Baris'in niye öyle dediğini anlamam Kosey'e ait olan kata geldiğimizde oldu.
Bana sonsuzluk kadar uzun gelen bir sürenin ardından söylemem gerekiyordu ki, hiç de hoş bir sürpriz değildi bu.
"Muhafızlar," dedim, bizi saklayan heykelin arkasında kalmaya çalışırken bir yandan da hayal kırıklığı içinde başımı iki yana sallayarak. Ne sanıyordum acaba? Veliaht prensin odasına elimi kolumu sallayarak gireceğimi mi? Elbette muhafızlar olacaktı. Aptal mıydım neydim. Şimdi içeri girmenin - gizlice girmenin bir yolunu bulmamız gerekiyordu.
Baris "Kolay olmayacağını söylemiştim." diye karşılık verirken, dudakları muzip bir ifadeyle gerildi.
Evet.
Evet, demişti.
Öyleyse bir çözüm bulmamız gerekecekti.
Bir an düşündüm ama beynim durmuştu sanki, aklıma hiçbir şey gelmiyordu.
"Bende fikirler tükendi," Ona doğru dönerken nefesimi üfledim. "Sende neler var?"
Ama Baris cevap vermek yerine muhafızlara doğru baktı. Aklı buradan çok uzaklardaydı, bunu görebiliyordum. Bakışlarımın altında bir fikir zihnini rahatsız ediyormuş gibi gözlerini yumdu ve uzun parmaklarıyla alnını ovaladı.
"Baris?" dedim.
"Muhafızları oradan birkaç dakikalığına uzaklaştırabilirim," diye kabul ederken sesinde hafif bir sinir vardı. Yine de bu umutlanmama mani olmadı.
"Harika bir haber bu!" dedim çocuksu bir neşeyle. "Dinle beni. Ben tek başıma-"
"Boşuna nefesini tüketme. Bunu kabul etmeme imkân yok."
Dinlememişti bile. Gülmemek için kendimi tutsam da ağzımdan bir kıkırdama çıkmasına engel olamadım. "Başımın çaresine bakabilir ve kendi kararlarımı alabilirim, teşekkürler."
"Bu kendi kararlarını alıp almamakla ilgili değil. Amma da bencilsin. Biz bağlıyız, unuttun mu? Böyle saçma şeyler yapmadan önce beni de düşünsen iyi edersin."
Bir çocuğu azarlarken kullanılacak olan o ses tonunu kullanıyordu ve bedenimin bu cümleler karşısında kaskatı kesildiğini hissedebiliyordum. Beni korumak istediği için koruduğunu sanmıştım. Mecbur olduğu için değil. Başımı iki yana sallayarak derin bir nefes aldım. Bir önemi yoktu zaten. Konuştuğumda sesim öyle alçak çıkmıştı ki, duysun diye Baris'e doğru eğilmek zorunda kaldım.
"Ama sana bir şey olmayacak. Neden bu kadar korumacı olduğunu anlamıyorum. Belli ki pek iyi anlaşamıyoruz ve her şey ters gitse... Hatta ölsem bile başka biri o taşlardan birine mutlaka dokunacaktır. Asla gerçekten ölmeyeceksin. Bense hâlâ bir ölü olacağım. O yüzden bu noktada benim söz hakkım daha fazla olmalı."
"Kast ettiğim, bunda yalnız olmadığındı. Bencil olmana gerek yok. Bu işte beraberiz ve garip ama, gerçekten yanında olmak istiyorum." Bununla ne demek istediğini anladığımda bana döndü ve iç çekti. "Ayrıca bu hayatımda duyduğum en saçma mantıktı. Senin riskin daha fazla olsa bile bu noktada benim yolumdan gitsek daha iyi değil mi?"
"Nedenmiş o?"
Çok basit bir gerçeği dile getirir gibi, "Çünkü ben senden daha mantıklı bir insanım." dedi.
Bu o kadar açıktı ki, itiraz etmeye bile cüret etmedim.
"Bak. Önemi yok. Gerçekten. Eğer istiyorsan bundan sonra senin yolundan gideriz. Ben sadece... O hançer o odadaysa gidip onu alacağım."
"Bu, tek başına almaya değecek bir risk değil." diye itiraz etmeye kalktığında onu dinlemek yerine parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim.
"Ama ben almak istiyorum. O yüzden yap şunu, Baris."
"Hayır." diye homurdandı sertçe.
"Yap dedim."
"Bende sana hayır dedim."
Tanrı aşkına. Bu konuşmanın hiçbir yere varacağı yoktu. Baris'in üzerimde yükselen figürünü inceledim. Kocaman bedeniyle yolumu tıkıyordu ve içimden bir ses kaçmaya yeltenirsem beni kucaklamaya çok hazır olduğunu söylüyordu. Ben her ne kadar hızlıysam da koşmaya başlamadan önce beni yakalama ihtimali oldukça fazlaydı. Hem öylesi fazla dikkat çekici olurdu.
Ona bağırmamak için kendimi zor tutuyordum.
"Ah, hadi ama! Bu çok anlamsız... Vakit kaybediyoruz burada." Alnımı öyle sert bir şekilde ovdum ki, canım yandığı için dudaklarımdan kaba bir ses çıktı. "Çok inatçısın. Evet desen ne olur sanki?"
"Katılıyorum." dediğinde "Hangisine?" diye sordum. "İnatçı olduğun kısmına mı? Yoksa bunun anlamsız olduğuna mı?"
"Bu anlamsız."
Sesi soğuktu.
"Ama da zor herifsin yahu." Parmaklarımı kaldırdım ve kocaman açılmış gözlerle bana bakarken, nazikçe yanaklarını okşadım. "Eva, sen-" Gözlerimi kaldırıp gözlerine baktığımda dudaklarını birbirine bastırdı. Bu adil değildi. Gözleri neden öyle hüzünlü bakıyordu? Ona dokunmamı beklemediği için mi? Ona neden dokunduğumu bende bilmiyordum. Belki de daha önce bir bilim dergisinde temasın ikna olma olasılığını arttırdığını okuduğum içindi? Baris'in teni pürüzsüz ve yumuşaktı. Yanaklarındaki ellerimi çekmeden, çok temkinli bir şekilde, yumuşak ve ikna edici bir sesle konuştum onunla. "Bu bizim tek umudumuz ve sende bunu çok iyi biliyorsun Baris. Muhafızları buradan uzaklaştır. Sonra da beni almak için gel ve birlikte ayrılalım, tamam mı?"
Ama bilim dergisi işe yaramadı.
Temasım, Baris'i ikna etmek şöyle dursun onu neredeyse.... Ürkütmüştü.
"Hayır! Tamam falan değil. Sen kafayı mı yedin?" Başını sağa sola sallayarak ellerimin arasından kaçarken sertçe kaşlarını çattı ama aksi tavrına rağmen gözlerinin derinliklerinde endişe gördüm. "Söz konusu bile olamaz. Bu çok tehlikeli."
"Biliyorum, biliyorum... Ama en iyi plan bu. Başka bir alternatifin varsa dinlemeyi çok isterim."
Bir şey diyecek gibi dudaklarını aralasa da daha sonra alçak sesle homurdanarak karşılık verdi.
"Bende öyle düşünmüştüm. Bu durumda sadece bana güvenmeyi deneyemez misin?"
"Sana güvenmek mi?" Baris sanki başını ağrıtıyormuşum gibi alnını ovdu. Bana güvenmeye hiç niyeti yok gibiydi ve ürkütücü bir şekilde, bunu dibine kadar hak etmiş olsam da, kalbimin acıyla sızladığını hissettim. Sonra kirpiklerini kaldırdı ve kahverengi gözlerini yeşilliklerime kilitledi. Gözlerimde ne gördüğü hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama bakışlarının derinleştiğini fark ettim. "Sanırım kendine bakabilirsin." Bunu öyle alçak sesle söylemişti ki, benden çok kendine dediğini düşündüm. Yumuşak, endişeli bir sesle ekledi. "Dikkatli ol ama."
Rahatlayarak başımı salladım. "Olacağım."
Ve olacaktım da.
Ölmeye hiç niyetim yoktu.
Baris muhafızların yanına giderken elimde olduğu kadar heykelin arkasına saklanarak yerimi belli etmemeye çalıştım. Muhafızlar, Baris'i fark eder etmez önünde reverans yaptılar ve o bir şey deyince şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Sonra kafalarını salladılar ve gitmek için dönerken Baris'le birlikte uzaklaştılar.
Vay canına. Bu çok kolay oldu.
Düşüncelerimden sıyrılırken ne olur ne olmaz diye önce koridoru kontrol ettim. Sessizlik gürültüden daha rahatsız ediciydi ama burada benden başka kimsenin olmadığından emin olmamı sağlayan şey de buydu. Temkinli hareketlerle yerimden çıktım ve kimse beni görmeden önce Kosey'in odasının kapısını aralayarak içeri sıvıştım. İçgüdüsel bir şekilde odayı incelemek, yaptığım ilk şey oldu. Odası benim odamdan beş kat daha büyüktü ve bu da yetmezmiş gibi küçük bir futbol sahası büyüklüğünde, kenarları şahin heykelleriyle dolu taştan bir teras vardı. Her şey çok temiz, çok düzenli görünüyordu. Balkondan esen meltem yanan meşalelerin ateşini titreştirirken ve perdeleri uçuştururken, tütsüyle karışık temiz ve güzel bir koku başımı döndürdü.
Zengin piç, diye düşündüm elimde olmadan. Ardından öfkeyle soludum; Dışarıdaki halkın açlıktan ölmek üzere olduğunun farkında mı bu? Ya da umursuyor mu?
Sonra birden ne için orada olduğumu hatırladım. Vakit kaybetmekten başka bir şey yapmıyordum ve süremin ne kadar kısıtlı olduğunu düşünürsek bu pek de zekice bir şey değildi.
Uçuşan perdeleri kenara çektim ve yastığın altını, süs vazolarının içini, duvardaki rafları ve kağıtlarla dolu bir masanın üzerini iyice karıştırdım. Yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Kafayı yemek üzereydim! Bir şey bulabilir miyim diye düşünerek masanın üzerinde duran papirüs kağıtlarından birini alıp inceledim. Antik Mısır dili benim için kolay olduğundan bu yana epey zaman geçmişti. Siyah bir mürekkeple ve düzgün, güzel bir el yazısıyla 'çizilmiş' bir listeydi bu. Elbette Kosey'in hançeri nerede sakladığını yazdığı bir günlük bulmayı beklemiyordum - gerçi bu çok yardımcı olurdu - ama bu daha çok bir liste gibi görünüyordu ve bunlar da... Ah... Bitki adları mıydı? Çizimleri okurken gözlerim engel olamadığım bir merakla kısıldı. Akasya, fesleğen, kakule... Ve bir sürü daha... Çok garipti ama Kosey'in bunlarla ne yapmayı amaçladığını o bana söylemediği sürece anlamam mümkün değildi.
Sakinleşmek için derin bir nefes verdiğimde kapı birdenbire açıldı ve nanosaniyenin onda biri kadar bir sürede kalbim tekledi. Yakalandığımdan emindim. Ayvayı yemiştim. Hızla topuklarımın üzerinde geri dönerken rüyada gibiydim ve aslında pek beceriksiz bir kız olmasam da papirüsleri tutmayı bile beceremedim. Kağıtların bir kısmı parmaklarımın arasından kayarak ayaklarımın ucuna saçıldı. Ama şanslıydım da gelen Kosey değildi; Baris'di. Onun o derin, kahverengi gözlerini görünce "Kahretsin Baris! Seni Kosey sandım!" diyerek yere yığılmamak için titreyen ellerimle masanın kenarına tutundum. Gerçekten de gerilmiştim. Aldığım her nefes canımı yakıyordu. "Tanrı aşkına! Bir dahakine bir şey söylemeyi denemelisin! Aklımı alıyordun neredeyse!" derken boğazım düğüm düğüm oldu.
"İyi misin?" diye sordu. "Seni korkutmak istemedim."
İstemediğini biliyordum. Aksi aksi homurdanırken masayı daha da sıkı kavradım. Başımı iyiyim der gibi sallasam da beynim uyuşmuştu ve kalbim küt küt atmaya devam ediyordu.
"Kosey seni gerçekten bu kadar korkutuyor mu, Eva?" Sesi alaycı olsa da yüzünde gerginlik vardı. Bir de öfke. "Oysa az önce çok cesur davranmıyor muydun?"
"Öyle mi yapıyordum?" dedim sakin sakin. Cesur olduğumu mu düşünüyordu?
Nazikçe, "Numara mı yapıyordun?" diye sordu.
"Hayır," dedim. "Gerçekten bunu yapmak istedim ama odasını karıştırırken beni yakalasa canımı okuyacağını bilecek kadar tanıyorum onu."
Biri bizi fark etmeden önce Baris kapıyı sessizce örttü. "Bir şey buldun mu?" diye sorduğunda bu defa başımı hayır anlamında iki yana salladım. Dudaklarım hüzünlü bir gülümsemeyle kıvrıldı - elimde değildi, hançeri öyle çok istiyordum ki... İfademi seyrederken Baris'in öfkeli yüzü sarsıldı ve bakışlarında anlayışlı bir duygu belirdi. "Sorun değil." dedi hançeri bulamadığım için ne kadar üzgün olduğumu fark edince bana doğru yürüyerek. "Eva, gerçekten sorun değil." Ona bir bakış attım. Değil miydi gerçekten? Buna inanmakta güçlük çekiyordum ama tek duymak istediğim bu olduğu için yüzümün aydınlandığını da biliyordum. Sonra dizlerimin üzerine çöktüm ve az önce yere düşürdüğüm kağıtları anlamsız bir şekilde toplamaya başladım. Bir önemi olmasa da Baris bana eşlik etmek için eğilmeden önce iç geçirdi. Birlikte sessizce, birbirimize bakmadan papirüs kağıtlarını topladık ve yine bir önemi olmasa da onları yerine geri koyduk...
Ben ne diyeceğimi bilemediğimden, ilk konuşan o oldu.
"Kosey'in odasına daha önce hiç girmemiştim." Masadaki kağıtlardan birini aldı ve dikkatle okuyarak ne yazdığına baktı.
Merak içimi yiyip kemirdiğinden "Bu bitkilerin ne olduğunu biliyor musun?" diye sordum ona.
"Evet, biliyorum."
Aklıma gelen düşünceyle tiksinerek yüzümü buruşturdum. "Ne olduğunu sormaya korkuyorum. Yoksa o piç kurusu hobi olarak zehir falan hazırlayıp onu bunu öldürüyor mu?"
Baris hafifçe güldü. Böyle içten, tatlı bir şekilde gülünce yüz hatlarının nasıl daha da çekici bir hâle büründüğünü gördüm ama asıl önemli olan bu değildi; Onunla tanıştığımdan bu yana yanımda giderek daha da rahat olmasıydı. İlk tanıştığımızda ikimiz de birbirimize karşı temkinliydik. Dahası, birbirimize güvenmiyorduk. Şimdi ise yanımda gülüyor, arada sırada benimle şakalaşıyordu bile! Elini kaldırdı ve alnına düşen bukleyi çekmek için parmaklarını saçlarının arasından geçirirken gülüşü hafifçe arttı. Parmak uçlarımın kıvrıldığını hissettim. Yüzüne dokunmak istiyordum ama muhtemelen bu onu şaşırtırdı. "Biliyor musun, öyle olsa hiç şaşırmazdım... Ama bunların hepsi şifalı bitkiler. Bazıları Mısır'da yetişmiyor bile, nehir hattı boyunca taşınarak başka ülkelerden getiriliyor."
Yavaşça "Peki." dedim, bu bilgiyi sindirmek için kendime birkaç saniye vererek. "Kosey bunları neden yazıyor?"
"Şaşıracaksın."
"Hadi canım," diyerek gözlerimi devirdim. "Şaşırt beni."
"Tahta geçtiği sırada Firavun Geb'in çocuğu olmuyordu. Şehirde söylentiler yayılmaya başlamıştı ve o da bunun için bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Bir sürü arayıştan sonra baş rahiplerden biri ona ülkedeki en güzel kadınla güneş tutulması sırasında birlikte olmasını, çocuğu doğunca da minnetini göstermek için kadını şehirdeki en büyük tapınakta Tanrılara kurban etmesi gerektiğini söyledi. Kadın hamile kaldı - elbette bunun doğaüstü güçlerle ilgisi yoktu, sadece tesadüftü ama yıllar sonra doğduğunda, Kosey bu ülkedeki en soylu, en zengin çocuk olarak dünyaya geldi. Üstelik tek varis oydu. Bu yüzden Firavun çocuğunun eğitimini Thoth'un üstlenmesini istedi. Thoth bu ülkedeki en iyi bilge, katip, öğretmen ve bilim adamıdır. Kosey ise..." Bunu nasıl açıklayacağını bulmaya çalışırken kaşlarının arası kırıştı ve kağıdı yavaşça yerine geri bıraktı. "Sanırım onun için şifacı diyebiliriz. Hemen hemen her bitkinin ne işe yaradığını bilir ve dakikalar içinde herhangi bir hastalığı hafifletecek bir ilaç hazırlayabilir."
Sessizlik öyle keskin bir biçimde çöktü ki aramıza, bir an kulaklarım uğuldadı. Hayal etmeye çalıştım ama bu gerçekten gülünçtü çünkü gözlerimi kapattığımda gördüğüm tek şey boynuma hançer doğrultmuş olan korkutucu bir adamdı.
Sesim tam ortadan çatladı.
"Şaka yapıyorsun... Değil mi?"
"Hayır, yapmıyorum." Evet. Bunu görebiliyordum. Şey. Beni öldürmek için can atan birinin bir şifacı, bir doktor olduğunu düşünmeyi reddediyordum. Başımı iki yana salladım. "Hançeri birlikte aramak ister misin?" diye sordu Baris daha sonra. "İki kişi bir kişiden daha faydalıdır."
"Teşekkür ederim ama gerek yok." İç çekerek boynuma dokunurken suratım daha da asıldı. "Zaten hançerin girebileceği her yere, her yere baktım. Burada olduğunu zannetmiyordum."
Bunu bir an düşündü. "Sorun değil." dedi yine. Gerçekten de değilmiş gibi konuşuyordu. "Hadi, gidelim buradan."
Benimde öyle düşündüğümü söylemek için ağzımı açmıştım ki, bir ses araya girerek "Aceleniz ne?" dedi. Gözlerimi yumdum çünkü lanet olsun, olmasını istemeyeceğim kadar tanıdıktı bu ses. Başımı öyle hızlı çevirdim ki, kemiklerimden bir çatırtı geldiğini duydum. Boynuma saplanan ağrıyı görmezden gelerek gözlerimi terasa çevirdim. Perdeler iki yana aralandı; Kosey, içeri girdi. Yüzümdeki tüm kan çekildi ve bir an şaşkınlıktan gülünç bir hâlde donakaldım. Terası kontrol etmek hiç aklıma gelmemişti. Kahrolası adam, tüm bu zaman boyunca orada mıydı yani? Baştan beri burada olduğumu biliyor olmalıydı.
Kosey hançeri ararken darmadağınık ettiğim etrafa bakarken Baris gibi kaşlarını çattı. Tepkisi öyle haklıydı ki... Karıştırırken fark etmemiştim ama her yer her yerdeydi.
"Odam..." Sakinleşmeye çalışarak dişlerini birbirine bastırdı. "Bunu sen mi yaptın?"
"Eh. Bunun için hiç de pişman olduğumu söyleyemeyeceğim." Değildim. Asla. Daha cesur, hatta kaba bir sesle konuşacak hâle geldiğimde, "Hançer nerede?" diye sorduğumu duydum.
"Bende aynı şeyi sana soracaktım. Açıkçası Eva, dengesiz güç patlaman yüzünden hançeri kaybetmeme neden olduğun için oldukça kızgınım sana."
Hançer onda değilse, bu iyi haber miydi yoksa kötü haber miydi? Yani, o olmadan beni öldürmeye çalışmazdı, değil mi? Ama nerede olduğu meçhulse...
Kosey'in gözleri beni es geçti. Şimdi doğruca Baris'e bakıyordu. "Bu işi kolay ya da zor yoldan halledebiliriz. Kızın hançeri nereye gönderdiğini söyle bana, bende canınızı yakmaktan vazgeçeyim."
"Seni ciddiye alacağımı mı zannediyorsun?"
"Beni ciddiye almayı uzun zaman önce öğrendiğini zannediyordum."
"Bu kadar kibirli olma. Düşündüğün kadar önemli değilsin."
"Öyle mi?" Kosey tembel bir biçimde, sanki bu oda ona ait değilmiş de ilk defa görüyormuş gibi etrafa bakındı. Sonra tekrar Baris'e baktı. Yüzünde, sevmediğiniz birini rahatsız edecek bir şey söylemeden önceki ifade vardı. "Tekrar burada, her şeyin başladığı yerde olmamız ne hoş değil mi? Bunun biraz manidar olduğunu düşünmeden edemiyorum. Sanırım her şey için küçük sevgilime teşekkür etmeliyiz."
O... Ne dedi az önce?
Ağzımı açtım, muhtemelen okkalı bir küfür etmek için, fakat öyle şaşırmıştım ki sesim çıkmadı bile.
Buna karşın Baris'in gözbebeklerinin büyüdüğünü ve göğsünün şaşkınlıkla şiştiğini gördüm ama bu bir anlık bir tepkiydi. Takip etmekte güçlük çekeceğim bir hızla bedeni sertleşti ve koyu kahverengi irisleri hoşnutsuz bir hisle parladı. "Diline hakim olsan iyi olur, Kosey. Çok ciddiyim."
"Olmazsam ne olur? Beni babama mı şikayet edersin?"
Baris gözlerini devirdi. Tek cevabı buydu. Kosey'de buna karşın tüylerimi diken diken eden bir öfkeyle homurdandı. Daha önce fabrikada olan kavga aklıma gelirken bende bir adım geri çekildim. Kahretsin! Bu iş hiç de planladığım gibi gitmiyordu. Baris'e 'Seni kışkırtmasına izin verme,' demek istiyordum; Onun istediği de zaten bu... Ama herif beni bile kışkırtıyordu...
Bunları Baris'e söylemek için ağzımı açtığımda, biri düşüncelerimi yüksek sesle dile getirerek, "Siz ikiniz ciddi misiniz? Kavga mı edeceksiniz? Hem de burada? Sarayın tam içinde?" dedi. Dönüp şaşkınlıkla gelenin kim olduğuna baktım. Daha önce Firavun Geb'in yanında gördüğüm Vezir Imhotep'di bu. Kapıları ittirerek açtı ve tüm otoritesiyle birlikte odaya girdi. "Ne ayıp, ne ayıp! Efendimiz bunu duysa sana ne der Kosey?"
Kosey, Imhotep'e ürkütücü bir bakış attı. "Hiçbir şey mi?" dediğinde kibri ve öfkesi beni afallatmıştı. Imhotep öfkeyle homurdandı fakat Kosey susmadı; Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak devam etti. "Ben onun oğluyum. O ise hiçbir şey değil. Ayrıca burası benim odam. Burada endişelenmesi gereken biri varsa, onun ben olmadığımdan gayet eminim."
"Küstahlığın bir bedeni olsaydı bu kesinlikle seninki olurdu, çocuk."
Katılıyorum, yüzde yüz.
"Senin yerinde olsaydım düşündüğüm her şeyi söylemezdim," diye karşılık verdi Kosey. "Bir gün benim emrim altında olacaksın. Bunun farkındasın, değil mi?"
Imhotep içeri yürürken Kosey'e uyarı dolu bir bakış attı fakat bu doğru olacak ki, itiraz edecek bir şey de söylemedi. "Gerçekten küstahsın... Ama bundan daha iyisini bilmen gerekir. Gelecekte firavun olacaksan bile şimdi babanın emri altındayım ve şunu söyleyebilirim ki, o da senin akıllı uslu bir çocuk olmanı istiyor... Şimdi, onu hayal kırıklığına uğratmak olmaz, değil mi?" Kimse bir şey demeyince Imhotep sessizliği kırarak emir verdi. "Festivale git. Yanlış hatırlamıyorsam, olman gereken yer tam da orasıydı."
Tanrı'ya binlerce kere şükürler olsun ki, Kosey Imhotep'in dediklerini mantıklı buldu da odadan ayrılmak için dönmekte tereddüt etmedi... Ama ondan önce, tam da yanımda geçerken, sanki aklına birden bir şey gelmiş gibi duruverdi; Yüzünü yüzüme eğerek, "Bak ne diyeceğim? Burayı istediğin kadar arayabilirsin. Umurumda değil. Nasıl olsa aradığını bulamayacaksın." dedi. O an hançerin onda olmadığından kesinkes emin oldum. Ve benimle böyle konuşmaya cüret mi ediyordu! Yüzü yüzümün hemen önündeydi ve Kosey'in çenesine yumruk atmamı ya da gözlerini oyup çıkarmamı engelleyen tek şey Baris'in omzumu tutup beni bir adım geri çekerek yüzümü Kosey'in yüzünün önünden almasıydı. "Yapma." dediğini duydum. Muhtemelen Kosey'in gözlerini oymama bir saniye kaldığını fark etmişti. Şaşırtıcı bir şekilde dokunuşu öfkemi dindirdi - ki ben hayatımın hiçbir evresinde kolay kolay sakinleşen biri olmamıştım.
Yine de öfkem tamamen geçmiş de değildi.
"Baksana Kosey," dedim ve bu hiç hoş olmasa da, kendi ana dilimde konuşarak, "Sikeyim seni." dedim. Kosey'de dilimi ben ve Baris kadar iyi biliyordu. Vezirin bunun ne anlama geldiğini anlaması mümkün değildi zaten. Ettiğim küfür karşısında ilk tepki Baris'indi, boğazından keyifli bir ses yükseldi. Kosey'in şaşırdığını, gözlerinin de kocaman olduğunu gördüm. Öfkeleneceğini düşünmüştüm. Ben böyle bir şey dedikten sonra öfkelenmemesine imkân yoktu ama şaşkınlığını son derece sakin bir sesle örterek, "Ne pis bir ağız." dedi. "Ama zaten en baştan beri kibar bir kadın değildin sen, değil mi?"
"Kibar olmayan başka bir şey daha görmek ister misin?"
El hareketi çektim.
Vezir bunu da anlamazdı.
Bir saniye sonra Kosey'in yüzü öfkeyle sertleşti. Birden üzerime uzandı ve ona hareket çektiğim için havada kalan bileğimi kabaca tuttu. "Cidden şansını zorlamayı seviyorsun... Ama beni kızdırmadan önce iki kez düşün. Oradan bakınca basitçe alay edebileceğin birine mi benziyorum sence?" Ona nefretle baktım. Nefretimi fark ettiyse de umursamadı. İfadesinden anlaşılıyordu, benden en az benim ondan hoşlanmadığım kadar hoşlanmıyordu. Bileğimi parmaklarının arasından çekmeye çalıştım ama Kosey düşündüğümden daha güçlüydü, gitmeme izin vermedi. Tam kasığına tekmeyi geçirmek için dizimi kaldırmak üzereyken - Çünkü bunu kesinlikle hak ediyordu - Baris müthiş bir öfkeyle arkamdan homurdandı. "Onu rahat bırak Kosey." Tehditkâr sesi alçak ve uyarı doluydu. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim ve mideme gergin bir hisle beraber bir sıcaklık yayıldı. Bunun üzerine Kosey, sanki bana dokunduğunu yeni fark etmiş gibi gayet açık bir şekilde tiksinerek, bileğimi bıraktı ve bir adım geri çekilirken gözlerindeki nefreti azaltmadan bakışlarını üvey kardeşine çevirdi. "Demek istediğin başka bir şey var mı, sokak faresi?"
"Bana bir daha sokak faresi dersen seni iyice bir dövecek olmam dışında mı, hayır yok."
Huzursuzca yerimde kıpırdanarak o kadar da ilginç olmamalarına rağmen etraftaki eşyalara bakındım. Bu iyiye gitmiyordu. Araya girse miydim acaba?
Ama buna gerek kalmadı. Neyse ki benden önce Vezir Imhotep, yüzünü boydan boya kaplayan bir somurtmayla, "Git, Kosey." diyerek iki üvey kardeşin arasına girdi. "Cidden şimdi gitmen gerekiyor. Ben bununla ilgileneceğim."
Öfkem yatışmak nedir bilmediği için Kosey gidene kadar arkasından dik dik bakmaya devam ettim. Nihayet defolup gidince, Imhotep Baris'i "Burada ne aradığın hakkında en ufak bir fikrim yok ama kimseye söylemeyeceğim. Bu seferlik. Bir daha böyle bir şey yaptığını görürsem bana başka çare bırakmayacaksın." diye tehdit etti. Sonra da sanki tam orada duruyor olduğumu yeni fark ediyormuş gibi bana baktı ve pahalı, renkli kumaşlarla kaplı kolunu kaldırarak kapının olduğu tarafı işaret etti. "Aynısı senin için de geçerli küçük hanım. Sıradan birinin buraya girmesi kesinlikle yasak. Aslına bakarsan, kendi iyiliğin için hemen ayrılsan hiç fena olmaz."
Beni açıkça kovmuş olmasına rağmen gidip gitmeme konusunda tereddüt ederek hafifçe sallandım. Tam bir düzenbaz olduğu için Kosey'e inanmıyor, odasını biraz daha altüst etmek istiyordum. Baris kararsızlığımın farkında olarak şaşırtıcı derecede sakin bir sesle "Ben onu götürürüm." dediğinde ona baktım.
"Öyle mi?" dedim.
"Eminim geçit törenini görmek hoşuna giderdi."
Aldırmaz bir tavırla omuzlarımı kaldırıp indirdim. İtiraz etmek için ağzımı açmak aptallık olurdu, bu gece olanlardan sonra asla yalnız kalmak istemezken hem de.
Fakat Imhotep, alaycılığını ne ifadesinden ne de sesinden uzak tutmaya çalışarak "Hayır." diye karşılık verdi. İkimizin de dikkatini üzerine çektikten sonra "Sen benimle geliyorsun." diye sürdürdü konuşmasını. Sesindeki emreden tonu fark etmemek için sağır olmam gerekirdi. Tepkisini merak ederek bakışlarımı Baris'e çevirdiğimde başını yana yatırdı, gözlerini merakla kıstı. "Firavun Geb festivalden önce seninle özel olarak konuşmak istiyor. Galiba onun için halletmen gereken bir iş var."
İşte o an Baris'in tepkisi değişti, anlık bir şeydi ama yakalamıştım, başını aşağı yukarı sallarken kaşlarının arasında huzursuz bir çizgi kendini ortaya çıkarmıştı. Bende kaşlarımı kaldırdım çünkü bu, bilmem gereken bir şeymiş gibi geliyordu kulağa.
"Ne oluyor, Baris?" diye sordum.
"Muhtemelen önemsiz bir şeydir." Benden çok kendine diyordu.
Gözlerimi devirdim, bende saftım ya. "Evet. Eminim öyledir. Cidden, ne oluyor?"
"Anlatacağım." Tüylerimi diken diken edecek kadar alçak bir ses tonuyla "Daha sonra, tamam mı?" diye ekledi.
Ateşli gözlerine baktım. Her ne kadar hemen, o an öğrenmek için can atsam da o tatlı ses tonuyla beni ikna etmemesine imkân yoktu. Ayrıca onu gördüğüm günden beri bana karşı dürüst olmuştu, yine olacağını biliyordum. Baris'e olan güvenimin boyutu bütün kuşkularımı yakıp kavururken konuşacak olsam sesim çıkmayacağı için başımı tamam anlamında salladım.
🔸🔸🔸
Baris'in beni bıraktığı yatak odasında bir ileri bir geri yürürken üzerimdeki elbisenin etrafımda süzüldüğünü, saçlarımdaki ve sırtımdaki mücevherlerin birbirlerine çarparak minik bir çanın ötüşünü andıran sesler çıkardığını duyabiliyordum. Aşırı, aşırı gergindim. Öyle hızlı volta atıyordum ki başımın döndüğünü ve ayaklarımdaki sandaletlerin artık aşınmaya başladığını hissedebiliyordum. Dışarıdan gelen şenlik müziğini duymazdan gelmeye çalışırken Baris'i beklemenin ne kadar can sıkıcı bir şey olduğunu fark ettim çünkü hançerin ya da kız kardeşimin nerede olduğunu düşünmem gerekirdi. Oysa şimdi düşünebildiğim tek şey...
Alnımı ovdum;
O'ydu...
Sadece o...
Bu çok sinir bozucu bir şeydi!
Baris gideli saatler olmuştu ve Firavun Geb onunla her ne konuşmak istiyorsa içimden bir ses bana bunun iyi bir şey olmayacağını söylüyordu. Bugün gördüklerimden sonra o adamın Baris'le iyi bir şey konuşacağına olan inancım sıfırdı. Ah keşke, keşke beni de yanında götürseydi ama ona onunla gelmek istediğimi söylediğimde buna gerek olmadığını söyleyerek beni bu odaya getirmiş ve o gelene kadar beklememi söylemişti. Bende onu bekliyor, düşüncelerimle aklımın kalan son kısmını da kemirip duruyordum. Eh, berbat bir ruh halinde olsam da kimse dediğini yapmadığımı söyleyemezdi, değil mi?
Ayak uçlarımdan saç uçlarıma kadar ürperdim ve tümüyle kendi aptallığıma, kendi şuursuzluğuma karşı hissettiğim şaşkınlıkla dudaklarımın arasından bir nida yükseldi.
Neden onun için endişeleniyordum ki?
Pekâlâ Baris kendini koruyabilirdi ve öyle olmasa bile tanışalı birkaç gün olmuşken onun için endişelenmek de neyin nesiydi? Hepsi şu tavrı yüzünden olmalıydı. O tavır benim de ona karşı aynı şekilde hissetmeme neden oluyordu; Korumacı ve düşkün. Tam olarak değer vermek değilse bile bu, biliyordum ki, bu işin sonunda Baris'in zarar görmesini, incinmesini kesinlikle istemiyordum. Bunun benim yüzümden olduğu gerçeğiyle yaşamaya devam edemezdim. Ne garip! Daha önce Emma dışında kimseye karşı böyle bir sorumluluk hissettiğimi hatırlamıyordum ve geldiğimiz bu noktada kabul edeceğim ki, başta Baris'e ne olduğu umurunda değildi... Ama şimdi onu tanıyordum ve nedeni ben olayım ya da olmayayım, herhangi bir şekilde zarar gördüğünü düşündükçe...
Alnım, bu düşünce bana acı veriyormuş gibi kırıştı. Belki de tüm bu olanlar bir noktada benim hatam olduğu için vicdan azabı hissediyordum? Bilinçaltım saklandığı yerden yüzeye çıkarak, alaycı bir sesle, 'Kimi kandırıyorsun?' dedi ve onu susturmadan önce gerçeğin farkına vardım; Dünya başıma yıkıldı sanki. Aman Tanrım. Ona... Baris'e... Değer veriyordum ben. Ve biz daha arkadaş bile değildik. Tanıdık bile olduğumuzu zannetmiyordum! Bu düşünceyle zonklayan şakağımı kolonlardan birinin serin yüzeyine yaslarken gözlerimi yumdum. "Kahretsin!" diye çıkıştım kendi kendime. Öfkeliydim. Şaşkındım. Yorgundum. Ve daha anlamadığım bir sürü yığınla şey hissediyordum.
Bir iç çekişle göğüs kafesim şişerken kimse onu duymadan önce fısıltım gecenin sessizliğinde kayıplara karıştı.
"Bu hiç iyi değil."
Hem de hiç...