"Lütfen benimle gel. Üzerindeki o paçavrayla festivale katılmak zorunda değilsin."
Beni götüren yaşlı nedimenin söyledikleri hâlâ kulağımdaydı.
Hizmetçiler akşamki bayramdan önce saçlarımı temizleyip taramışlar ve bana o döneme ait olduğu her halinden belli olan beyaz, pamuklu bir elbise giydirmişlerdi. Kartal kanadının katmanlarına benzeyen yapısı yüzünden elbise öyle hafif, öyle inceydi ki üzerimdeki varlığını hissetmekte zorlanıyordum. Ama şıktı; Olduğundan daha ince gösterdiği belimden mavi taşlarla örtülü ince bir kemer sarkıyordu. Aynı taşlardan saçlarımda ve elbisenin açıkta bıraktığı sırtımda ve omuzlarımda da vardı. Etraftan süzülen meşalelerin ışığının etkisiyle mücevherler tenimle bir bütün olmuş, bedenimi küçük, göz alıcı ışıklarla kaplamıştı. Ben hareket ettikçe kumaş üzerimden süzüyor gibi duruyordu. Hırsızlık yapmak için şık bir elbiseydi bu; Fazla şık.
Parlak, yeşil gözlerim aynada kısılırken sıradan birinden çok bir prensese benzediğimi düşündüm.
Şimdi, parmaklarımın arasında duran üzüm şarabıyla dolu kadehle birlikte etrafta dans eden, gülüşen insanları seyrederken de aynı şeyi düşünüyordum. Açlıktan ölmemek için karnımı rostolu kaz etiyle, soğuk şerbetle ve hurmayla tıka basa doyurduktan sonra bir kadeh şarap için yeterince yerim olup olmadığından emin değildim ama sonunda içimdeki her şeyi çıkaracak bile olsam bu şarap kesinlikle enfesti. Kulağıma yüz kadar müzikçinin arplarından, lirlerinden ve davullarından yayılan müzik geliyordu. Sol tarafımda ise Mısırın en güzel seslerinden birine sahip bir kadın şarkı söylüyordu. Şaraptan bir yudum alırken gözlerimi kapatıp hem dilimdeki lezzet şöleninin hem de müziğin tadını çıkardım. Gözlerimi açarken tam bir Mısırlıya benzediğimi düşündüm. Üzerimdeki elbise bir yana, nedimeler göz kapaklarımın üzerine gözlerimi çekik gösteren bir çift yeşil boya çekmişlerdi. Bu yüzden gözlerimin rengi Nil nehrinin o yoğun yeşilini andırıyordu ve ne olduğu hakkında hiçbir fikrimin olmadığı güzel bir kokuyu da boynuma sürmüşlerdi.
Firavuna ait olan tören alayının geldiğini fark ettiğimde etrafta Baris'i aramaya başladım. Yanından geçerken yırtık pırtık keten bir elbise giymiş olan kadınlardan biri ve çocuğu bana hayranlıkla baktı. Muhtemelen meşaleler yüzündendi. Işık, lapuz lizuliden yapılma taşların saçlarımda ve tenimde parıldamasına neden oluyordu. Kadın ve çocuğuna acımadan edemedim. Böyle neşeli bir günde bile sıradan halkın fakirler ve zenginler diye ayrıldığını fark etmiştim. Nedimelerden duyduğum kadarıyla bu sene şehirde yoğun bir kuraklık vardı. İçlerinden biri pazarda satılan insan etlerinden bahsettiği anda onları dinlemeyi bırakmıştım.
Uyum sağla, Eva.
Kendime bunu sürekli hatırlatmam gerekecekti.
Firavunun maiyeti, tören alayı karşısında onun adına kadeh kaldırıp içkileri kafalarına dikerken "Tanrım, bu adamlar içmesini biliyorlar." diyerek şarap kadehini dudaklarıma götürdüm.
"Değil mi?"
Bunu diyen on iki eyaletin valisinin çocuğu olan Nakia isimli bir kadındı. Kadının boynunda gerdanlık, bileklerinde ise mavi - kırmızı boncuklardan oluşan bilezikler vardı. Sadece hareketlerinden bile ne kadar kibirli biri olduğu belli oluyordu. Muhtemelen valinin kızı olduğu içindir. Ama ilgim onda değildi. Gözlerim kalabalığı taradı ve bir süre sonra Baris'i bulduğunda biraz doğruldum. "Ona mı bakıyorsun? Şansa ihtiyacın olacak. Dikkatini çekmek imkânsızdır."
İşte o zaman, Nakia'ya baktım. "Affedersin?"
"Sadece iyi dileklerimi sunuyordum." Yüzündeki ifade hiç de öyle demiyordu ama. Eğlendiği belliydi. O sırada köle - hizmetçilerden biri Nakia'nın yanına geldi ve kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Her ne dediyse, Nakia korkutucu bir öfkeyle homurdandı. Korkan köle kız ise geri çekilmek isterken sendeleyip onun omzuna çarptı. Basit bir çarpma olsa da Nakia sinirden kıpkırmızı kesilerek kendinden daha ufak tefek, çelimsiz olan kıza bir tokat savurdu. Zavallı kız, dengesini kaybederek kalçasının üzerine düştü. "Seni beceriksiz. Sizden istediğim tek bir şeyi bile yapamıyor musunuz?" Köle kız, en fazla on altı yaşında görünüyordu. Alnını pis zemine dayayarak özür dilemeye başladığında midemin bulandığını hissederek şarap kadehini tepsilerden birine bıraktım.
"Kes zırlamayı," dedi Nakia sabırsızca homurdanarak. Bende "Hey, hey!" diyerek aralarına girdim, yoksa ona bir de tekme atacaktı. İçgüdüsel olarak ilk yaptığım şey zavallı kızcağıza endişeyle bakmak oldu ama o yırtık pırtık elbiselerinin içinde titrediğini görmek iyi değildi. Çok korkmuş görünüyordu. Öte yandan bu muameleye alışkın olduğu da belliydi. Vücudunda yer yer darbe ve yara izleri olduğunu fark edebiliyordum. Dönüp bu manzaranın sahibi olan kadına onu öldürecek gibi baktım. "Sence de bu biraz fazla olmadı mı?"
Nakia, şaşkın şaşkın "Ne dedin sen?" dedi.
"Ona vurmana ne gerek vardı? Bu bir kazaydı."
"Buralarda yenisin anlaşılan. Buna terbiye vermek denir. Benim hizmetimde olan herkesin işini düzgün yapmasına ihtiyacım var." diyerek çenesini kaldırdı. Sakin kalmaya çalışsa da kölesi ile arasına girdiğim için hafif bir öfke gözlerinde kol geziyordu.
Bu kadını hiç sevmedim - kişisel bir şey.
"Ah, Tanrım..." diyerek zonklayan şakaklarımı ovdum. "Sadece ona vurmayı kes, tamam mı? Yoksa sana bir tane patlatacağım."
Ama kadın susmak nedir bilmiyordu.
"Hangi cesaretle benimle böyle konuşursun? Benim kim olduğumu biliyor musun?"
"Zavallı birine vurmayı kesmezse benden bir tokat yiyecek olan kadın mısın? Kesinlikle kim olduğunu biliyorum, Nakia."
Beni kızdırmak için kişisel alanımı bile bile işkâl ederek yüzünü yüzüme eğdi. Alkol ve tatlı kokan nefesi çeneme vururken ciddi bir sesle "O böcek bana ait." diyerek etrafında döndü. Sonra - sabrımın sınırlarını bir kere daha zorlayarak - zavallı kıza bir tokat daha attı. Bu sefer daha sert vurmuştu. Çıkan ses, kızı hiç tanımıyor olmama rağmen yüreğimi sızlattı. Yani bunu yapmamın tek sebebi onun bunu hak etmiş, benim de yapmayı istemiş olmamdı. Bir adım öne çıktım. Elimi kaldırdım ve kolunu tutup onu kendime çevirdikten sonra tüm kuvvetimle bende Nakia'ya bir tokat attım.
Çabuk öfkelenen bir kadın olmama rağmen daha önce kimseye tokat attığımı hatırlamıyordum.
Başı şiddetle yana savrulan Nakia'nın yanağının kızardığını, teninde parmaklarımın izinin çıktığını görebiliyordum. Benim de parmaklarım sızlıyordu. Nakia sanki bunun olduğuna inanamıyormuş gibi vurduğum yanağına parmak uçlarıyla dokunarak, kocaman - ürkmüş gözlerle bana baktı. Köle kızdan bile bir şaşkınlık nidası yükseldi. Umursamaz bir tavırla "Eee? Nasıl hissettiriyormuş bakalım?" derken karıncalanan parmak uçlarımı elbisemin eteğine sürttüm. Nakia bana hâlâ şaşkınlıkla bakıyor, hiçbir şey demiyordu. Kimse şimdiye kadar ona tokat atmamış olmalıydı. Şiddeti onayladığımdan falan değil ama biri bunu yapmış olsaydı belki de insanların canını böyle yakmadan önce iki kez düşünürdü.
Nakia sonunda ne olduğunu algılayıp "Seni küçük küstah!" diyerek üzerime atıldığında ona karşılık vermek için hazırdım. Tanrım. İyi bir kavga ihtiyacım olan her şey olabilirdi ama biz birbirimize ulaşmadan önce bir kol belime dolanarak bedenimi çekip bana engel oldu. Beni tutan adam önümü tıkıyordu ve tanıdık bir kokusu vardı. "Bu hiç hoş bir tavır değil." dedi kulağıma.
"Baris, gelmişsin!"
"Kahretsin, Eva. Senin derdin ne? Seni sadece birkaç saat yalnız bıraktım." Buna - bana inanamıyormuş gibi gözlerini kapattı. "Başını belaya sokmakta üstüne yok."
Üzgün olduğumu söyleyebilirdim ama bu yalan olurdu, Nakia'ya tokat attığım için pişman değildim ki.
Baris, Nakia'ya son derece umursamaz bir tavırla baktı. Kadın küçük, kızgın bir bebek gibi görünüyordu. "Git."
"Ne? Hayır! Sakın bu işe karışmayın deme. Getirdiğin bu... Bu sokak yosması bana vurdu!"
"Ne dedin bana sen?" diye soludum araya girerek. "Yine tokat mı yemek istiyorsun?"
"Git, Nakia. Üçüncü defa söylemeyeceğim." Baris son cümleyi öyle yoğun ve emredici bir baskıyla söylemişti ki... Nakia beni dövmeden gitmek istemese de belli ki Baris ondan daha üstün bir pozisyondaydı. Hiç istemese de silkelendi ve kendine gelmeye çalışarak omuzlarını dikleştirdi. Öfkeden titriyordu ve esmer olmasına rağmen tokat attığım sol yanağının kızardığı belli oluyordu. Bunu görmek beni tatmin etmemeliydi, bu yanlıştı ama hislerime engel olmam da mümkün değildi. Bir memnuniyet dalgası dudağımın titremesine neden olunca Nakia bana ölümcül bir bakış attı. Ardından gitmek için döndü. Köle kız, kadını takip etmeye karar vermeden önce bana baktı. Kocaman, koyu gözlerinde minnetle karışık bir korku, dahası derin bir şaşkınlık vardı. Sanki teşekkür etmekten çok yalvarıyormuş gibi önümde hafifçe eğildi. Ne garip bir teşekkür, diye geçirdim içinden. Muhtemelen daha önce kimse onu korumadığı içindir. Ne üzücü.
Köle kız, hanımını takip etmek için yanımızdan ayrılınca Baris ile arama uğursuz bir sessizlik çöktü.
Kahretsin.
Niye bir şey demiyordu?
Ama dudaklarını araladığında sorduğu şey...
"Neden ona tokat attın, Eva?"
İlk dediği şeyin bu olması beni hiç şaşırtmamıştı. Nakia'ya tokat attığım için sızlayan elimi elbisemin eteğine sürterken umursamaz bir tavırla "O kız iyi bir dayağı hak ediyordu." desem de böyle bir durumda yakalanmış olmak beni topuklarıma kadar huzursuz ediyordu.
"Evet. Onu tanıyorum, eminim hak etmiştir."
"Her zaman... Böyle midir?"
"Elçinin kızı olmak onu biraz şımartıyor." Dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrıldı, garip ama onun neredeyse şakacı bir tarafı varmış gibi hissediyordum. "Seni daha önce hiç o kadar öfkeli görmemiştim. Ne yaptı?"
"O zavallı köleye tokat attı. Bende nasıl bir şey olduğunu anlasın diye ona tokat attım ama bence bundan pek hoşlanmadı."
Şey...
Böyle deyince kulağa o kadar da mantıklı gelmiyordu.
Dilimin ucunu ısırarak yüzümü buruşturdum.
Baris bir süre yüzüme baktı, yine azar yiyecek gibi hissediyordum ama sadece başını salladı ve sakin bir sesle, "Hazır mısın?" diye sordu.
Birdenbire planımızı hatırlayıverdim. Gülünç bir şekilde o ana kadar ne için orada olduğumu unutmuştum. "Ah, bir de soruyor musun? Heyecandan yerimde duramıyorum neredeyse!" diyerek parmaklarımı ovuşturdum.
Kemerimin taşlarından tutarak beni yakınına çektiğinde bir an için tek görebildiğim yüzü ve gözleriydi. Ondan nazik bir gülümseme geldiğinde bu samimi, neredeyse dostça jestine karşılık yüzüne aval aval bakmaktan başka ne yapacağımı bilmiyordum. "Fazla heyecanlanma. Bu, sandığın kadar kolay olmayacak."