamadım, yüzümü buruşturdum ama yalan söylemiyordum, gerçekten anlıyordum.
"Anlıyor musun?" derken Baris'in sesi tiksintiyle doluydu. Bana sanki beni ilk kez görüyormuş gibi bakıyor, gözlerinde yoğun gölgeler geziniyordu. Sonra tekrar ciddileşti, dudakları ruhsuz bir şekilde düz bir çizgi halini aldı. "Ben bir infazcıydım, Eva. Bu seni tiksindirmiyor, rahatsız etmiyor mu?"
"Şey... Evet, ediyor ama eminim ki, sana pek bir seçenek bırakmamışlardır. Ayrıca ben bir hırsızım, unuttun mu? Kimim ki seni yargılayayım?"
"Bu doğru değil." dedi ve bir an duyduklarıma inanamadım ama devam etti. "Yaptığın şeyden bahsediyorum Eva. Benim için çok geç olabilir ama senin hâlâ bir şansın var. Her şeyden paçayı kurtardıktan sonra hayatta kendi yolunu çizebilirsin. Bir zamanlar biri bana, tercihlerin senin kim olduğunu belirler, demişti."
İnanılmaz gibi görünse de gülümsedim, hem de tüm içtenliğimle. "Yanlış tercihler mi yaptın? O yüzden mi böyle konuşuyorsun?"
"O kadar önemli mi gerçekten?"
"Hayır," dedim tembel bir şekilde, bana karşı öyle dürüsttü ki ona karşı hiç değilse bunu borçluydum. "Ama ben yine de bilmek istiyorum."
"Peki," Bir süre düşünerek olanları anlatmak için kelimeleri toparlamaya çalıştı. "Birkaç yıl sonra Kosey genç bir kadınla görüşmeye başladı. Adı Mişa'ydı. Onu ilk gördüğümde bir Mısırlı olmadığını anlamıştım, sadece görünüşü yüzünden de değil, kadında... Garip bir şeyler vardı. Uzak durmaya çalıştım. İlk defa konuştuğumuzda ise gecenin geç bir saatiydi, Kosey'le bahçedelerdi. İkisini fark ettiğimde firavunun yanına gidiyordum. Kosey'in benimle konuşmak istemeyeceğini bildiğim için onları görmezden gelmeye çalıştım ama Mişa birden önümü kesti ve Kosey'den bizi tanıştırmasını rica etti. O da yaptı, kadına benim babasının köyden getirdiği bir suikastçı olduğumu söyledi. Mişa, Kosey'i dinlerken aşırı heyecanlı görünüyordu. Bense benimle oynuyormuş gibi hissediyordum. Sonra Kosey'in tam orada duruyor ve bizi duyuyor olmasını umursamadan, 'Bekçi güçlerini insanlara açık etmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?' diye sordu bana. Daha önce kimseye bekçilerden bahsetmemiştim, bu güce nasıl sahip olduğumu bilmek için can atıp duran firavuna bile. Mişa'nın bunu birinden duymuş olması imkansızdı."
Heyecandan nefesimi tuttum. "O da mı bir bekçiydi?"
"Bir bekçiye benzemiyordu." dedi. "Ona dair başka ne hatırladığımı bilmek ister misin? Hançerini. Yanında sürekli bir hançer taşırdı."
Tam olarak neden bahsettiğini bildiğim için tiksintiyle irkildim. Çatlak, hiddetli bir sesle "Kahretsin!" dedim. Hayat tesadüflerden ibaret diyen her kimse, doğruyu söylüyordu! Ne oluyor ediyor bir şekilde yolum bu lanet hançerle kesişiyordu. Kaderimde vardı sanki.
"Mişa'yı bir daha aylar sonra gördüm. Bir gece yüz kadar muhafızı atlatarak yatak odama girmişti. Ona bir bekçi olup olmadığını sorduğumda olmadığını, anlayışlı biri olduğu için de beni onlara ispiyonlamayacağını ve eğer istersem bekçi güçlerini benden alabileceğini, tekrar normal bir insan olabileceğimi söyledi." Baris yüzünü buruşturarak göğsünün solunu ovdu. Bende ister istemez kalbindeki yara izini düşündüm. "Basitçe söylemek gerekirse, bu güçler ruhla taşınır ve biz öldüğümüzde de yok olurlar. Mişa, hançerinin yedi diyardan toplanan mücevherlerle kaplı olduğunu ve çok özel bir demirle dövüldüğünü söyledi. Kalbimi oyup çıkarması yeterli olacaktı. Sonra güçlerini kullanarak yarayı kapatacağı için açık yaradan ya da kan kaybından ölmeyecektim."
Birine bunu yapmayı bırakın, yaptığımı bile hayal edemiyordum. Bu delilikti resmen! Konuşurken elimde olmadan bocaladım. "S-sana bunu o kadın mı yaptı? Neden kabul ettin bunu?" dedim korkuyla karışık derin bir öfkeyle.
"Kabul etmedim."
Kafam feci karışmıştı.
"Ama... Yara izin var... Gördüm."
Gördüğümden kesinkes emindim.
"Yeniden normal biri olmak için her şeyimi verirdim ama Mişa'ya güvenmiyordum, özellikle de Kosey'le takılıp durdukları için. Onu reddettim ve kendim için böyle bir şey istemediğimi, bir daha karşıma çıkmamasını söyledim. Mişa teklifini kabul edeceğimden öyle emindi ki, onu reddedince çok şaşırdı. Bana ona başka seçenek bırakmadığımı söyledi. Bir anda hançeri göğsüme sapladı." Sanki bende o anı onunla birlikte yaşıyordum, son cümlesiyle birlikte yerimden sertçe sıçradım. Donmuş parmaklarımı birbirine doladım, betim benzim atmış olmalıydı. "Her ne kadar büyülü bir hançerle yapılmış da olsa, kalbinden bıçaklanmak oldukça can yakan bir şeydir. Çok, çok fazla acı vardı... Ve kan. Her yer kanımla kaplıydı. Öleceğimi düşündüm ama müthiş bir acı olsa da, galiba hançerdeki büyü yüzündendi, kalbim atmaya devam ediyordu. Hançeri kalbimden çekip çıkarmaya çalıştım. Mişa zaten hançerin kabzasını tutuyor, göğsüme bastırıyor, çekmeme izin vermiyordu. Çok güçlüydü. Bu beni şaşırtmıştı çünkü kadın normalde çok zayıf ve naif görünüyordu. Beni boynumdan yakaladı ve yatağa sürüklerken neredeyse hiç zorlanmadı. Bunu neden yaptığını anlamıyordum, ona sordum. Bu diyarda hayatın çok sıkıcı olduğunu ve sadece biraz eğlenmek istediğini söyledi." Ellerinden birini sıkıntıyla yüzünde gezdirdi. "Bunu sadece eğlence olsun diye yapmıştı."
Tıkanmış bir sesle "N-ne?" dedim.
"Delinin tekiydi." dedi gözlerini kapatıp o anı yeniden düşünerek. Kanım donmuştu adeta. Daha fazla duymak istemiyor, onun da artık devam etmek istemeyeceğini düşünüyordum ama öyle olmadı. "Fakat ayinin gerçekleşmesi için benim de bunu istemem gerekiyordu. O da bunu biliyordu, bildiğini biliyordum çünkü o esnada bana en eski, en güçlü cadılardan biri olduğunu söylemişti. Yine de bu onu durdurmadı. Bu yüzden işler bir hayli ters tepti ve bekçi güçleri bir sürü büyülü taşa dönüşerek dünyanın her yanına dağıldı."
Bedenimde başımı döndüren bir sıcaklık dolanıyordu, anlattıklarına yetişmekte zorlanıyordum ve böyle haksız, korkunç bir duruma maruz kaldığı için içten içe çok kızıyor, bedbaht oluyordum. Düşüncesi bile dişlerimi birbirine bastırmama, kaslarımın kasılmasına neden oluyordu. Baris ise başka bir şey demedi. Ateşin başında oturuyor, kıvılcımların parlak kızıllığına bakıyordu. Bu yüzden diyeceklerinin bittiğini düşündüm.
"Bir şey daha sorabilir miyim sana? İstemiyorsan cevap vermek zorunda değilsin. Kosey'le birlikte mi planlamışlar bunu? O ikisi... Birlikte miydiler?" diye sordum aklıma gelen ilk şeylerden biri bu olduğu için, çünkü anlattıklarından çıkardığım kadarıyla bu ikisi kesinlikle seks yapıyordur.
"Ben birlikteler demezdim. Kosey kendinden başka kimseyi sevecek bir adam değil. Mişa'da öyle kötü ve kibirli bir kadın ki, herhangi bir şey hissedebileceğinden bile emin değilim. İkisi daha çok birbirlerini kullanıyor gibiydiler ama yine de oldukça yakınlardı. Ayrıca Mişa'nın son kısımdan, ayinin gerçekleşmesini istemediğim için bekçi güçlerinin dağılmasından ve herhangi bir insan tarafından öylece alınabileceği gerçeğinden Kosey'e bahsettiğini sanmıyorum. Kosey bu konuda gerçekten şaşırmış görünüyordu. Sonra Mişa hançerini ona vermiş olmalı. İlk taşa dokunan Helen'di, senin aksine onunki tamamen bir tesadüf eseriydi ve sonra..." Hafif bir iç çekişle devam etti. "Sonrasını biliyorsun işte."
Sonrasında bu tehlikeli, anlamsız oyun yüzyıllar sonrasındaki bana kadar gelmişti. Anlattıkları eski bir efsaneye benziyordu. Bekçi taşına dokunduğum o ilk anı hatırlıyordum şimdi. Yeniden tapınağa girmiştim sanki; Elimdeki mızrakla lahidin göğsünü oyuyor, gözlerini bana dikmiş Anubis heykelini umursamadan taşı yerinden çıkarıyor, ona dokunmayı tüm kalbimle istiyor ve almak için uzanıyordum. Ve hepsi ne içindi? Para! Kendimi tam bir aptal gibi hissediyordum. Ne yazık ki, o zaman böyle bir şey olacağını tahmin etmem imkansızdı. Kader ağlarını örmüş, o taşı çalmaya karar verdiğim anda kaçınılmaz bir şekilde bu ana yaklaşıp durmuştum. Şimdi ise her şey çok belirsizdi. Anladığım kadarıyla Teb sarayına gidiyorduk ama ya Kosey'de oradaysa? Ya hançer hâlâ ondaysa? Öyle bir durumda, beni gördüğü anda üstüme atlamayacağının garantisini kim verebilirdi? Ah, keşke tek sorunum peşimde beni öldürmek için can atan bir herifin olması olsaydı. Her şeyi halletsem bile, her şey düzelse bile kendi zamanıma geri dönecek miydim? Ve bir de kız kardeşim vardı. Onu çok özlemiştim. Hatta Tony'yi bile özlemiştim, ki birkaç gün öncesine kadar bunun olacağı aklıma gelmezdi.
Ama bu pisliğe bulaşmıştım bir kere! İş işten geçmişti, yani mızmız bir kız çocuğu gibi davranmayı bir kenara bırakarak bir yetişkin gibi davranmaya başlamam ve hem kendimi hem de kardeşimi kurtarmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu, mutlaka bir yol olmalıydı - her zaman vardır.
Yıldızlı gökyüzüne bakmak için başımı kaldırırken aklımdan geçen düşünceler bunlardı. Nedenini bilmesem de gökyüzüne bakmak beni her zaman sakinleştirirdi. Güzel çöl gecelerinden biriydi. Baş gösteren ay ışığı her tarafı maviye çalan, dingin bir fildişi rengine çevirmişti. Bu renge başka bir renk katan tek şey ise yaktığımız ateşin kızıl kıvılcımlarıydı. Huzurlu, eksiksiz bir manzaraydı. Aylarca Mısır'da yaşarken bunu fark etmemiştim. Yoksa uygarlıklar yaşayıp öldükçe, yüzyıllar geçtikçe her şey daha az mı huzurlu hale geliyordu? Galiba vaktim varken Sahra'yı daha çok ziyaret etmeliydim.
"Çok hoş birisin, bunu biliyorsun, değil mi?" dedim tıkanarak.
Tanıştığımız andan beri onun hakkında iyi bir şey söylediğim tek an olduğu için şaşırdı. Bu kadar şaşırmasaydı gülecek gibi bir hali vardı. "Öyle mi?" diyerek başını yana yatırdı. "Sanırım bunu daha önce de bir yerlerde duymuştum." dediğinde ne demek istediğimi tam olarak anlamadığını fark ettim ve bundan ne kadar nefret ettiğimi...
"Hayır, öyle değil. Ben senden bahsediyordum. Ne olursa olsun doğru olan şeyi yapıyorsun. Keşke aynı şeyi kendim için de söyleyebilseydim." Ne dediğimi o an fark ettim, sonra itirafıma sinirlenerek, "O zaman belki bu halde olmazdım." dedim, en küstah ifademi takınarak. "Çoğu zaman bencilin tekiyimdir ben. Öyle olmamak için çabalamıyor değilim, elimden geleni yapıyorum, gerçekten," Sesim kısıldı. "Ama içinde olduğum şu duruma bakarsak, galiba pek işe yaramıyor."
Bunu bilmek ile başkasına itiraf etmek arasında fark vardı; Kesinlikle ikincisi çok daha zor ve acı vericiydi.
"Bu doğru değil." dedi Baris, yine de kendi küçük dünyamdan sıyrılmadım.
"Seni de kullanıyorum. Bundan memnun değilim ama öyle. Sonuçta o herife karşı tek başıma savaşamam. Bana bunun farkında olmadığını söyleme sakın. Belli ki pek aptal değilsin sen."
"Söyleyemem. Bu yüzden beni arkadaşın olarak gördüğünü söylediğinde sana inanmadım." Dediklerine rağmen sesinde öfkeden eser yoktu. Gerçekten de kızgın değildi ama gergin bir halde kin dolu gözlerini bana dikmesini, onu kullandığımı söylediğim için kızmasını bekliyordum. Onun yerine meraklı bir ifadeyle, "Bütün bunları neden bana söylüyorsun?" diye sordu bana. "Sana kızayım diye mi?"
Ciddiyetle başımı salladım. "Bilmiyorum... Sanırım bunları birine söylemeye ihtiyacım vardı. Sende en iyi seçenek gibi duruyordun. Oysa şimdi, dır dır edip duruyormuşum gibi hissediyorum."
Dudaklarımı birbirine mühürledim, saçmalıyordum galiba.
"Bunun için kendini suçlama Eva. Her insan biraz bencildir."
Öyle mi?
Başımı yana eğdim. "Ama sen değilsin."
"Öyleyim." Buna inanmama imkân yoktu. Ne kadar inanmadığımı göstermek için gözlerimi devirince, "Öyleyim." diye ısrar etti. "Bencilin teki olmasaydım, burada olmazdın. Ben yokken her ne yapıyorsan, onu yapıyor olurdun. Bunun benim suçum olmadığını söylemek istediğini biliyorum ama öyleydi, benim hatamdı. Başta bunu kabullenmek istemeyecek kadar küstahtım. Neden benim hatam olsundu ki? Kosey ve Mişa'yı suçlamak daha kolay, ne de olsa bekçi güçlerini dünyaya dağıtan onlardı... Ama en başta firavunun hayatını kurtarmamam, kurtarsam da bunun için bekçi güçlerini kullanmamam gerektiğini biliyordum. Wajdet bunun hakkında uyarmıştı beni, insanlara bulaşmanın, güçleri açık etmenin yasak olduğunu söylemişti ama onu dinlemek yerine bildiğimi okudum. Firavun benden suikastçisi olmamı istediğinde de öyle... Bu yanlıştı ama yaptım. Sana yalan söylemek istemiyorum, insanları da öldürdüm. Yani her zaman doğru olan şeyi de yapmıyorum."
"Ama o bir firavundu ve başka seçeneğin olsa bunu yapmayacağını biliyorum. Bence sadece hayatta kalmaya çalışıyordun. Diğer herkes gibi." Derdim neydi benim? Neden ona teselli veriyordum ki? Sanki benim tesellime ya da diyeceğim herhangi bir şeye ihtiyacı vardı! Yine de devam ettim. "Hem öldürdüğün o insanlar, kötülerdi, değil mi? Haramiler? İsyancılar? Ve diğerleri?"
"Yani, ne olmuş? Sırf dünyanın işleyişi öyle diye, kötü insanlar var diye, bende kötü olmak zorunda değilim. Hayat hayattır." Yüzünden hiçbir ifade okunmuyordu ama gözleri çok hüzünlüydü. "Ben kimim ki kimin yaşayıp yaşamayacağına karar vereceğim?"
Baris bu konuda tam da tahmin ettiğim şekilde düşünüyordu. Ve sanırım, aramızda yaşananlar yüzünden bunu itiraf etmek bana kendimi çok tuhaf hissettirse de, biraz etkilenmiştim. Belki de olmak istediği kişi olmak için benden daha çok çabaladığı içindi. Onun düşünceleri vardı, doğru ve etik olan şeyi yapmakla ilgili... Yani, evet, Tony'inde vardı - Tanrı aşkına, sürekli hatırlatıp dururdu! - ama bu bir şekilde daha farklıydı. Beni sinir etmek yerine ne kadar berbat bir insan olduğumu fark etmemi sağlıyordu. Baris o kadar... O kadar... Hoştu ki... Wajdet'in neden onu bir bekçi yapmak istediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Bense onun tam tersiydim. Bir hırsızdım, zaaflarım, hatalarım, garipliklerim vardı ve daha doğru olanın ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Ah, belki de başıma gelen her şeyi hak etmişimdir?
"Baksana." Gergin bir biçimde boğazımı temizledim. "Bir şey denemek istiyordum."
"Öyle mi? Nedir?"
Tereddüt etmiyor değildim. Sonra karar verdim ve ona uzandım. Hem gözlerim hem de parmaklarım çenesine, yanağına, elmacık kemiklerine dokundu. Baris'in gözlerindeki merak ve ilgi, benden başka kimsede böyle bir etki bırakmayacağını düşündüğüm bir şekilde heyecanlandırıyordu beni. Ona dokunmamdan rahatsız olup olmadığını anlamaya çalışıyordum ama olsaydı geri çekilirdi, değil mi? Sadece orada duruyor ve ona dokunmama izin veriyordu. Ardından gözlerimiz yeniden karşılaştı. Hiç kimse konuşmadı. Konuşmak istiyordum aslında... Fakat yapamıyordum... Ama sessizlik de rahatsız etmiyordu beni. O andan sonra neyi neden yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bahanem de yoktu. O yüzden sadece yapmak istediğim için bunu yaptığımı kabul edeceğim. Yanağındaki parmaklarımı biraz alta, çenesini kenarına kaydırdım ve yüzünü yüzüme doğru çektim. Her şey öyle ağır çekimde ilerliyordu ki, o kısacık an bana sonsuzluktan bir parçaymış gibi hissettirdi. Dudakları dudaklarıma dokunduğunda sıcak suya atılan buz kütlesi nasıl eriyorsa öyle eridim. Onu öptüm. Bir an bile tereddüt etmeden... Ancak yaptıktan sonra ne yaptığımı fark etmiştim, fark ettiğim anda da panik bedenimi sarmıştı. Onu öpmeye cüret ettiğim için kendimi cezalandırmak, iyice bir tokatlamak istiyordum. Ama iyiydi. Gerçekten iyiydi. Ruhum çılgın bir şekilde sızlıyordu ve herhangi bir öpücüğün böyle hissettirebileceğini bilmezdim.
Bu korkutucuydu, tehlikeli bir şeydi.
Baris ise dudaklarımın altında nefes almıyordu, hareket bile etmiyordu. Kendimi onun yerine koyuyordum da, onu öpmem yapmamı bekleyeceği en son şey olmalıydı. Az önce arkadaş bile olmadığımızı söyledikten sonra hem de! Boğazından inleme ve homurdanma arasında kalan bir ses çıktı. Bir an yaptığım şey yüzünden rahatsız olduğunu sandım ama sonra, inanılmaz bir şekilde, yüzümü iki elinin arasına alıp beni geri öpmeye başladığında gözlerim genişledi. Yemin ederim, içimdeki heyecan, merak ve diğer tüm hisler iki katına çıktı. İsterse deprem olsun, kıyamet kopsun, umurumda değildi. Ellerimi yavaşça başının arkasına kaydırdım ve parmaklarımı yumuşak, ipek gibi saçlarının arasına gömdüm. Soluğunu hissettim, kokusu içimi yaktı. Bitip tükenmeyen bir heyecan bedenimde dans etmeye başladı. Başka bir dünyaya ayak basmıştım sanki. O dünyada Baris'i sadece birkaç gündür tanıyor olmamın bir önemi yoktu. Normalde birkaç gündür tanıdığım erkekleri öpmezdim. Gerçekten. Tapınaktayken beni öpmeye çalıştığında Tony'ye bile izin vermemiştim, ki onu üç yıldır tanıyordum ama sorun onu ne kadar uzun süredir tanıdığım değildi; Tony'ye karşı öyle şeyler hissetmiyor olmam bir yana, insanların benim onlara çizdiğim çizginin ötesinde kalmasını isterdim. Şimdi ise sanki öyle düşünmüyormuş gibi başkasının çizgisini alaşağı etmiştim. Yavaşça, orada olduğunun bile farkında olmadığım bir açgözlülükle öpüşmeye başladık. Sıcaklık, onunkilerle birlikte hareket eden dudaklarımdan yüzüme, kulaklarıma ve boynuma yayıldı. Dudaklarımız, nefeslerimiz, ruhlarımız iç içe geçti. Hissettiğim tüm bu tutkuya karşın Baris yanaklarımdan sarkan buklelere dokundu ve onları şaşırtıcı bir şefkatle okşadı. Ve, Tanrım... O güne kadarkilerin en iyisiydi! Kalbim göğsümden fırlayacak kadar şiddetli bir şekilde çarpıyor, hızlı hızlı nefes alıyor, parmaklarımı yanağında, kaşlarında, dudağının kenarında gezdiriyordum... Ve tam nefesimi tuttuğumda...
Baris parmaklarını yanağıma koydu ve nazik bir hareketle beni kendinden biraz uzaklaştırdı. İri iri açılmış güzel gözleri dikkatimi çekti; Şaşkın bir halde bakıyordu bana. Sonra bakışları yumuşadı. "Ah, Eva," diye fısıldadı dudaklarıma doğru. Ah Baris, diye düşündüm bende. Aklımdan bir sürü kelime geçiyordu ama hiçbirini söylemeye yanaşmıyordum. Kelimelere ihtiyacımız yoktu ki. Kendimi ondan uzak tutamadığım için başımı yana eğdim, onu tekrar öpmek için uzandım ama Baris acı çeker gibi "Hayır. Lütfen, kendine de bana da bunu yapma." deyince birden durdum. Bir an beni yeniden öpmeyi her şeyden daha çok istiyormuş gibi yüzüme eğilse de, evet, dediği tam olarak buydu. Duygu yoğunluğundan başım dönüyordu. Sözleri beynime bir darbe gibi şiddetli bir şekilde çarptı.
Kaşlarımı sertçe çattım.
Ne?
Ne dedi o?
Neyi yanlış yaptım?
Başım dönüyordu ve kapıldığım o ilk heyecandan henüz kurtulamadığım için bariz bir şekilde odaklanmakta sorun yaşıyordum. Zar zor duyulan bir sesle, "Ne?" diye fısıldadım.
"Neden işleri olduğundan daha da zorlaştırıyorsun?"
O an birbirimize bir nefes kadar yakın olsak da kendimi kilometrelerce uzakta gibi hissettim. İşleri zorlaştırmak mı? Beynim bunu bir an algılamak istemedi ama sonra anladı. Benimle DALGA geçiyordu herhalde? Sanki bana küfür etmiş gibi bir hızla geri çekildim. Aramıza mesafe koymaya ve öfkeme hâkim olmaya çalışırken sakinleşmek için elimi saçlarımın arasından geçirdim. Öfkemin altında derin bir utançtan başka bir şey yatmıyordu. "Anlamıyorum. Bunu istemiyorsan o zaman neden karşılık verdin? Yani, istedin. Bunu yanlış okumuş olamam, değil mi?" derken sesim kulağa çok şaşkın geliyordu.
Baris kısacık bir an dudaklarıma baktı. Bunu istemeden yapmıştı sanki. Hızlıca gözlerime geri bakarken onunkilerin içinde huzursuzluk, inkâr, belki de öfke göreceğimi düşünüyordum ama tam aksine orada bir teslimiyet vardı. "Olamazsın... Ama bu beni yastığın olarak kullanmana izin vereceğim anlamına gelmez. Hem bu çok, çok yanlış." Ağzımı açtım ama diyecek kelime bulamıyordum. Sadece basit, güzel - Evet, kesinlikle güzel, haddinden fazla güzel - bir öpücüktü. Bu neden yanlış olsundu ki?
Endişeyle yüzüm kırıştı. "Şaka yapıyorsun, değil mi?"
"Hayır. Aklından ne geçiyor bilmiyorum ama bunun iyi bitmesine imkân yok. Öyle olsa bile böyle şeylere ayıracak zamanım yok benim." Dediklerine rağmen parmak uçlarını öpücüğümüzü hatırlamak istiyormuş gibi dudaklarının üzerinde gezdirdi. "Doğrusu bunu neden yaptığını bile bilmiyorum, benden o anlamda hoşlanmıyorsun bile."
Hoşlanma kelimesini duyunca gözlerim fal taşı gibi açıldı. Evet, öpücük inanılmaz iyiydi, daha önce öyle hissetmemiştim falan filan... Ama şimdi kafam karışmıştı ve onu ondan o anlamda hoşlanacak kadar tanıyıp tanımadığımdan emin değildim. Kaç gün olmuştu ki tanışalı? Üç mü? Dört mü? Bu kulağa delilik gibi geliyordu. Tutkunun, hislerle hiçbir ilgisi yoktu. Ayrıca 'hoşlanma' düşüncesinin ödümü kopardığını itiraf edeceğim.
"Ben..."
Dışarıdan durum tam olarak öyle göründüğü için olsa gerek, "Kendine eğlence mi arıyorsun? Düşünmeden mi hareket ettin?" diye tamamladı. Yüzümü buruştursam da dediğine itiraz edecek gücü kendimde bulamadım. O da kafamın ne kadar karıştığını anlamış olmalı ki, boğazını temizleyerek başını salladı. "Önemli değil. Birazdan güneş doğacak. Uyu istersen. Yorgun görünüyorsun."
Uykum yoktu, hem de hiç, fakat sadece bu durumdan kaçmak istediğim için varmış gibi yaparak başımı tamam anlamında salladım. Ondan mümkün olduğu kadar uzaklaştıktan sonra yerdeki örtünün üzerine uzandım ve rahat bir pozisyon bulmaya çalışırken Baris'e sırtımı döndüm. Bir keresinde Emma ile sahilde uyumuştuk, yani Antik Mısır'ın göbeğindeki bir çölde olmasa da daha önce de kumların üzerinde uyumuşluğum vardı. Tabii bir çölde uyumakla aynı şey olması imkansızdı. Çöl, gece olduğu için soğuktu ama ateşten yayılan ısı beni sıcak tutuyordu. Çok geçmeden gözlerim kapandı ve nefes alışverişlerim yavaşlamaya başladı.
Oysa bu geceden sonra bir daha asla uyuyamayacağımı düşünüyordum.