?24.BÖLÜM (PART 1): SALDIRI

2451 Words
Gecenin bir yarısı... Ve ben mest olmuş bir şekilde önümdeki şehir manzarasına bakıyordum. Ne kadar sıradan bir hayatım olduğunu şimdiye kadar fark etmemiş olmam ne garipti. Çok değil, birkaç gün öncesine kadar bunu hayal bile edemezdim. Oysa şimdi burada duruyor ve önümde uzanan Eski Mısır'a bakıyordum. Sarayın palmiye ağaçlarıyla kaplı büyük bahçesinin ardından ilerleyen kerpiçten küçük evlerle ve dar sokaklarla örtülü kocaman bir şehirdi burası. Olduğum yerden Nil Nehri'ni görebiliyordum. Gece olunca nehrin akıntısı daha da hızlanmış, turkuaz rengi siyaha bürünmüştü. Emma olsaydı bundan çok hoşlanırdı ama bir kere daha düşününce, yerden metrelerce yükseklikteki bir balkonun korkuluğuna oturduğum için çok da kızardı. Kardeşimi düşününce yüzüm hüzünle asıldı. Onu düşünmemek için çabalasam da - çünkü bu beni endişelendirmekten başka bir işe yaramayacaktı - elimde değildi. Kahretsin, berbat bir kardeştim ben. Hepsi benim hatamdı. Kabul ediyordum. Yaptığım her şey kızın başını belaya sokmuştu. Üstelik onun bu durumla ilgisi bile yoktu. Ben... O aptalı özlüyordum. Gözlerimi kapattım ve sakinleşmek için derin derin nefesler aldım. Birden Cırcır böceklerinin sesini duyabiliyor, Sahra'nın derinliklerinden şehre yayılan çöl rüzgarının tenimi karıncalandırdığını hissedebiliyordum. Tam derin bir nefes alıyordum ki, yaklaşan ayak seslerini işittim. Geri dönmek için hareketlenmeden önce bir gölge üzerime düştü. Gelenin Baris olduğunu daha bakmadan biliyordum. Üvey babası ile konuşması umduğumdan daha uzun sürmüştü. Burada zamanı tam olarak takip edemesem de eminim ki üç saattir bu balkondaydım. Gece olunca daha da büyük görünen şahin heykellerinin kanatlarına dokunarak bacaklarımı çektim ve balkonun güvenli olan diğer tarafına atladım; Tam da Baris'in önüne indim. "Konuşma nasıldı? Ne istiyormuş?" diye sordum engel olamadığım bir heyecanla. Merakımı saklamayı da hiç beceremiyordum doğrusu. Gökyüzü karanlıktı ama odanın içinde yanan meşalelerin ışıkları balkona düşüyor, Baris'in yüz hatlarını aydınlatıyordu. "Hem neden bu kadar geç kaldın ki sen?" "Oraya o kadar yakın oturmamalısın. Düşebilirsin." Ona kaşlarımı çatmadan edemedim. Beni bilerek mi duymazdan geliyordu? "Baban," derken sesim olmasını umut ettiğimden çok daha kendinden emin çıktı. "Ne istiyormuş, Baris?" "Firavun bir harami çetesinden bahsetmişti, hatırlıyor musun?" Başımı aşağı yukarı sallarken kendimi huzursuz hissettim. Neyin geldiğini biliyordum. Yine de söylemek yerine onun söylemesini bekledim. Baris gerginlikten oynayıp durduğum parmaklarıma bakıyordu. "Benden onları durdurmamı istediğini söyledi." "Ya sen? Sen ne dedin? Kabul etmedin, değil mi?" "Reddetmek fazla dikkat çekerdi. Hem bu asla bir seçenek olmadı." Ses tonu hafifti ama nedense söylediği şey bana çok acı geldi. Reddetme gibi bir seçeneği yoksa, bir sarayda yaşıyor bile olsa, bunun tutsaklıktan ne farkı vardı? Baris'in bir tür... Suikastçı olduğunu biliyordum ve muhtemelen bu tür görevlere daha önce de çıkmıştı ama gerçekten, hiç yeri değildi şimdi. Hem anlamıyordum, koskoca saray ordusunun bile durduramadığı bir çeteyi o tek başına nasıl durdurabilirdi? Kulağa çok tehlikeli bir şeymiş gibi geliyordu ve içten içe kralın Baris'in zarar görüp görmemesini umursayıp umursamadığını merak ettim. Onu bir asker olarak gördüğüne yemin edebilirdim. Öte yandan, burası Baris'in evi, Baris'in ülkesiydi. Ona ayak uydurmak zorunda olan bendim. Düşüncelerim yüzünden kendimi çok bitkin hissederek kalçamı balkonun korkuluğuna yasladım. "Sabah bundan bahsetmişti, öyle değil mi?" Baris, kalçasını korkuluğa yaslayıp kollarını göğsünde kavuşturduktan sonra başını evet anlamında salladı. "Çöldeki soyguncu çetelerinin baskınları her geçen gün artıyor. Şimdi öyle büyüdüler ki, en seçkin askerlerden oluşan alay grubu bile yetersiz kalıyor. Gündüz vakti bile şehre inmeye cesaret ediyorlar. Halkın kendini savunacak kadar silahı olmadığını fark etmişsindir. Fiziksel olarak bile kendilerini savunamazlar. Vergiler ve kuraklık onları savunmasız bırakıyor." "Ah, anlıyorum. Yani üvey baban fakirlerden daha çok vergi koparabilsin diye halkı soyan bir harami çetesini durdurmasına yardım edeceğiz." Bakışları sertleşirken cevap vermedi, ki bu da dediğim şeyin doğru olduğunu söylüyordu. "Çok üzücü, fakat bunun seninle ne ilgisi var? Ordunun bile baş edemediği bir grup insanı sen nasıl durdurabilirsin ki?" "Genelde en kötü kesim olan gecekondu mahallelerini hedef alıyorlar ve ilginç bulduğum bir şekilde bu zamana kadar başlarını kafalarında tutmayı başarmışlar. Bir grup işe yaramaz için fazla organize çalışıyorlar. Tüm çete tek bir elden yönetiliyor olmalı. Yani liderlerini bulup..." Öldürmek diyecekti, emindim bundan fakat birden yanında olduğumu hatırlamış gibi tüm bedeni katılaştı. Demek üzere olduğu şeyi demekten vazgeçerken başını öne eğdi. "Ortadan kaldırırsak dağılacaklardır." Ne diyeceğimi hiç bilemiyordum. "Bu... Mantıklı, sanırım." "Ayrıca kız kardeşini aramamız kolaylaşacaktır. Bunu yaparken şehrin her bir noktasına bakabiliriz." Gözlerimi kaldırıp gökyüzünü kaplayan minik yıldızlara bakarken saçlarım omuzlarımdan kayarak sırtıma düştü. Kendimi rahat hissetmiyordum. Hem de hiç. Bir tarafım durumun yanlışlığının farkındaydı ama kız kardeşim söz konusu olduğu için onu görmezden, duymazdan, bilmezden geldim. Emma'yı korumak için her şeyi yapardım. Kahrolası bir harami çetesinin liderini bile bulabilirdim. Bakışlarımı indirip yanımda duran adama bakarken "Öyleyse bunu yapacağız." dedim. Evet. Biz. O ve ben. Festival yüzünden mi yoksa Kosey ile olanlar yüzünden mi bilmem ama birden aşırı yorgun olduğumu ve uyuma ihtiyacının bedenime baskı yaptığını hissettim. Zaten şimdiye dek enerjimin son demlerini kullanıyordum, ki bence çok bile dayanmıştım. Göğsüm şişerken dudaklarımı parmaklarımla örtüp esnedim. Baris yerinden doğruldu. "Bu odada kalabilirsin. Buradayken kimse seni rahatsız etmez. Bana ait." "Ama sen, sen nerede uyuyacaksın?" "Sorun değil. Hizmetçilere başka bir oda hazırlamalarını söylerim. Giymen için rahat bir şeyler getirmelerini de söylerim." Giydiğim elbise nefes kesecek kadar güzel görünüyordu ama gerçekten de uyumak için pek rahat değildi. Kollarımdan sarkan küçük, mavi mücevherlere dokunurken başımı salladım. Sonraki kelimeler ağzımdan bir homurtu şeklinde döküldü. "Teşekkür ederim." Tanrım, teşekkür etmeyi hiç mi hiç beceremiyordum. Sonra Baris yanımdan ayrıldı. İçeri girip yeni odama bakarken kendimi garip hissettim. Burası eski odama göre çok daha geniş olmasına rağmen pek fazla mobilya yoktu ama sade ve güzeldi. Sedir ve Abanoz ağacından yapılma geniş bir yatak odanın ortasında duruyordu ve yine ahşaptan, oyma desenlerle kaplı koltuklar ve masalar vardı. Antik Mısır'da pek ağaç yetişmiyordu. Ahşap hayli pahalı bir malzeme olsa gerekti. Birkaç dakika sonra yaşlı bir hizmetçi kapımı çaldı ve bana ince ipekten yapılma, dizlerimin biraz altında biten sade bir elbise getirdi. Üzerimdeki elbiseyi hızlıca çıkarıp çok daha rahat olan diğerini giydim. Kendimi yumuşak, temiz kokulu kumaşın üzerine sırt üstü attım. Öyle uykum vardı ki yatar yatmaz uyuyakaldım. Rüyamda da bir sürü korkmuş insan, kan ve o harami çetesini görüp durdum. 🔸🔸🔸 Çıplak ayaklarımla mermer ve granitle döşenmiş zemine basarken esnememi örtmek için dudaklarımı parmaklarımla örttüm. Daha sonra nefis bir şeftali kokusu burnuma doldu. Odanın ortasında en sevdiğim meyvelerle dolu olan bir meyve sepeti ile yiyeceklerle donatılmış bir sofra duruyordu. Yemekleri getiren hizmetçinin örgülü, kapkara saçları vardı. Benim yaşlarımda görünüyordu ama daha kısa ve zayıftı. Üstelik güler yüzlüydü de. Uyku sersemliğini üzerimden atmaya çalışarak sofrayı işaret edip "Bu da ne?" diye mırıldandım. Kız, "Genç efendi sizin için hazırlamamızı emretti." diyerek açıklama yaptı ve yapılmasına hiç alışkın olmadığım bir şekilde önümde eğildi. "Afiyet olsun hanımefendi." Normalde uyanır uyanmaz bir şeyler yiyemezdim ama açlık başıma vurmuştu ve sadece sofraya bakarken bile ağzım sulanıyordu. En sevdiğim meyvelerden biri olan şeftalilerin en büyük ve en olgununu seçerek bir ısırık aldım. Sepetin kenarında küçük bir not olduğunu fark etmem biraz zaman aldı. Notun üzerindeki yazılar Antik Mısır dilinde değil, İngilizceydi. Kendi dilimde yazılmış bir şey görmenin beni bu kadar mutlu edeceğini hiç düşünmezdim doğrusu. 'Aç olacağını düşündüm.' Notu okuduktan sonra çekingen bir şekilde serin, kırmızı şerbetten bir yudum almak için kadehi kaldırdım. İçecek hem serin hem de ekşiydi. Ayrıca ağzıma nar tadı da geldi ama daha önce böyle bir şey içmediğim için içeceğin içinde nar olup olmadığından emin olamadım. Sebze ve et parçalarıyla dolu alan güveç ise olmasını hiç beklemediğim kadar lezzetliydi. Yemeğim bitene kadar genç hizmetçi hiç konuşmadan başımda bekledi. Sonra da yemekleri götürdü. Gitmeden önce ona Baris'in nerede olduğunu sormayı unutmadım. "En son gördüğümde bahçedeydi, hanımefendi." Gerçekten de oradaydı. Okçuluk talimi yapıyordu. Kardeşim yüzünden Antik Mısır'da okçuluğun hem spor hem de savaşma tekniği olduğunu biliyordum. Bir gün bunu göreceğim de hiç aklıma gelmezdi doğrusu. İç çektim ve iç çekişim kulağımda çınladı. Köşede akan Nil Nehri'nin ve birkaç kuş cıvıltısının haricinde etrafta başka ses yoktu. Acaba Baris bilerek mi bahçenin bu sessiz, ıssız bölümünü tercih etmişti? Yanına gitmeden önce ok atmasını izlemek isteyerek bir süre avluda bekledim. Baris'in olduğu yerin ilerisinde asılı duran metal bir levha vardı. Yayı gerdi. Nişan aldı ve göz açık kapayıncaya kadar atış yaptı. Fırlayan ok havayı şiddetle aştı ve yine göz açıp kapayıncaya kadar demir levhanın ortasına saplanıp kaldı. Etkileyiciydi. "Güzel gösteri." diyerek ona yaklaşırken o da yeni bir ok almak için eğildi. "Burada ne yapıyorsun?" Oku atarken ve tekrar levhaya saplarken özellikle cevap vermekten kaçınarak sorusuna soruyla karşılık vermeyi tercih ettim. "Bunu yapmayı ne zaman öğrendin? Oldukça iyi bir atıcısın." "Buradaki her erkeğe çocukken ok atması öğretilir." İşaret parmağıyla yayın ipini birkaç kere gerip bırakarak test etti. İp incecik olsa da yeterince sağlam görünüyordu. "Eski günlerdeki gibi alıştırma yapmak istedim. Bana daha normal hissettiriyor. O günleri özlüyorum." "Bende çocukluğumu özlüyorum." Annemi kaybetmeden öncesini yani - Ama son kısmı ona söylemek istemedim. Fazla özel olurdu. Hem annem hakkında kimseyle konuşmazdım, Emma'yla bile... Değil Baris. Başımı kaldırdığımda Baris'in bakışlarıyla karşılaştım. Aramızda en az birkaç metre vardı ama bana dokunuyor olsa bu kadar gerilmezdim çünkü başını yana yatırmış, hiçbir şey bilmiyor olmasına rağmen sanki her şeyi biliyormuş gibi bakıyordu. Anlamlandıramadığım bir sürenin ardından gözlerini gözlerimden kaçırdı. Yeni bir ok almak için uzanırken, "Bana neyi söylemediğini merak etmeye başlıyorum." dediğini duydum. "Bunun durumumuzla ilgisi yok. Hem önemli değil zaten." "O kadar önemli değilse neden söylemiyorsun?" Sanki bu o kadar da önemli değilmiş gibi konuşuyordu. "Önemli değilse neden söyleyeyim ki?" Soruyu geri paslamam karşısında Baris'in dudaklarından bir "Ah," nidası çıktı. Şimdi sesi biraz alaycıydı. "Bu acıttı. Kankayız sanıyordum." Ne? Kendimi tutamadım ve ciddiyetimi bozarak hafifçe güldüm. "Öyle mi?" diyerek karşılık verirken dudaklarımın kıvrılmasına bir türlü engel olamıyordum. "Elbette. Şakalaşıyorduk. Bağ kuruyorduk." Ah... Gerçekten de benimle şakalaşıyordu. "Biz kanka falan değiliz, Baris." "Neden?" Şimdi gözlerinde garip bir ifade vardı, bense gözlerimi onlardan ayıramıyordum. "Sen hırsız bende suikastçı olduğum için mi? Yoksa bir kere öpüştük diye mi?" Kendini beğenmiş sözleri karşısında alaycı bir homurtu çıktı ağzımdan. Alay ediyordu, biliyordum bunu ama yine de bunu dediğine inanamıyordum; Hırsız ve suikastçı kısmına değil - Öpücüğe. Öpücüğümüzün tatlı anısını anımsamaya çalışırken iç geçirdim. Sadece birkaç gün önceydi ama yıllar öncesine ait bir hatıraymış gibi geliyordu, ya da bir rüya. Gergin bir halde kaküllerimi düzeltmeye başladım. Bana ne oluyordu böyle? Neden bu kadar garip davranıyordum? Eski ben böyle bir alay karşısında karşılık vermekten hiç geri durmazdı. Bir an sessiz kalarak birbirimize baktık. "Her neyse." dedi sonra yavaşça yutkunarak. "Aslında sana ok atmayı öğretmek istiyordum." "Ah, sahiden mi?" "Evet. Ne dersin?" Bunu önermesini beklediğimi söyleyemezdim. Bir an tereddüt ettikten sonra bir tutam saçı kulağımın ardına ittim. Sonra da sırf biraz eğlence olsun diye "Tabii. Neden olmasın." dedim. Daha önce sadece denemek için ok atmıştım. Onda da daha çocuk sayılırdım ve açıkçası ok atma tekniğine dair hiçbir şey anımsamıyordum. Bir an sonra Baris okunu bana uzattı. Neyi nasıl yapacağımı bilmediğim için oka sanki yabani bir yaratıkmış gibi baktıktan sonra onu aldım. Ağırdı. Fazla ağır. Bir an okun ağırlığı yüzünden şaşırarak öne sendeledim. Baris "Dikkat et." diyerek onunla birlikte yere yapılmadan önce oku tutup kaldırdı. Bu çok utanç vericiydi! "İyi misin?" diye sorduğunda başımı hızlıca salladım ve ağzımda geveleyerek yerle bir bütün olmadan önce beni tuttuğu için ona teşekkür ettim. Neyse ki bir kere daha denediğimde yayı havada tutmayı becerebildim. Tek bildiğim oku nasıl yaya yerleştireceğim ve çekeceğimdi, hepsi bu. "Pratikte nasıl yapıldığını biliyor musun?" "Hiçbir fikrim yok." diyerek bu konudaki bilgisizliğimi kabul etmek zorunda kaldım "Öyleyse yavaştan gidelim." Parmaklarını kaldırdı ve titremesine engel olmak için okun üst kısmını tutarak sertçe sabitledi. Ağırlıktan kollarımın ağrıdığını o bunu yapana dek fark edemedim. "Nefesini koru. Gergin olursan ya da heyecanlanırsan parmakların titremeye başlar." Kolaydı sanki. Yine de... Derin bir nefesle göğsüm şişerken "Tamam." dedim, bu olmasını hiç beklemediğim bir şekilde işe yaradı ve yay da ellerim de titremeyi kesti. "Oldu mu?" "Hayır. Düzgün durmuyorsun. Kollarını biraz daha germen gerek." Biraz daha germek mi? Şaka yapıyordu herhalde. Daha şimdiden tüm kaslarım isyan ediyordu zaten. Ne hissettiğimi saklayamadan önce yüzümü buruşturdum. "Emin misin? Kaslarımı yırtmak istemem." Onlar bana lazımdı. Ama Baris kararlı görünüyordu. "Esnek bir bedenin olduğu için sorun olmayacaktır. Aslında oldukça sağlıklı olduğunu düşünüyorum." "Öyleyim. Ben bir sporcuyum." Konu ilgisini çekmiş olmalı ki, "Ne yapıyorsun?" diye sordu. "Koşarım." diye cevap verirken koşmayı ne kadar özlediğimi fark etmiştim. Normalde düzenli olarak koşu yapardım ama son birkaç gündür olanlar bu rutini aksatmama neden olmuştu. Bu gidişle paslanacaktım. "Ortaokulda ve lisede koşu takımındaydım." "Ne kadar hızlısın?" "Çok." Bunu bir an düşündüyse de bir şey söylemedi. Onun yerine içinde bulunduğumuz duruma odaklandı ve duruşumu düzeltmek için biraz daha yaklaştı. Kollarıma dokunmak için parmaklarını kaldırdı. Baris'e bu kadar yakın olma fikri tüylerimi ürpertiyordu ama başka bir seçenek de göremiyordum. "Biraz daha germen gerekiyor," diyerek dirseğimi tutup geri çekti ve böyle bir duruşa alışkın olmadığım için tüm sırt ve omuz kaslarım gerildi. Bedenimin her yerine kramp girmişçesine kaskatı kesildim. Bir an için ok atıyor olduğumu unutarak parmaklarımı gevşetirken, Baris "Hayır. Sakın bırakma." diyerek uyardı beni. Bende kirpiklerimi kırpıştırarak iç çektim ve kaslarımın ağrısına rağmen oku daha sıkı tuttum. Tanrı aşkına. Nasıl böyle odaklanabilirdim? Tek düşündüğüm birbirimize ne kadar yakın olduğumuzdu. Baris duruşumu ayarladıktan sonra yanağını yanağıma yaklaştırdı. Hedefe baktı. "Kaçıracaksın. Biraz daha kaldırman gerekiyor. İşte, böyle." diyerek oku tutan parmaklarımı iki santim kadar kaldırdı. Bedenlerimizin arasında sadece birkaç santim vardı... Ve bu sadece bir saniye sürmüş olsa da bedenim anlamadığım bir beklentiyle gerildi. Baris geri çekilirken şaşırtıcı bir şekilde onun sıcaklığını özlediğimi fark ettim. Duruşumu bozmamaya özen göstererek şaşkın bir halde "Bunu neden yapıyoruz?" diye sordum. Anlamamış gibiydi. "Ne demek istiyorsun?" "Neden uğraşıyorsun anlamıyorum sadece." "Kendini savunman için elbette." "Ahh. Bunu yapmanın asıl sebebi bu mu?" Az önceki yakınlığını anımsarken kaşlarımı çatmamak için uğraştım, yine de sesim son derece alaycıydı. Baris tam da olmasını beklediğim bir şekilde neyi kast ettiğimi anladı. Amacım onu gıcık etmekti ama gıcık olmak yerine bundan keyif aldığını gördüm. Hafif bir sesle kıkırdadı ve başını iki yana sallarken siyah saçlarından bir tutam önüne düştü. "Olayları saptırmakta üstüne yok ama sadece kendini savunman için. Umarım kötü bir niyetim olduğunu düşünmüyorsundur, Eva." Sadece gülümsedim. O da rica eden bir biçimde ekledi; "Bu arada, hedefe bakman gerekiyor." Ona bakıyordum. Bunu yaptığımı fark etmiyordum bile. Gözlerimi hemen levhaya çevirirken bir bahane düşündüm. İlginçtir ki, hemen geldi. "Affedersin. Bu şey biraz ağır da. Kollarımı ağrıtıyor." Baris'in konuyu değiştirmeye çalıştığımı anlamaması mümkün değildi. Bana ayak uydurdu ve sakin bir sesle, "Bu yayın yapıldığı ahşap farklıdır." diye açıkladı. "Hem serttir hem de esnektir. Yayı çok sert çekersen kırılır. Çok yavaş çekersen de ok yeterince hızlı olmaz." "Şey... Sanırım anladım." Sanırım, ha? Çok güven vericisin, diye alay etti iç sesim. Onu hemen susturdum ve kendimi sakinleştirmek için derin bir nefes aldıktan sonra bildiğim kadarıyla nişan almaya çalıştım. Hedefi tutturamasam bile hiç değilse birilerini vurmasam iyiydi. Kalbim kafesinde güm güm atıyordu. Bunu yapabilirdim. Yapabileceğimi biliyordum. Parmaklarımı yaydan çektim. Onu serbest bıraktığım anda ok öyle bir hızla fırladı ki, havayı delerken ıslık çaldığını duyabildim. Demir levhanın tam ortasına değilse bile, en azından üzerine saplandı. Levha çarpmanın şiddetiyle çınladı ve ileri geri sallandı. Oku indirirken tembel bir şekilde gülümsediğimi hissedebiliyordum ama hedefi tutturduğum için gülümsemiyordum. Bu çok aptalcaydı fakat Baris ile ortak bir noktamız olması beni mutlu etmişti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD