?18.BÖLÜM: ADAYA YOLCULUK

4198 Words
Ahşap bir köprü boyunca yan yana dizilmiş yüzen evlerden üç tanesini kiralamanın ne kadara mâl olduğunu bilmek bile istemezsiniz... Neredeyse küçük bir servet ödemek zorunda kalmıştım! Ama söylemeliyim ki, buranın cam ve betonlarla kaplı o kocaman otellerden biri olmaması hoşuma gitmişti. Üstelik verdiğimiz paranın hakkını da veriyorlardı. Yüzen evlerin içinde kocaman bir LCD televizyon, Xbox, jakuzi, duşa kabin ve kalın iplerle tavandan sarkan kocaman bir salıncak-yatak vardı. Yatağın başına odayı hoş kokularla dolduran tütsüler yerleştirildiğini de söylemeden edemeyeceğim. Tanrı aşkına, buranın kendine özel minik bir balkonu bile vardı! Ve biliyordum ki, canım tehlikede olmasaydı tüm bu lüksün keyfini çıkarmaktan büyük bir zevk alırdım. Oysa buraya geleli beş saati geçmişti ve benim tek yaptığım yatakta uzanarak tavana bakıp kara kara düşünmekti. Daha şimdiden orada kaç tane karo olduğunu ezberlemiştim; Yirmi beş taneydi. Burnuma açık camdan gelen okyanus kokusu, kulaklarıma da dalga sesleri çarpıyordu. Yapamayacağımı bilsem de uyumaya çalışmıştım ama ne zaman birazcık dalacak olsam ürkütücü bir çift gözün ve boynuma dayanmış bir hançerin kâbusuyla gözlerimi iri iri açıyordum. İyice kafayı yemeye başlamıştım. Keşke bir an olsun her şeyi unutabilseydim. Bir türlü uyku tutmayınca söylenerek yataktan doğruldum ve iskeleye çıkıp biraz hava almanın burada durup kendi kendime kafayı yemekten daha iyi bir seçenek olduğuna karar verdim. Yüzen evden ayrılıp ahşap rıhtıma çıkınca gökyüzünü kızıla boyayan güneşin keyfini çıkararak omuz kaslarımı esnettim. Ahhh... Bu bana düşündüğümden daha iyi gelmişti. Sonra fark ettim, Emma'da oradaydı. Omuz askılarında volanlar olan siyah, yüksek bel bikinisi ile yaprak desenleriyle kaplı pareosunu giymişti. İskelenin okyanusa bakan tarafında oturuyor, bacaklarını suya sokmuş, güneşleniyordu. Baris ise ortalıkta görünmüyordu ve garip bir şekilde, gözlerim bir an onu aradı. Sonra bunun ne kadar aptalca olduğunu fark ederek güneşin batışını seyreden Emma'ya baktım. Kendi kendime 'En azından birimiz buranın keyfini çıkarıyor.' diye düşünürken ona doğru yürüdüm. Sandaletlerimi çıkardım ve yanına oturduktan sonra eteğimi düzelttim. "Selam." diyerek omurgama bir ürperti gönderecek kadar soğuk olan suya ayaklarımı soktuğumda suyun bu kadar soğuk olmasını beklemediğim için ağzımdan bir homurdanma kaçtı, Emma'nın ayak parmaklarına dokunan renkli balıklar ise çil yavrusu gibi kaçıştılar. Fakat yine de çok huzurlu bir yerdi burası. Ufukta bakmak üzere olan güneş Emma'nın pürüzsüz tenini hafif, hoş bir turuncuya boyamıştı ve gözleri güneşin altında bir çift zümrüt gibi parıldıyordu. İkiz olduğumuz için muhtemelen güneş bende de aynı etkiyi yaratıyordu. İlk konuşan kardeşimdi ve nedense bu beni hiç şaşırtmamıştı. "Bahsettiğin o antikacıya ulaşmak için bir tekne kiralamak zorundayız, farkındasın, değil mi?" "Evet." Derin bir nefes alarak leziz okyanus kokusunu içime çektim. "Yarın sabah limana ineriz." Emma, bacaklarını suyun içinde ileri geri salladı. "Bence biraz beklemeliyiz." "Hayır, bekleyemeyiz." diye karşılık verdim kesin bir şekilde. "Evet, beklemeliyiz." Niye inat ediyordu bir türlü anlamıyordum. Ona garip garip baktım ve alaycı ya da küçümseyici olmamak için çaba göstererek "Neden bekleyecekmişiz?" diye sordum. "Çünkü daha demin haberlerde yarın için şiddetli rüzgâr uyarısı vardı. Sunucu fırtınanın üç gün boyunca süreceğini söylüyordu. O yüzden bizi götürecek bir tekne bulabileceğimizi sanmıyorum." Fırtına mı? Bunu duymak beni şaşırtmıştı ama şaşırmam garipti; Tropikal bir yerde fırtına olmasından daha normal ne olabilirdi ki? Ama cidden, tüm zamanların içinde şimdi olmak zorunda mıydı? Kafamı kaldırıp tek bir bulut kümesinin bile olmadığı masmavi gökyüzüne baktım. Pek fırtına kopacakmış gibi görünmüyordu ama öyle olmasa bile iyi bir haber değildi bu. Bir an önce o lanet antikacıyı bulmak istiyordum, fırtına olsun ya da olmasın. "Belki de olmaz," dedim bir ümitle. "Hava durumları bazen yanılırlar." "Yine de fazla umutlanma derim, kimsenin okyanusa açılma riskini göze alacağını zannetmiyorum." Emma moralimi bozmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sırf konuyu başka yöne çekiştirmek için, "Her neyse, baksana, bikinini giymişsin. Yüzmek mi istiyordun?" diye sordum ona. "Başta öyle düşünmüştüm ama..." "Eee? Atlasana suya." Emma'nın boğazından ikaz dolu bir hırıltı yükseldi. Gülerek elini kaldırdı. "Hayır, teşekkürler. Şimdi sadece güneşlenmek istiyorum." "Seni oyunbozan." diyerek ellerimden birini arkasına doğru kaydırmaya başladım. Avcumu bikinisinin açıkta bıraktığı beline bastırdığımda Emma ​sertçe irkildi. Ne yapacağımı anladı ama tepki vermek için çok geç kalmıştı. Onu sırtından ittirdiğimde ortalığı titreten bir çığlık attı. Sonra da kafasına kadar suya gömüldü. Sanki biri onu boğazlıyormuş gibi debelenip durduktan sonra kafasını sudan çıkarmayı başardı. Neyse ki düşmeden önce nefesini tutmayı akıl etmişti. Yumruklarını suya geçirerek, boğuk bir sesle "EVA!" diye bağırdı. Yüksek sesle güldüm. "Sadece yardım ediyordum çünkü sen biraz şey gibiydin-" Cümlemi kesen şey ayak bileğime dolanan ince, kararlı parmaklardı. Emma beni suyun içine çekmişti. Bedenime çarpan soğuk su başta beni şaşırtıp titretti ve hazırlıksız yakalandığım için de bir sürü tuzlu su yuttum. Sudan çıktığım anda da öksürüklere boğuldum. Ciğerlerim ve boğazım alev alev yanıyordu. Islak saçlarımı yanağımdan çektim. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi "Tamam. Bunu hak ettim, kabul ediyorum." dedim. "Elbette hak ediyorsun." Kolunu savurup yüzüme bir sürü su sıçrattı. "Nasılmış bakalım?" Bende ona geri su sıçrattım. "Bence komikti." Emma bunu bir savaş ilanı olarak algılayınca güneş batıp rıhtım boyunca döşenmiş gece lambaları yanana kadar gülüşüp su savaşı yaptık. Daha önce fark etmemiştim ama yüzen evlerin çatısında ve ön kısımlarında etrafı şenlik havasına sokan renkli led ışıklar vardı. Saatler sonra sudan çıktığımızda tenime çarpan gece hava dalgası bir an titrememe neden oldu. Emma'da kollarını bedenine sardı. Çenesi takırdaya takırdaya "İ-iyi geceler!" dedi ve ben başımı sallayınca hiç zaman kaybetmeden ısınmak için kendi yüzen evine doğru koştu. 🔸🔸🔸 Ertesi gün yataktan çıkar çıkmaz yaptığım ilk iki şeyden biri bir gün önce banyo yaptığım için kuş yuvasına dönmüş saçlarımı parmaklarımla şöyle bir düzeltmek ve komodinin üzerinde duran televizyon kumandasını almaktı. Televizyonun nasıl çalışacağını bulmam için kumandayı birkaç dakika kurcalamam gerekmişti ama sonunda lanet cihazı açmayı başarmıştım. Eğlence ve sabah programları sunan kanalları hızlıca atlayarak önüme gelen ilk yerel haber kanalını açtım. Ekranda Barbie bebeğe benzeyen bir spiker vardı ama onun aksine çok resmi bir takım giymişti. Şanslıydım da bu Barbie hava durumu hakkında konuşuyordu: "Uzmanlar fırtınanın kısa süreceğini fakat şiddetli yağış, kasırga ve sel baskınlarına neden olabileceğini açıkladı..." Buna rağmen pencereden baktığımda günlük güneşlik bir gökyüzü görmek beni çok mutlu etmiş, üstelik iştahımı da açmıştı. O yüzden oda servisini arayıp kahvaltı menülerinin en büyüğünü sipariş etmiştim. Otelin servisi o kadar hızlıydı ki, aramam ile gelmesi arasında beş dakika yoktu. Tepsideki her şeyi silip süpürdüğüm sırada kapımın tıklandığını duydum. Bende yemek yemeyi kesmek gibi bir adet olmadığı için yanaklarım yumurtalı-salatayla dolu bir halde kapıyı açtım. Baris'di. Gitmemiz gerektiğini söylemek için gelmiş olmalıydı. Ağzım dolu olduğu için hemen hazırlanacağımı ifade etmek adına elimi kolumu sallayıp garip hareketler yaptığımda - muhtemelen salak gibi görünüyordum - beni anlayacağını düşünmemiştim ama anlamıştı. Dudaklarının bir kenarı yukarı kıvrıldı, bu basit tebessümün midemi kıpır kıpır etmesi garipti. "Acele etmene gerek yok, yemeğini bitir." diyerek ahşap rıhtımın sonunda beni bekleyeceğini söyledi. Neden bilmem, iştahım kaçmıştı. Bu yüzden kahvaltı etmekten vazgeçerek hızlıca hazırlandım. Sonra da Emma, ben ve Baris birkaç metre uzakta kalan limana gitmek için arabaya geçtik. İnsanlarla tıka basa dolu olan rıhtım boyunca yürürken limanın tahmin ettiğimden daha kalabalık olduğunu düşünüyordum, en azından fırtına uyarısı verilmiş bir gün için. Emma, koluma girip tam da gözümün önünden limanın ötesindeki bir yönü işaret edince düşüncelerimden hızla sıyrılarak bakışlarımı oraya çevirdim. "Şuna bak!" Kayalıkların tepesinden atlayış yapan bir grup gençti işaret ettiği. İçlerinden en ufak tefek olanı bir kızdı. Top şeklini alarak kendini kayalıkların tepesinden atarken neşeyle çığlık attı ve diğerleri de arkasından ona tezahürat yaptılar. Doğrusu bu insanlar eğlenmeyi biliyorlardı. Emma'nın​ cevabının ne olacağını çok iyi bilmeme rağmen, ona, "Sende mi denemek istiyorsun?" diye sordum. "Ne? Hayır! Asla!" diye itiraz etti, hiç tereddüt etmeden ve bunun düşüncesiyle bile tiksintiyle titrediğini gördüm. "Aslında düşmemi, zıplamamı ya da koşmamı gerektiren hiçbir şey yapmak istemiyorum. Öyle bir yerden atlamak... Bu insanlar canına susamışlar." "Sadece eğleniyorlar. Bence sende arada bir bunu denemelisin." "Ben​ güvenli bölgede kalmayı tercih ederim, eğlenmesem de olur." Kabul ediyorum, kardeşim dünyadaki en maceraperest insan değildi. Ben bunun ne kadar sıkıcı ve aptalca bir tutum olduğunu söyleyemeden önce iç çekerek telefonunun ekranına baktı. "Bu arada, internet bir gram bile çekmiyor, arıza mı ne varmış. Bir şekilde bir harita bulmamız gerekiyor. Sorsan teknoloji çağındayız." "İşe yarar bir önerin var mı yoksa böyle söylenecek misin?" "Yok. Senin var mı?" Aslında, yoktu. Belki bir çözüm bulurum, umuduyla bakışlarımı etraftaki insanlarda dolaştırdım. Daha ilk anda dikkatimi kalabalıktan ayrılan bir adam çekti. Uzun boylu, kirli sakallı, benim yaşlarımda, belki de benden birkaç yaş büyüktü. Kaslı kollarını ortaya çıkaran kolsuz bir sporcu bluzu giymişti ve omzundan sarkan siyah, spor çantasının dış ceplerinden birinde tam da ihtiyacımız olan şey vardı; Bir harita! Bu umduğumdan da çabuk olmuştu. Tam yanımdan geçecekken yana dönerek adamın omzuna sertçe çarptım. Sonra da sanki canım yanıyormuş gibi ellerimle alnımı ovuşturup homurdandım. Adam şaşkın bir halde geri çekilirken kulaklıklarından tekini çıkardı. "Affedersin. Seni fark etmedim. İyi misin?" diye endişeyle açıkladığında, "Yok, önemli değil. Sana çarpan bendim zaten." diyerek ellerimden birini hızlıca çantasının ön cebine kaydırdım. Tek amacım haritayı almaktı, o kadar... Yapabileceğimden emindim. Yapamamam için hiçbir sebep yoktu. Taa ki güçlü parmaklar bileğimin etrafını kavrayana ve haritayı almama birkaç milim kala bana engel olana kadar... Bu cidden oluyor olamazdı. Kendimi tokatlamak istiyordum ve daha bakmazken bile kime yakalandığımı biliyordum. Sakin yüzümde bir şaşkınlığın izleri belirirken başımı kaldırmaya cüret ettim ve bileğimi tutuyor olan Baris'e baktım. Ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi ama yüzündeki ifade kesik bir nefes almama ve kalp atışlarımın hızlanmasına neden oldu. Ne yapıyordu bu? Şansımı zorlamayı sevdiğim için bir kere daha haritaya uzanmayı denedim ama öyle güçlü bir şekilde tutuyordu ki beni, elimi hareket ettiremiyordum. Baris kaşlarını kaldırdı, sonra da bileğimi yavaşça haritadan uzaklaştırdı. Soğuk gözlerini çocuğa çevirdiğini gördüm ve "Kusura bakma, o biraz sakardır." dediğini duydum. Bir şey demek için ağzımı açtım ama Baris'in gözlerinde öyle bir bakış vardı ki, başlangıçta bu benim için pek bir şey ifade etmese bile çenemi kapatmaya karar verdim. Başımı öne salladım. "Üzgünüm," derken fısıltım zorlukla duyulabilirdi. Aslında üzgün falan da değildim. Ama adam buna inanmış olacak ki boğazını temizledi ve hafif bir gülümsemeyle sorun olmadığına dair bir şeyler geveleyerek yanımızdan geçip gitti. Bende arkasından uzun uzun baktım. Ne talihsizlik; Harita, git gide bizden uzaklaşıyordu. Baris, bileğimi serbest bıraktı. Çocuk azarlar gibi "Ne yapıyorsun sen?" diye sorduğunda gerçekten bu kadar kontrollü olduğuna inanmak istemiyordum ama rol yapıyor gibi de görünmüyordu. "Ne mi yapıyorum? Ben... Şey... Bir haritaya ihtiyacımız vardı. Bende bulmaya çalışıyordum." diyerek berbat bir şekilde açıkladım kendimi. Gözleri benimkileri delip geçiyordu sanki. Geçiştirmeye çalıştım. "Bak... Boş ver, tamam mı? O kadar da​ önemli değildi zaten." Rahat bir tavırla, sanki kendinden daha küçük birine öğüt verir gibi, "Çalmaktan daha iyi ne var biliyor musun?" diye sordu bana. "Ne varmış?" demekle yetindim. Çenesinin ucuyla bir yeri işaret etti. Başımı gösterdiği yere doğru çevirirken hissettiğim kadar meraklı görünmemeye çalışıyordum. Gerçekten de orada, insanların arasında, harita ve hediyelik eşyalar satan bir stant vardı. Omurgamdan aşağı bir soğuk hava dalgası süründüğü için dudaklarımdan çıkan hayret nidasını zapt edemedim. Konuştuğum zaman sesim hayal kırıklığıyla doluydu. "Neden bu kadar oyunbozansın?" "Hırsızlık yapmandan hoşlanmıyorum çünkü." Vay be. Amma da dürüsttü. Avuçlarımı hafifçe iki yana açtım. "Sadece yardım etmeye çalışıyordum." "Yardım etmek istiyorsan ellerini kontrol altında tutmakla başla, Evala." Tam adımı kullanmasından mıydı yoksa bu kadar açık sözlü olmasından mıydı bilmiyorum ama yemin ederim, bir sıcaklığın yanaklarıma doğru tırmandığını hissettim. Baris bunu fark etmesin diye "Tamam, istediğin gibi olsun. Her neyse." diyerek döndüm ve gösterdiği standa doğru yürümeye başladım. Aptal! Aptal! Aptal! Stanttan bir tane harita satın aldım ve demirlenmiş gemilerin olduğu bölüme yürürken kendi kendime 'Aptal! Aptal! Aptal!' demeyi sürdürdüm. Nispeten de olsa sakinleştikten sonra satın aldığım haritayı açıp şöyle bir baktım. Yazılar birkaç dilde yazılmıştı ve bir tur haritası olduğu için şelalelerin ve diğer eğlence yerlerinin olduğu bölgeler kocaman, renkli çizimlerle gösterilmişti. Adaların tepeden bir görünümü vardı, yani gitmek istediğimiz adanın diğer adalardan sıyrılmış küçük bir kara parçası olduğunu görebiliyordum. Yan yana demirlenmiş teknelerden sadece bir tanesinde biri olduğunu fark ettim. O da en küçüğündeydi. Hem tekne miydi ki bu? Tekne standartları hakkında pek bir şey bilmesem de bu şey bir tekne olmak için fazla küçük görünüyordu. Yine de​ tek seçeneğimizdi. Ona doğru yürürken Baris arkamdan beni takip etti - Emma ise kolye satan bir standın başında durdu. Geminin güvertesinde yeri silen, sadece yüzme şortu giyen, sarışın bir adam vardı. Daha gördüğüm anda onun sörf yapmayı seven gençlerden biri olduğunu anlamıştım. Onda o görüntü vardı; Yanık ten, güneşte açılmış saçlar... Bir de arkadaki duvarda kocaman bir sörf tahtası görünüyordu tabii... Neyse ki sörfçü çocuğun bizi fark etmesi saniyeler sürdü. Eliyle bir dakika işareti yaptı ve viladayı duvarın önüne koyduktan sonra yanımıza geldi. Rahat bir tavırla omzunu geminin destek direğine yaslarken dalgalı saçları alnında uçuştu. Temkinli bir tavırla "Selam," dedim. "Selam," dedi bana ve Baris'e bir bakış atarak. Bizi adaya götürmesi için ona etkileyici bir bahane sunmaya çalıştım. "Üniversiteden, terk edilmiş bölgeleri inceleyen bir ekibiz. Kulüpten geliyoruz ve... Tam da... Şuraya gitmemiz gerekiyordu." Haritayı açtım ve gitmemiz gereken adayı işaret ettim. Çocuk, başını yana eğerek gösterdiğim noktaya şöyle bir baktı. Şükürler olsun ki, Baris yalanımı bozmadan sessizce arkamda durdu. Yalan söylemem hakkında ne düşündüğünü bilmiyordum ama bir şey demediğine ya da az önceki gibi beni bozmadığına göre bir sakıncası yoktu herhalde. Sörfçü çocuk, bakışlarını haritadan kaldırırken ve mavi ile yeşil arasında kalan gözleriyle yeniden bana bakarken, alaycı olduğu her halinden belli olan bir sesle, "Hangi kulüp?" diye sordu. Hemen bir tane uydurdum. "Harabe Araştırmaları Kulübü." Aslında bu mantıklıydı çünkü haritada adanın üzerinde işaretlenmiş birkaç nokta vardı ve alt kısmındaki açıklamada da 'Gezilebilecek Harabeler' yazıyordu. "Bir sloganınız var mı peki?" "'Hadi, gizemli dünyaları keşfedelim!' gibi bir şeydi." Gür bir sesle güldü. "Bu, berbat bir slogan. Benden söylemesi." Beş dakika içinde sadece bunu bulabildim, diyemedim tabii. Bu çok salakça olurdu. Başka bir yalan söylemek de çok gereksiz görünmüştü o an. "Bize yardım edecek misin etmeyecek misin?" diye sordum, sesim kulağa çok yorgun geliyordu. Yumuşak bir sesle, "Fırtına uyarısından haberiniz yok mu sizin?" diye sordu. "Var ama oraya gerçekten gitmemiz gerekiyor." "Ve bunun için benim gemimi riske atmam gerekiyor öyle mi?" Aslında bu çok mantıklıydı. Neden riske atsındı ki? Bir anda, kendime hâkim olamadan sözcükler dudaklarımdan fırladı. "Sana normalde aldığının üç katını öderiz." dediğimde Baris'in derin bakışlarını üzerimde hissettim. Ne kadar savurgan olduğum umurumda değildi. Tek istediğim o lanet adaya gitmekti şu an. Ama çocuk, "Normalde ne kadar aldığımı biliyor musunuz ki?" diye sorduğunda afallayıp kaldım. Bu iş iyiye gitmiyordu, tam o an biliyordum bunu. Oof, kahretsin! Tavrı bana Patrick'ten paranın üç katını istediğim zamanı hatırlatmıştı. Muhtemelen bende o an böyle sinir bozucu görünüyordum. Sonra çocuk bir Cheshire kedisi gibi sırıttı. "Tamam. Şöyle yapalım. Siz ikiniz beş yüz dolara ne dersiniz?" Öfkeme hâkim olmak için dudaklarımı dilimin ucuyla ıslattım, yoksa çocuğun suratına bir tane patlatacaktım. "Kazıklamaya birilerini arıyorsun derdim. Belli ki. Hangi gemi turu beş yüz dolar eder ki?" "Kâr etmeyeceksem sizi neden oraya götüreyim?" "Ne diyorsun sen? Ne kârı? Senin bu döküntü geminin o kadar bile edeceğini sanmam!" Sanki fırsatçılık yaptığı yetmezmiş gibi bir de "Gemime hakaret etmeye devam edersen fiyatı arttırırım." diye tehdit etti beni. Ona onu öldürecek gibi baktığımda da umursamaz bir tavırla omuzlarını silkerek tırnaklarına bakmaya başladı. Baris tüm bu durum karşısında öfkeyle homurdandı. Bunun paragöz çocuğu huzursuz ettiğini görebiliyordum ama korkması gereken kişi bendim. Büyük bir öfkeyle ona doğru bir adım attım. Tam da o anda Emma ellerinden birini omzuma koydu. Ne zaman geldiğini bilmiyordum ama dokunuşu şefkatliydi. "Eva," dedi uyarırcasına. Sakin olmam gerektiğinin bende farkındaydım çünkü yemin ederim, çocuğu tokatlamama şu kadarcık kalmıştı. "Eee? Kararınız nedir?" "Bu yaptığın hiç doğru değil." dedi Emma ona. Sesi yumuşak olsa da yeşil gözlerinin derinliklerinde hafif bir öfke yanıyordu. "Ailen sana fırsatçılığın kötü bir şey olduğunu öğretmedi mi?" "Tamam. Madem kabul etmiyorsunuz... Sizi oraya götürecek bir kaptan bulmakta iyi şanslar o zaman. İhtiyacınız olacak." Kahretsin ki, çok ciddi görünüyordu. Başka bir çarem olmadığı için, ona beş kuruş bile vermek istemesem de, "Dur, dur. Tamam. Kabul ediyoruz." dedim. "Ediyor muyuz?" diye alay etti Emma ama gülmüyordu. "O hançeri gerçekten istiyor olmalısın." İstiyordum. Şu fırsatçıya ağzının payını vermememin tek sebebi istememdi zaten. Kimse bir şey demeyince sörfçü çocuk avuçlarından birini tekneye binmeme yardım etmek için uzattı. "Anlaştığımıza çok sevindim. Ben Kai, bu arada." Elini tutmak için hiçbir hamle yapmadan gözlerimi kıstım. Emma, çocuğa ne demek istediğimi fark edince panikledi. Hemen önüme geçti ve ortamdaki gerginliği azaltacak kadar dostane bir gülümsemeyle "Bende Emma, Kai." diyerek kendini tanıttı. Kai, onun ne yapmak istediğini anlamıştı. Küçük bir tebessümle Emma'nın parmaklarını tuttu ve onu tek hamlede geminin içine çekti ama kardeşim tam bir sporcu olduğundan, bu küçük sıçrayış karşısında dengesini kaybederek sendeledi. Tiz bir çığlık attı. Sonra da​ geminin direğine sıkı sıkı sarılarak düşmekten kurtuldu. Düşme tehlikesi geçtiğinde bile direğe sarılmayı bırakmamıştı. Kağıt gibi bembeyaz kesilmiş bir yüzle "Ne yapıyorsun sen? Daha hazır değildim! Suya düşebilirdim!" diye bağırdı. Bu, Kai'yi güldürdü. "Affedersin. Direği bırakmayı düşünüyor musun?" Emma​ ​fark etti, hafifçe kızararak kollarını direğin etrafından çözdü. Sonra Baris geçti ve hâlâ orada dikildiğimi, tekneye binmek adına hiçbir şey yapmadığımı görünce bana elini uzattı. Bir ona bir de parmaklarını baktım. Omuzlarımı silktim ve bunda bir sakınca görmediğim için uzanıp elini tuttum. Kavrayışı sıkı ve kuvvetliydi. Beni Kai'nin Emma'ya yaptığı gibi tek hamlede teknenin içine çekti ama ben Emma'dan daha sportif olduğum için bacaklarımın üzerine sendelemeden inmeyi başardım. Teknenin sallantısı bir an garip hissetmeme neden oldu ama ben bunun tekneden çok kendimden kaynaklandığını düşündüm. Gergindim. Sinirliydim ve endişeliydim. İşte, başlıyorduk. O lanet adaya gidecektik ve o lanet hançeri alıp geri dönecektik. Bebeğin elinden şekerini almak kadar kolay olacaktı... Ah, keşke buna gerçekten inanabilseydim! Derin bir nefes aldım ve daha sakin olmam gerektiğini kendi kendime yüzüncü kez hatırlattım. Baris ne düşündüğümü anlamış gibi avuç içimi hafifçe sıktı. Parmaklarının baskısı hem güçlü hem de sıcaktı. Sonra elini elimden çekti. Bu güven verici jest karşısında ne yapacağımı bilemeyerek hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Kai dışında gemide yaşlı bir adam daha vardı. Galiba Kai'nin babasıydı çünkü adam onun otuz yaş yaşlanmış hali gibiydi. Yaşlı adam geminin dümenine geçerken Kai'de bizi güvertedeki masaya götürdü. Masanın üzerinde bir meyve sepeti ile çeşitli atıştırmalıklar vardı. Daha sonra bizim için içecek bir şeyler getireceğini söyleyerek Kai yanımızdan ayrıldı. Merdivenlerden inip alt kata geçerken ona dik dik bakmadan edemedim. En azından istediği paranın hizmetini veriyordu, değil mi? Yine de paranın miktarını düşündükçe ondan nefret etmeden edemiyordum... Geri döndüğü zaman Kai üzerine bir tişört geçirme inceliğini göstermişti. Motor gürültüyle çalışmaya başlarken ve karadan yavaş yavaş uzaklaşırken, "Ondan hiç hoşlanmadım." dedim kardeşime, sadece ikimizin duyabileceği bir şekilde. "Olması gerekenden on kat fazla para istediği için mi? O hançer verdiğimiz paraya değse çok iyi olur." diye homurdanarak meyve sepetinin içinden bir üzüm salkımı alıp yemeye başladı. Sonra tekneyle birlikte yüzen yunusları fark etti ve onları seyretmek için yanımızdan ayrılarak geminin diğer ucuna gitti. Bir süre Baris ve ben hiç konuşmadan yan yana oturduk. Bunun rahatsız edici olacağını düşünmüştüm ama tam aksine, garip bir şekilde huzurluydu. Sessizliğin... Böyle olabileceğini bilmezdim. Gözlerimi kapattım ve etrafımı sarıp sarmalayan okyanus kokusunu içime çektim; Dalga sesleri, güneş ve rüzgâr... Yeniden nefes alabildiğimi hissediyordum sanki. Bir süre sonra hissettiğim tek şey dinginlik oldu. Gözlerimi açtığımda Kai'nin Emma'nın yanında olduğunu ve diğer uçta sohbet ettiklerini fark ettim. Başımı hafifçe yana yatırarak ikisine baktım. Bu ilginçti çünkü Kai, kız kardeşimden hoşlanmışa benziyordu. Demek istediğim, gerçekten hoşlanmışa benziyordu. Ne yazık. Çünkü tahmin ettiği kadar şansı yoktu; Emma'nın dost canlısı tavırları ona özel değildi ve bende kardeşimi çok iyi tanıdığım için Kai'yi sadece bir 'yol arkadaşı' olarak gördüğünü anlayabiliyordum. Eh, beş yüz dolarımdan olduktan sonra Kai için üzüldüğümü söyleyemeyeceğim. Fazla uzakta değillerdi, o yüzden umurumda olmasa da ne konuştuklarını duyabiliyordum. Emma gözlerini tekneyle birlikte hareket eden yunuslardan ayırmadan, "Ya sen? Turist rehberliği ve fırsatçılık haricinde ne yapıyorsun?" diye sordu Kai'ye... Kai, fırsatçılık kısmında sinir bozucu bir keyifle gülümsese de atılan bu taş karşısında hiçbir şey söylemedi. "Gençlere sörf yapmayı öğretiyorum. Asıl mesleğim bu." diye cevap verdi. "Öyleyse burada ne yapıyorsun?" "Sadece babama tekneyi temizlemesinde yardım ediyordum, o bu işler için fazla yaşlı." Emma, imbat yüzünden uçuşan saç tellerini suratından çekerken sıcak bir şekilde gülümsedi. "Babana yardım mı ediyorsun? Ne tatlı!" Gerçekten de böyle düşünüyor olacak ki, yumruk yaptığı elini destekler gibi Kai'nin omzuna vurdu. Sonra da kalçalarını teknenin tırabzanlarına yasladı. Gözleri bir an bana değdiğinde ve gülümsemesi büyüdüğünde, Kai'nin kardeşime attığı bakışı fark etmemek mümkün değildi. Hakkını yemeyecektim, çam yeşili, kolsuz bluz ve bacaklarını zaten olduğundan daha uzun gösteren yüksek bel pantolon Emma'ya çok yakışmıştı. Serbest bıraktığı saçları, kakülleri ve cam gibi yeşil gözleriyle güzel görünüyordu. Ona hafifçe el salladığımda Emma'da el salladı, ardından gözlerini Kai'ye çevirdi. "Sende tam da o tip var, biliyor musun? Sörfçü tipi, bilirsin." "Evet evet, biliyorum." "Ama sörf yapmak..." Emma, bundan o kadar da emin olamayan bir ifadeyle burnunun ucunu kırıştırdı. "Eğlenceli bir şey olsa gerek." "Öyledir. Birkaç gün daha buradasınız değil mi? İstersen sana öğretebilirim." Kıkırdamadan edemedim. Emma ve sörf yapmak mı? Bunun düşüncesi bile öyle gülünçtü ki... Şimdiden kardeşimin bin kez suya düştüğünü, dalgalarla boğuştuğunu, bileğini falan burktuğunu hayal edebiliyordum. Bunu o da hayal etmiş olacak ki, "Yok, sağ ol." dedi hafif bir şekilde de olsa panikleyerek. "Ben pek sportif değilimdir. Kumun üzerindeki bir sörf tahtasında bile ayakta durabileceğimi sanmıyorum... Ama teklif için teşekkürler." "Korkma. O kadar da​ zor bir şey değil. Aynı havada süzülmek gibi." Havada süzülmek... Kulağa hiç de​ fena gelmiyordu doğrusu. Belki bunu deneyebilirdim, bir ara, her şey bittikten sonra. Kai, Emma'nın ifadesini fark edince onu ikna etmek için uzanıp parmaklarına dokundu ama şükürler olsun ki, kız kardeşim bu teklifi kabul etmek gibi bir şuursuzluk yapmayacak kadar kontrollü biriydi. Hemen parmaklarını geri çekti. Kendi kendime, hiç şansın yok oğlum, diye düşünerek iç çektim. Emma'yı etkilemenin yolu onu spor yapmaya zorlamaktan geçmiyordu. Lisedeyken sırf bu yüzden Koç Kenton'dan nefret ederdi. Hatta bir keresinde onunla beden eğitimi dersinin üniversitede ya da gerçek hayatta hiçbir işine yaramayacağı konusunda tartışmıştı. Koç Kenton ona "O zaman neden dersimdesin, Bayan Çokbilmiş?" diye sorduğunda da "Zorunlu ders çünkü." demişti. Koç Kenton ise aynı ukalalıkla dersinden geçmek istiyorsa eğer hiç değilse üç tur koşması gerektiğini söylemişti. Bunu izlemek her zaman keyifli olurdu çünkü Emma'nın bir turu benim dört turum demekti, zaten o turun sonunda da devam edemeyecek kadar yorulmuş olurdu. İşte, bu yüzden Kai fiziksel aktivite gerektirecek her türlü spordan bahsetmeyi bırakmalıydı. Sörf yerine felsefeden, psikolojiden, daha da iyisi, tarihten bahsetse daha çok işine yarardı. Emma yüzünü buruşturarak başını öne eğince Kai mesajı alarak sörf yapmaktan bahsetmeyi bıraktı. Şimdi şansı yükselmişti işte. Onlara biraz özel alan vermem gerektiğini düşünerek bakışlarımı çevirdim. Baris'le baş başa olmak hâlâ biraz garipti, özellikle de pek konuşkan olmadığı için. Ben soru sormadığım ya da bir şey söylemesi gerekmediği müddetçe ağzını açmadığını fark etmiştim ama şimdi, ilk zamankinden çok daha rahat hissediyordum kendimi. O yüzden kısa bir an tereddüt ettikten sonra cesaretimi topladım ve "Yaptığım şey yüzünden kızgın mısın bana?" diye sordum yutkunarak. Bakışlarını okyanusun maviliğinden ayırarak yeşilliklerime çevirdi. "Hangisinden bahsediyorsun?" Hangisinden? Kızacağı o kadar da çok şey yapmamıştım halbuki. Kaşlarımı çatmamaya çalıştım. "Harita olayından bahsediyorum. Üzgünüm, bu durumda düşünebildiğim tek şey buydu." diyebildim. Hiç de fena bir başlangıç değildi bence. Baris sustu. Bunu düşündüğünü görebiliyordum. Tam cevap vermeyeceğini düşündüğüm bir anda, "Sana kızgın değilim." dedi. "Bilmek istediğin buysa eğer." "O zaman neden beni durdurdun?" diye sordum, incecik bir sesle. "Tek istediğim, altı üstü bir..." "Kâğıt parçası mıydı?" Kaşlarını kaldırdı. "Bu hiç de..." Ama yine böldü lafımı. "Yaptığın doğru değildi. Bu yüzden durdurdum seni. Ellerini kullanmaya alıştığını biliyorum ama bunu benim yöntemlerimle halledelim, olur mu?" Onun yöntemleri neydi acaba? Bilmemek geriyordu beni. Sormak da istemiyordum. Hissizleşmiş gibiydim, başımı aşağı yukarı salladım. "Tamam. Sana sormak istediğim bir şey daha vardı, bir şeyi... Onaylamam gerekiyor." Baris, dinlediğini göstermek için yavaşça gülümsedi. Serin bir rüzgâr eserek saçlarını oynatıp dağıttı. Siyah bukleler, teniyle hoş bir tezat oluşturuyordu. Bir anda, pat diye sordum. "Benden ne kadar nefret ediyorsun?" "Ne?" Artık gülümsemiyordu. Sanki o kadar da​ önemli bir şey değilmiş gibi omuzlarımı silktim. "Hep merak ettim. Söyle bana. Benden ne kadar hoşlanmıyorsun?" "Senden nefret etmiyorum Eva. Bu da nereden çıktı?" Gürültülü bir şekilde nefesimi verdim. "Hadi canım!" "Öyle düşünmene neden olacak bir şey mi yaptım?" Sesinde garip bir sertlik vardı ve cevabımı beklerken dikkatle yüzüme bakıyordu. "Hayır." dedim hemen ama anlamamış gibiydi. "Hiçbir şey yapmadın. Sadece tüm bu olanları düşünüyordum da... Benden nefret etmen çok olağan olurdu." "Evet, sanırım olurdu." Mideme yumruk yemiş gibiydim. Kabul mü ediyordu yoksa? Ne hissettiğimi gizlemek için gözlerimi gözlerinden kaçırmadım, ondan çekinmeye ne kadar meyilli olduğumu anlasın istemiyordum. "Ama sana karşı hissettiğim şey nefret değil. Biz sadece... Birbirimizi inanılmaz derecede kızdırıyoruz, o kadar." Gergin bir şekilde avuçlarımla oynamaya başladım. Madem benden nefret etmiyordu o zaman ben... "Bir hırsız olduğumu biliyorum ama bu hiçbir şeye sahip olmadığım anlamına gelmiyor, biliyorsun. Benim sezgilerim oldukça kuvvetlidir." "Neden bahsediyorsun?" Tereddüt ettim ama bunun cesaretimi kırmasına izin verecek değildim. Kendime kararımı değiştirecek kadar düşünme fırsatı tanımadan ellerimden birini ona uzattım. Baris bana engel olmadı, ki engel olacak olsa buna hemen bir son verirdim ama karşımda öylece durdu ve meraklı bir ifadeyle başını yana yatırarak ne yapacağımı seyretti. Parmaklarım gömleğinin yakasına dokunduğunda kumaşın serin ve ince olduğunu hissettim - düşünmeden onu yana çektim. Baris ne yaptığımı ancak o an fark edebildi. Sertçe irkildi. Boğuk bir sesle, adımı söyleyerek, "Eva," dedi uyarırcasına. Engel olmak için çok geç kalmıştı ama. Tam da tahmin ettiğim gibi teni açığa çıkınca göğsünün solundaki yara izi göründü. Tam oradaydı. Uzun zaman önce kabuk bağlamıştı ve en az on santim uzunluğundaydı. Öylesine bir kesik için oldukça derin ve ölümcüldü ama herhangi bir dikiş izi falan da göremiyordum. Taşı aldığım yer - Lahidin kalbindeydi - ve bendeki gücün - Bu her ne demekse artık? - Baris'e ait olduğu aklıma geldi. O an içimi kemirip duran korkunun gerçek olduğunu anladım. Kalp atışlarım bana acı verecek kadar hızlandı. 'Sana bir şey olursa bana da olur.' Taş, onun kalbiydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD