Birkaç ok atışından sonra öğleden sonramı geçirmek için odaya geri dönerken koridorda beni bekleyen bir sürpriz vardı - Nakia'nın kölesi olan o küçük kız ile karşılaştım. Onunla konuşmak gibi bir amacım olmasa da kız önümü kesti ve şaşkın bakışlarımın altında dizlerinin üzerine çöktü, alnını ve ellerini yere yasladı. Bense bir adım gerileyerek kıza şaşkın şaşkın bakmaktan başka bir şey yapamadım. Şükürler olsun ki, koridorda bizden başka kimse yoktu da birileri bu ana şahit olmuyordu. "Ah, sizi hatırladım! O'sunuz! Dün akşamki kadınsınız! Teşekkür ederim, teşekkür ederim." Sesi alçak ve boğuktu. Bedeni de hafifçe titriyordu. Ağlıyor muydu yoksa? Ah, umarım yapmıyordur. Ağlayan insanlardan hiç hoşlanmazdım. Onları nasıl teselli edeceğimi bilmezdim, üstelik beni huzursuz ediyorlardı.
"Ne yapıyorsun sen? Kalk ayağa!"
"Fakat ben..."
Sözünü bitirmesine izin vermeden eğildim ve doğru düzgün teşekkür etmesini bilmeyen kızı kollarından tutup yerden kaldırdım. Rica eden bir sesle, "Hadi ama. Bunu yapmana gerek yok şimdi." dedim tepkisinden biraz da olsa utanarak. Kızın yüzünde beliren kırılgan gülümseme bana kendi kız kardeşimi hatırlattı. Şaşırtıcı bir an için, yutkunamadım bile. Ama bu sadece bir benzetmeydi. Bu zavallı kızın kardeşim ile bir alâkası olamazdı.
Tereddüt ettim. "Adın ne senin?"
Köle kız gözlerini gözlerimden kaçırarak başını eğdi. "Neffer, efendim."
"Pekâlâ, Neffer. Öncelikle bana efendim demene gerek yok. Bu oldukça rahatsız edici. Ve önümde diz çökmene de gerek yok. Teşekkür etmek istiyorsan sadece söyle, olur mu? Bu benim için yeterli."
Neffer'in yanaklarındaki kırmızılık hemen göze çarpıyordu. Bir an için onu böyle utandıracak ne söylediğimi merak ettim. "Ben sadece minnetimi göstermek istedim. Daha önce hiç kimse... Hanımıma bu şekilde karşı çıkmamıştı. Hem de benim kadar değersiz biri için."
Nakia'ya attığım tokadı düşünmek gülümsemek istememe neden olurken yanağımdaki kaslar gerildi. Yine de bunu yapmasam daha iyiydi.
"Hanımın sana her zaman öyle mi davranıyor?" diye sordum ona.
"Çoğu zaman."
Dişlerimi gıcırdatarak başımı salladım. "O seni ne zaman..." Bunu kıza nasıl tarif edebilirdim ki? "Satın aldı?" dedim kelime ağzımda yabancı dururken. Kızın ne zamandan beri o kendini beğenmiş, küstah kaltağa katlandığını merak ediyordum.
Neffer bir an sessiz kaldı, kafası karışmış gibiydi. "Hanımımın babası, annemi gençliğinde köle pazarından satın almış. O zamanlar annem bana hamileydi. Onların hanesinde doğdum. Kendimi bildim bileli de burada yaşıyorum."
"Peki ya annen? O da mı burada yaşıyor?"
Aslında umurumda değildi. Sadece onunla sohbet etmek istiyordum.
"Ah, hayır. Hanımımın emriyle birkaç yıl önce bir toprak asilzadesinin hizmetine verildi."
"Nedenini sorabilir miyim?"
Kimse ondan herhangi bir şey için izin istemiyor olmalı ki, cevap verirken heyecanlanıp kekeledi. "Ç-çok yaşlanmıştı. Artık iş göremiyordu."
Tüm heyecanına rağmen gözlerinde saklayamadığı bir acı vardı. Annesinden ayrılmış olmanın onu nasıl mahvettiğini görebiliyordum. Neffer'in çelimsiz ve kısa bedenini süzerken elimden geldiği kadar duygularımı saklamaya çalıştım. Bedeninin görünen yerlerinde yara ve darbe izleri vardı. Yüzü öyle genç ve güzeldi ki, 'Daha çocuk sayılır!' diye ekledi içimden bir ses. Eminim on altı yaşından büyük değildir. Bu adaletsizliğe karşı yakıcı bir öfkenin içimde kabardığını hissediyordum. Nakia isimli şu kadından iyice sıkılmaya başlamıştım artık.
"Aslında bende sizinle hanımım hakkında konuşmak istiyordum."
"Öyle mi?"
"Bence... Bence kendinize dikkat etmelisiniz."
Kızın bu hareketi bana kendi kız kardeşimi hatırlattığı için şefkatli bir gülümseme dudaklarımı kapladı. "Merak etmene gerek yok, hanımın beni endişelendirmiyor. Ne kadar endişelendirmiyor bilmek ister misin? Karşımda sana yine öyle davranacak olursa ona tekrar vururum."
Neffer'in yüzü biraz daha solgunlaştı. Her an bayılacak gibi duruyordu. Onun bayılmayacağından emin olana dek bekledikten sonra gitmek için döndüm ama Neffer ellerini uzattı ve zayıf bedenine uymayan bir çeviklikle bir koluma can simidiymiş gibi sıkı sıkı yapıştı. "Ama endişelenmelisiniz!" dedi bir sır verir gibi öne eğilerek. İfadesindeki kırılganlık şimdi geri gelmişti. Sesindeki endişe ise beni olduğum yerde durdurdu. "Anlamıyorsunuz. Hanımım çok kincidir. Ona tokat atarak herkesin içinde onu aşağıladınız. Korkarım ki, canınızı yakacak bir şey yapacak."
Gerçekten Nakia'dan korkmuyordum ama yine de yumuşak bir şekilde fısıldadım. "Uyardığın için teşekkür ederim." Ne de olsa bunu bana benim için endişelendiğinden söylüyordu. "Çok naziksin. Dediklerini dikkate alacağım."
Neffer gözle görülür bir şekilde rahatlayarak bir adım geri çekildi.
Galiba gerçekten benim için endişeleniyordu.
"Tamam. Başka bir şey yoksa," diyerek artık oradan gitmek istediğimi göstermek için Baris'in odasına doğru bir adım atmıştım ki, Neffer müthiş bir cüretle "Onun odasında mı kalıyorsunuz?" diye sordu.
"Bu seni cidden hiç ilgilendirmez."
"Üzgünüm! Burnumu sokmak istememiştim! Ben sadece..." Kızın göz ucuyla bahçeye açılan merdivenlere baktığını görünce Baris ile beni ok atarken gördüğünü anladım. Koridorda karşıma çıkması tesadüf değildi anlaşılan. "Genç efendiyi daha önce hiç bu kadar neşeli görmemiştim."
Duyduğum şeye inanmakta güçlük çekerek kıza baktım çünkü neşeli kelimesi Baris için kullanacağım bir sözcük olmazdı. Sonunda konuşabildiğimde...
"Soğuk biri midir?" diye sordum ama sesim inanılmaz hüzünlüydü.
"Oldukça, aslında. Genç efendi, yıllardır burada yaşıyor ama kimse hakkında pek bir şey bilmiyor. Çok sık konuşmaz ve şimdi düşününce, bir kere bile güldüğünü gördüğümü hatırlamıyorum. Ben on iki yaşındayken, bir defasında, yara bere içinde saraya gelmişti. Ona yaralarını sarması için yardım etmek istemiştim çünkü çok kötü görünüyordu. Hem her yeri kan yapmıştı. Annem kandan nefret ediyordu. Ama o zaman bile bende dahil kimsenin yardımını istemediğini söyleyerek beni reddetti."
"Neden yaralandığını biliyor musun?"
"Asla söylemedi. Şimdi de söylemez. Genç efendi her zaman başkalarına karşı mesafelidir. Sanki kimseye..."
Sustu birden. Çok fazla konuştuğunu yeni anlamış gibi parmak uçlarını dudaklarına bastırdı. "Güvenmiyor mu?" diye tamamladım Neffer devam edecek gücü içinde bulamayınca.
Neffer neredeyse üzgün bir ifadeyle başını evet anlamında salladı.
Üzerime çöken hüznü yuttum. Neffer'in bahsettiği bu adamı tanıyordum. Piramitteyken gördüğüm adamdı. Soğuk. Sessiz. Mesafeli. Ne garip. O zaman birbirimiz hakkında ne kadar az şey bilirsek o kadar iyi olacağını düşünürdüm ama şimdi durum farklıydı. Baris'ten hoşlandığımı inkâr edecek değildim. Demek istediğim, gerçekten hoşlanıyordum. Bir kız bir erkekten nasıl hoşlanırsa öyle. Tıpkı Tony'nin benden hoşlandığı gibi. Dürüst olmak gerekirse, daha önce hiçbir erkekten bu kadar hoşlandığımı hatırlamıyordum. Bu benim için çok yeni bir histi. Anlamıyordum ve sinir bozucu buluyordum. Üstelik Baris kahve dükkanında ya da parkta tanıştığımız erkeklerden değildi. Daha karşılaştığımız ilk anda gayet net bir şekilde gıcık olmuştu bana. Bunun bir hırsız olduğum için mi yoksa gözlerinin içine baka baka yalan söylediğim için mi olduğunu hâlâ anlamıyordum. Hem içinde bulunduğumuz bu garip, akıl almaz ve tehlikeli durumda...
Saçmalama, diye kendime kızarken düşüncelerimi dağıtmak için başımı hızla iki yana salladım. Ondan ne kadar hoşlansam da önemi yoktu. Benden asla hoşlanmazdı. Ve bu tamamen benim hatamdı. Hırsızdım, bencildim ve güvenilmezdim. O Tony değildi. Onun gibi birinin yapmasına imkân yoktu.
Neffer şimdi bana kocaman, meraklı gözlerle bakıyordu. Onu görmezden gelerek artık bana ait olan odaya girdim. Dizlerimin bağı çözülür gibi olunca sırtımı kapıya yasladım ve derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım. Baris'in bana kaba ya da kötü davranmıyor olması en baştan beri onun için bir baş belası olduğum gerçeğini yok saymazdı. Ben sadece korumaya mecbur kaldığı biriydim, bir yüktüm onun için.
Ama ondan gerçekten hoşlanıyordum.
🔸🔸🔸
Güneş batmak üzereyken yola çıkmaya hazırdık. Bir süre Nil Nehri'ni takip ederek kıyı hattında ilerledik. Sonra da şehrin sokaklarına indik. Sohbet havamda olduğum için yol boyunca Baris'e çocukluk anılarımı anlattım; Ele avuca sığmayan bir çocuk olduğum için hiç de şaşırmamış görünüyordu. Hatta bazen göz ucuyla ona bakıyor, gülümsediğini görüyordum. Sonra o da bana Antik Mısır siyasetinden, ekonomisinden ve askeriyesinden bahsetti. Bunu ona sormak kabalık olurdu ama kendi kendime 'Hiç çocukluk anısı yok mu acaba?' diye düşündüm. Sonra kendime kızdım. Elbette yoktu. Wajdet onu çocuk yaşta bulmuştu ve saraya geldiğinde bile ileride suikastçı olacak bir adam için normal bir çocukluk geçirmiş olamazdı. Onu dinlerken aynı zamanda da buradaki insanlar için üzüldüm. Zavallı halk, açlıktan ölmek üzereydi çünkü vergiler ile ülkenin dört bir yanını ele geçirmiş olan harami çetesinin arasında kalıyorlardı. Böyle bir durumda sağ kalmak bir aslanla mücadele etmekten daha kolay olmasa gerekti.
Ama Baris'in bilgisinden etkilenmiştim. Sabırla onu dinledim ve o da sorduğum her soruya yanıt verirken aynı sabrı bana gösterdi. Neredeyse normaldik. Biz sohbet ederken, acaba sıradan bir insan gibi yaşasaydı nasıl bir hayatı olurdu, diye düşünmeden edemedim. Wajdet onu bulmasaydı daha mutlu olur muydu? Biliyorum; Bu, acaba erken teşhis konsaydı annem yaşar mıydı, diye düşünmekten farksızdı ve geçmişte bunu birçok kez yaptığımdan ne kadar anlamsız bir şey olduğunu deneyimlemiştim. Sadece tek bir yaşama sahiptik. Yine de garip bir şekilde, acıların insanı olgunlaştıran bir tarafı vardı. Annemin hastalığı süresince küçük şeylere üzülmenin, keşkelere takılmanın, gelecek hakkında endişelenip durmanın ne kadar yorucu bir şey olduğunu öğrenmiştim.
Konuşurken çoktan saraydan uzaklaşmış, kentin kerpiç kulübeleri ve daracık sokakları arasında kaybolmuştuk. Üzücü bir şekilde, biz ilerledikçe zengin ve fakir ayrımı hemen göze çarpıyordu. Saraydayken her tarafı ışık şölenine döndüren meşaleler vardı fakat bu kenar mahallesinde tek bir mum ışığı bile göremiyordum. Sadece yıldızlar ve ay. Ama bunlar yetersizdi. Hemen yanımda duran Baris'in yüzünü zar zor seçiyordum.
Göreve odaklanmaya çalışarak, "Bu çete hakkında tam olarak ne biliyoruz?" diye sordum.
"Etrafta dolaşan birkaç söylenti dışında pek bir şey değil."
"Bu durumda adını bile bilmediğimiz bir adamı mı bulmak zorundayız? Hem de koskoca bir şehrin içinde?" Bir an ifadesizce yüzüne baktıktan sonra gülmeye başladım. Yoldan geçen herhangi biri bile olabilirdi! "Aman ne-" Hoş, diyecektim. Fakat lafımı bitiremeden önce bir el hızla karanlıktan uzandı ve dudaklarımı örttü. Bunu yapanın Baris olduğunu fark etmeden önce sertçe irkildim. Sesim elinin altında boğuk homurtular şeklinde çıktı. "Sen ne-"
"Şşşş... Sessiz ol." Gözleri benimkileri bulduğunda yüz hatları öyle soğuktu ki, bir an onu tanıyamadım. Başıyla karanlıkta kalan bir noktayı işaret etti. "Orada biri var."
Eyvah.
Baris parmaklarını ağzımdan çekerken çenemi kapamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Seçtiğimiz bu mahalle harami çetesinin en aktif olduğu yerlerden biriydi. Başlamak için iyi bir nokta gibi görünmüştü ama sokakta bizden başka tek bir insanın bile olmaması buranın gerçekten de güvenli bir yer olmadığını gösteriyordu. Yani Baris orada birinin olduğunu söylüyorsa, bu ciddi bir sorun demektir.
Dilimi bulmam biraz zaman aldı. Yalnızca ikimizin duyacağı kadar alçak bir sesle, "Emin misin?" diye sordum ama şüpheli görünmüyordu. Sadece... Kararlıydı, ve daha sorarken bile bir şekilde ciddi olduğunu biliyordum. Kafamı duvara duvara vurma isteğini bastırarak, "Bu hiç hayra alamet değil." diye yakındım. "Sadece meraklı bir insandır belki?"
"Zannetmiyorum. Bizi izliyor."
Pekâlâ. Bu çok ürkütücüydü.
"Sence tehlikeli mi?" diye sordum öyle olmamasını umarak.
"Bilmiyorum." Hâlâ karanlığın ötesine bakıyordu. Bende bakıyordum ama kıpırdamayan gölgelerden başka hiçbir şey göremiyordum. Baris dönüp yüzüme baktı. "Bana bir iyilik yapar mısın? Arkamda kal."
Kesinlikle yanlış duymuş olmalıydım. Cidden arkasında saklanmamı istiyor olamazdı. Ve neden BENİM sorumluluğumu o alıyordu ki?
Ne hissettiğimi söylemesem de gözlerimi kısarak ona dik dik baktım.
"Silahı olup olmadığını göremiyorum." diye açıkladı sabırlı bir şekilde. "Bu senin güvenliğin için." Aslında mantıklıydı. Ne de olsa dövüşmek benim ilgi alanlarıma girmiyordu. Yine de sessiz kaldım; tüm sorumluluğumu üstlenmesi karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum. Baris tereddüt ettiğimi fark edince endişeyle homurdandı ve çenemin ucunu nazikçe tutup kaldırarak, artık çok daha baskın ve yoğun olan gözlerine bakmama neden oldu. "Bana arkamda kalacağını söyle, Eva. Duymaya ihtiyacım var."
Kaşlarımı çattım. Şüphe ya da merak ona itaat etmek istememe engel oluyordu ama zıddına hareket etmek çok sorumsuz bir davranış olacağı için başımı tamam anlamında salladım. "Arkanda kalacağım."
"Güzel." Başımıza kadar belaya batmış olmamız bir yana, Baris uzanıp da sanki beş yaşındaymışım gibi başımı okşadığında şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. "Aferin sana."
Durum bu kadar uygunsuz olmasaydı eğer kahkaha atardım.
"Kes şunu," diyerek parmaklarımın tersiyle eline vurduktan sonra bu oyuncu hareketine karşın gözlerimi devirdim. Doğrulup baktığımda karanlıktan yükselen bir hışırtı duydum. Geceden daha koyu olan bir çift gölge gözümün önünde kaydı. Bunların bir çift gölge yerine bir düzine gölge olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Bir düzine insan, ha? Kulağa hiç de güvenilir gelmiyordu doğrusu. Ve böyle sinsi sinsi dolandıklarına göre pek de dost canlısı değillerdi. Daha iyi görmek için bir adım öne çıkarak gözlerimi kıstığımda karanlığın içinde zayıf bir metal parlayarak kendini ortaya çıkardı. Tam olarak göremesem de onun ne olduğunu biliyordum. Bir hançer. Ama tamamen sıradan bir hançerdi. Rahatlama ani bir şekilde gelirken omuzlarım düştü.
Planımız bu haramilerden sadece bir tanesini yakalamaktı ama görünüşe göre topluluk halinde gezecek kadar zekaya sahiplerdi.
"Baris, dikkat et!"
Sesim olmasını hiç istemediğim bir şekilde Baris'in dikkatini dağıttı. Bana baktığı anda karanlıktan çıkan iri yarı bir adam Baris'e hücum etti ve şiddetli bir darbeyle ona çarpıp yere yuvarladı. Hiç düşünmeden yardım etmek için ileri atıldım. Aynı anda bir kol boynuma dolanarak beni geriye çekti. Size yemin ederim, nefesimin boğazımda takılı kaldığını hissettim. Bir yanma hissi göğsümün üstünü kaplarken can havliyle acı içinde inledim. Parmaklarımla boynumdaki kolu kavrayıp onu oradan çekmeye çalışsam da bu hiçbir işe yaramadı. Lanet adam çok güçlüydü! Aldığım nefesi kesecek kadar güçlü! Bundan kurtulmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu, hem de hemen. Ciğerlerim havasızlıktan patlamadan önce dirseğimi arkamdaki pisliğin karnına geçirmeye çalıştım.
Hadi, hadi!
Ve nihayet darbelerden biri adamın bel boşluğuna çarptı. Kısacık bir an için bile olsa kolunun boynumun etrafında gevşediğini hissettim. Hava ciğerlerime hücum ederken bunun benim için bir şans olduğunu biliyordum. Yalnızca tek bir şans. Bu şansı tüm ağırlığımı yan tarafıma vermek için kullandım.
Ağırlık dengesi bozulduğu anda ikimiz de yere düştük.
İyi tarafından bakacak olursak boynumdaki ellerden kurtulmuştum. Kısacık bir saniye için bana saldıran adamın sırtındaki okları ve yayı görebildim. Sonra lanet herif tekrar üzerime saldırdı. Kaçmak için bedenimi yana attım ama saldırganım çok inatçıydı, beni ayak bileğimden tutarak kendine geri çekti. Kim olduğunu anlamaya çalışarak adama baksam da yüzünün yarısını keten bir bezle örttüğü için nasıl birine benzediğini anlamam mümkün değildi. Ve öfkeliydim. Böyle adice bir saldırıya uğramak kanımı kaynatıyordu resmen! Bacağımı çektim ve kemiğini yerinden çıkarmayı umarak sandaletlerimi omzunun tam ortasına geçirdim. Gerçekten canı yanmış olacak ki, adam küfürler savurarak üzerime atladı. Çakıl taşları tenime battığında darbe neredeyse nefesimin kesilmesine neden olacak kadar şiddetliydi. Çığlık atmamak için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. Tekrar tekme atmaya çalıştım, bu defa daha şiddetli saldırıyordum ama ne yazık ki, tekmem onu birkaç santimle ıskaladı. Adamın öfkeden titreyerek yumruğunu havaya kaldırdığını gördüm. Belli ki bir kadına vurmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Daha önce hiç şiddete uğramamış olsam da bunun can yakacağı belliydi. Ondan gelecek olan darbeyi beklerken, üzerimize öfkeli bir gölge düştü. "Kes şunu," dedi Baris adamı ensesinden tutup üzerimden çekerek. "Onu rahat bırak!"
"Daha önce tanıştık mı?" diye sordu peçeli adam. Sesi sanki az önce birine saldıran o değilmiş gibi sakin ve yabancıydı. "Nedense bana çok tanıdık geliyorsun."
Muhtemelen firavun Baris'in üvey babası olduğu içindir.
Baris cevap olarak adamın çenesine esaslı bir yumruk attığında inanılmaz bir rahatlamanın içime yayıldığını hissettim. Ne de olsa herif az daha canıma okuyacaktı. Düşüncelerimi keskin bir acı dalgası böldü. Öksürerek alnıma dokundum ve sonra derin bir nefes almak için durdum, kalp atışlarımın çılgın ritmini duyabiliyordum ve bir yaprak gibi titriyordum.
"Kahretsin! Bu gerçekten de acıttı!"
Ama henüz bitmemişti.
Başımı çevirip nefes nefese Baris'e baktığımda üzerimden çektiği adamla ölümüne dövüştüğünü gördüm. Tek düşman onun dövüştüğü o adam değildi, bunu biliyordum ama başka kimse bana saldırmadığı için Baris'i ondan kurtarmam gerekiyordu. Seçenekler sınırlıydı. İçgüdüsel olarak hareket edip yerde yuvarlandım ve avuçlarımı gezdirerek Baris onu çektiği anda adamın omzundan çalmaya çalıştığım ama pek beceremediğim için yere düşürdüğüm okları ve yayı aradım.
Taş, taş, taş, daha fazla taş...
Oka ve yaya dokunduğumda az kalsın sevinçten ağlayacaktım. Aslında bir M16'yı tercih ederdim ama ne yazık ki elimdeki tek silah buydu. Bununla yetinmek zorundaydım. Bir kere dizimin üzerine düştükten sonra yerden doğruldum. Titrememi bastırmaya çalışarak oku daha sıkı tuttum. Yayı çektim ve yerde yuvarlanan, dövüşen gölge şeklindeki iki adama nişan aldım. Baris diğer adama göre daha uzun ve yapılı olduğu için ikisini kolayca ayırt edebiliyordum.
Kalbim resmen ağzımda atıyordu.
Neyse ki şans benden yanaydı da, kısa bir an için Baris'in gözleri gözlerimle buluştu. Okun ucu parlak, gümüşi bir metalle kaplı olduğu için karanlığa rağmen elimdeki oku görebildi. Yüz ifadesinde tereddüt vardı ama sonra ciddileşti ve başını salladı. "Yap şunu!"
Ama... Ya onu vurursam? Bu konuda bana nasıl güvenebilirdi? Ellerimin titremesini bile bir türlü durduramıyordum. Üstelik karanlıktı ve ben ok atmakta koşmak kadar başarılı değildim. Kendimi durduramadan endişe içinde bir adım geri çekildim. Baris, "Eva!" dediğinde hiç de kendimden emin çıkmayan bir sesle "Baris, ben..." diye söze başladım. Sonra da sustum.
"Neyi bekliyorsun? Vur onu!"
"Ben..."
"Eva!" diye uyardı.
Yapamam. Sadece yapamam. Baris'in öfkeli homurdanmasını duymazdan gelerek başımı iki yana sallarken yeşil gözlerim kocaman oldu. Bunu fark eden Baris ise tamamen hazırlıksız yakalandı; Onu yere deviren ve boynunu kesmek için bıçağını kaldıran adamın kollarını son anda tuttu. "Dikkat et!" diye bağırdığımı duydum bir an.
Baris, bıçak yüzünü kesmesin diye yanağını toprağa bastırdı ve yüz hatları öfkeden şekil değiştirirken "Kahretsin, Eva." diye mırıldandığını duydum. "Bana bunu yaptırdığına inanamıyorum."
Sonra şerit gibi bir ışık yavaş yavaş parlamaya başladı ve Baris'in kolundaki damarlardan kıvrılarak hareket etti. Garipti ama ışık onun içinden geliyor gibiydi ve öyle parlaktı ki, bir an için etrafımızı çevirmiş olan diğer haramileri net bir şekilde görebildim. Sayıları on beşten fazlaydı. Hepsi de şaşkınlık içinde Baris'e bakıyor, kafalarının karıştığını gösteren bir ifadeyle neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bense daha önce görmemiş olmama rağmen bunun ne olduğunu çok iyi biliyordum; Bekçilerin gücü.
Ama daha önce Baris bunu yanımda kullanmamıştı.
Hem korkuyordum hem de elimde olmadan ne olacağını merak ediyordum. Baris'in parmak uçlarından fırlayan bekçi gücü saf enerji şeklindeydi ve o enerji hiçbir engel olmadan ona saldıran haramiye çarptı. Sonrasında her şey saniyeler içinde gerçekleşti. Haraminin bedeni, bekçi gücüyle parlayarak korkunç bir hızla fırladı ve etraftaki evlerden birinin duvarına çarptı. Adamın çığlık atmaya bile fırsatı olmamıştı ve gözlerimi kapatsam da o iğrenç, ıslak sesi duymuştum. Yemin ederim, bu ses rüyalarıma girecekti... Yavaşça gözlerimi açtım; Duvara çarpıp yere düşerken adamın yüzündeki peçe düşmüş, bembeyaz kesilen tenini ortaya çıkarmıştı... Bir an sonra bedenini kaplayan o doğaüstü ışık sönerek etrafı yeniden gecenin karanlığına bıraktı ama ışık sönmeden önce haraminin bedeninin altında toplanan ve giderek daha da yayılan o koyu kırmızı sıvıyı görebildim.
Bu gösteri karşısında bedenimdeki her bir kas donmuştu. Gözümü kırpmadan karanlığa - tam da cesedin olduğu noktaya - bakıyor, yüreğimin derinliklerinde filizlenen dehşetin ve şaşkınlığın içimi buz gibi yaktığını hissedebiliyordum. Tanrı aşkına, adamın böylesine bir darbeden sağ kurtulmasına imkân yoktu. Ölmüştü. Emindim bundan. Bekçi gücü korkunç bir şeydi. Bir kere şahit olmam bunu anlamama yetmişti de artmıştı. Birden Kosey'in de bu güçlere sahip olduğunu hatırladım ve onu öfkelendirdiğim anlar gözümün önüne gelirken başımın döndüğünü hissettim. Sonunda nefes almayı akıl ederek dudaklarımı araladığımda parmaklarımın arasındaki yay elimden kayarak yere düştü ve kulaklarım etrafımızdaki soyguncuların bizden kaçarken çıkardıkları ayak seslerini işitti.