?9.BÖLÜM: ZAMAN DÖNGÜSÜ

4366 Words
Birkaç gün önce, sokak pazarında, Gojo'dan kolyeyi çalıp kaçtığımda karşıma çıkan adamdı bu. O zaman da garip olduğunu düşünmüştüm ve en az onun kadar garip olan falcı, bana adının 'Kosey' olduğunu söylemişti. Eski Mısır dilinde aslan demekti. Bunu da söylemişti. Bende adının anlamına uygun bir şekilde onu bir dağ aslanına benzetmiştim. Ama burada ne aradığına dair bir fikrim yoktu ve içimden bir ses olsa da bilmek istemeyeceğimi söylüyordu. Böyle düşünmemin sebebi, sanırım, boynumdaki eliydi. Bir de elmacık kemiğimin sınırlarında gezinen hançerin kavisli, keskin ucu... Bir an sonra kendimi Kosey'e dehşetle ve endişeyle bakarken buldum. O da altın sarısı kıvılcımların uçuştuğu bakışlarını gözbebeklerime sabitlemişti. Yüzü ay ışığının altında solgun görünüyordu. Buna rağmen hatlarının ne kadar biçimli olduğunu fark edebiliyordum. Oldukça yumuşak görünen dalgalı, koyu saçlarıyla birleşince bu güzel bir uyum oluşturuyordu. Kesinlikle çok yakışıklıydı. Bunu ona verecektim ama sadece bir an çünkü hissettiğim tek şey bana bıçak çektiği için o güzel yüzünü parçalamak istediğimdi! Oh, bunu denemek için nasıl kadar da can atıyordum. Sadece bir fırsatını yakalamam gerekecekti. Eğer hançeri yüzüme bu kadar yakın gezdirmeseydi, kendimi savunmak için can atan ellerimi olduğu yerde tutmak için büyük bir mücadele vermem gerekmeyecekti. Bir kere daha, aptalca bir kahramanlık yapmaya kalkma sakın, diye hatırlattım kendi kendime. Aksi halde Helen'in yüzünde bu geceden bir hatıra kalma olasılığı yumurtadan tavuk çıkma olasılığından daha fazlaydı. "Pekâlâ. Bu biraz beklenmedik oldu, kabul edeceğim." Esen meltemle birlikte sesim hem boğuk hem de alçaktı. Yüzüme doğrultulmuş bir hançer yokmuş gibi konuşmak tahmin ettiğimden daha zordu. Olabildiği kadar sakin bir biçimde, "Eh, seninle karşılaşmayı beklediğimi söyleyemem." diyerek devam ettim. "Kosey'di, değil mi?" "Evet." dedi. "İsmim bu." Demek gerçekten oydu. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, bir an yine bayılacağımı sandım. "Sen... Sen​ burada ne arıyorsun?" Zarif bir tavırla "Senin için buradayım." dedi. Sesi tam da hatırladığım gibiydi; Yumuşak ve sofistike. Tenimi ürpertiyordu ve bir şekilde ondan aşağı olduğumu düşünüyormuş gibiydi. Tıpkı o zaman olduğu gibi, yine beni deli etti. Bu konuda küstahça bir şey söyleyip onu kışkırtmamak için dilimi ısırmak zorunda kaldım. "Benim için mi? Bu da ne demek oluyor? Seni tanıyor muyum?" "Zannetmiyorum, Helen. Helen'di, değil mi?" Helen'in adını eylemlerine uyumayacak bir kibarlıkla telaffuz etmişti. İçimden 'Helen​ olduğumu sanıyor!' diye geçirdim. Yani 'Senin için buradayım.' derken beni kast etmiyordu. Bu iyi mi kötü mü emin olamazken, onu taklit ederek "Evet, ismim bu." dedim ve elimi kaldırıp dokunmadan hançeri işaret ettim. "Bununla ne yapmayı planlıyorsun? Beni öldürmeyi mi?" "Kişisel bir şey değil, anlıyor musun?" diyerek hançerin ucunu tenimi kesmeyecek şekilde bastırdı. Canım yanmasa da omurgamdan aşağı bir ürperti süründü. Yanağıma ne olduğunu anlayamayacağım bir şeyler çizdi. Metalin soğukluğunun yanağıma yayıldığını hissedebiliyordum. Sırtım, sanki mümkünmüş gibi duvara iyice yaslandı. "Sadece senin kötü talihsizliğin." Oh, hayır... Bu iyi olamaz. Beni gerçekten öldürecek miydi? İşimi şansa ya da onun merhametine bırakmak istemiyordum çünkü belli ki ikisi de yoktu. Bir çözüm yolu ararken stresten ve heyecandan parmak uçlarım karıncalandı. Kosey'i elimden geldiği kadar oyalamaya çalışmak en iyisiydi galiba. Şimdilik biraz zaman kazanmalıydım. Ne de olsa bu hançerin Helen'in güzel yüzüne biraz daha yaklaşmasını iple çekmiyordum. Ya da Truva Atı'nın içindeki askerler ortaya çıktığında burada olmayı... Tanrım, birazdan burası cehenneme dönecekti ve ben bu psikopat herif yüzünden hiçbir yere gidemiyordum. Bir umutla debelendiğimde Kosey dilini damağına vurdu ve beni duvara iyice sabitleyerek kaçmama müsaade etmeyeceğini bana gösterdi. Elimi omzuna koyup onu ittirmeye çalıştım fakat sonuç alamadım. Tamam. Sabrım kalmamıştı. "Yüzüme bir bak. Sence neden söz ettiğini anlıyormuşum gibi mi görünüyorum?" "Şimdi," diye cevap verdi o da. Ben çatık kaşlarla ona dik dik bakarken, o da bana ödünsüz ve şiddetli bir ifadeyle bakıyordu. "Şu durumla ilgili bir şeyi açığa kavuşturalım. Yaşamak istiyorsan Helen, bir daha asla o ses tonunu kullanma." Neredeyse kahkaha atacaktım. Dalga geçiyordu herhalde? Öyle ya da böyle, beni zaten öldürmeyecek miydi? "Git başımdan, seni böcek!" diye bağırarak tüm kuvvetimle omzuna ve elimin ulaştığı her yere vurdum. Sinir bozucu ses tonum yüzünden ya da ona böcek dediğim için olsa gerek, Kosey'in gözlerinde kendimi tehlikede hissetmeme neden olan bir ifade parladı. Sonra birden sakinleşti ve ben yumruğumu göğsünün tam ortasına vururken bana soğuk bir şekilde gülümsedi. Hançeri tenime biraz daha ittirdiğinde ve kaldırdığında, başım hızla geriye düşmüştü. Ona saldıran ellerimi geri indirdim çünkü kahretsin, boynum olduğu gibi açığa çıkmıştı! Tek istediğim, şu garip hançeri yüzümden uzaklaştırmasıydı. Mümkünse ellerini de.​ Ama çok kendinden emin ve kontrollü görünüyordu. Bunu yapmayacağından emindim. "Yapma!" dedim yine de. "Neden beni durdurmaya çalışmıyorsun?" diyerek kışkırttı beni. Aptalın önde gideni olduğumu sanıyordu herhalde. Boynumu hedef alan bir hançer varken ne diye ona saldıracaktım ki? Helen'e ait olsa bile bu yüze yapılacak her şeyi hissedecektim. Meydan okumasını yok sayarak, katıksız bir öfke duygusuyla, "Kimsin sen?" diye soludum. Ne hissettiğimi çok net gösteren bir şekilde konuşuyordum. Tembel bakışlarıma rağmen Kosey mutlaka anlamış olmalıydı; Senden tiksiniyorum. "Buraya nasıl geldin? Ve Tanrı aşkına, burada ne oluyor? Beni öldüreceksen hiç değilse bana bilmek istediklerimi söyle!" "İyi denemeydi." Kosey hançerin burnunu çenemin ucuna iki kere vurduğunda kendimi yine büyük biri tarafından alay edilen küçük bir çocukmuş gibi hissettim. Gülümsüyordu. Yine de sesinde neşeden eser yoktu. "Keşke oturup seninle sohbet edecek zamanım olsaydı. Sen pek korkak bir ufaklık değilsin, öyle değil mi?" Oyalama işinin Kosey üzerinde hiçbir şekilde işe yaramadığını anlayınca boğazımdan bir sızlanma kaçtı. Sonra Kosey hançeri çenemin altından çekti ve ben bunu yapmasını gerçekten beklemiyordum. Göz ucuyla bile olsa bunun acayip bir hançer olduğunu fark ettim. El yapımı olduğu her halinden belliydi. Katran karası kabzasına işlenmiş kırmızı mücevherler gökyüzündeki yıldızlar gibi parlıyordu ve bıçak kısmına yılankavi işlemeler ile hafif bir kavis verilmişti. Hayatım boyunca gördüğüm en korkunç şey olabilirdi çünkü başka hiçbir silah bunun kadar zarar vermek için yapılmış olamazdı. Kosey hançeri görüş hizamdan aşağı kaydırdığında içim saf bir korku hissiyle doldu. Düşündüğüm şeyi yapmayacaktı herhalde? Kaçmaya yeltendim ama sırtım duvardan sadece birkaç santim için ayrılabildi. Kosey elini göğsümün üzerine bastırdığında sert bir şekilde duvara geri yapışmıştım. Lanet olsun! Omuzlarımı oynatarak "Hayır!" diye bağırdım fakat beni dinlemiyordu bile. Hançeri dikkatlice aşağı indirdi; Boynumdan, sol köprücük kemiğime ve oranın biraz altına... Durduğu zaman sivri uç tenimin altında küt küt atan organın üzerinde kalmıştı. Hareket etmeyi bırakın, nefes almaya bile cüret edemedim. Kalbim çarptıkça tenim de hançerin ucuna değip duruyordu. Sonra kızılca kıyamet koptu! Önce büyük bir gürültü duydum. Kulaklarıma insanların çığlıkları gelmeye başladığında tam olarak ne olduğunu biliyordum. O yüzden bakmadım ama Kosey hızla başını yana çevirdi ve omzunun üzerinden şehir meydanına bakarken ifadesi titredi. Gözlerinden hafif bir şaşkınlık geçtiğinde Truva Atı'nın hikayesini bilmediğinden emin oldum. Önce Truva Atı'na, sonra da tekrar bana baktı. Uğuldayan kulaklarıma rağmen "Gerçekten şansızsın." dediğini duydum. "Görünüşe göre çığlık atmak artık seni kurtarmayacak." Bacak arasına tekme atmayı düşündüm çünkü bunu kesinlikle hak ediyordu ama bunu yapamayacağım kadar bana yakın da duruyordu. Durmayacaktı, biliyordum. Hançeri parmaklarının arasında döndürdüğünü gördüğümde sıkıntılı çıkan bir sesle "Hayır!" dedim. Artık sesim paniğimi ve öfkemi ele veriyordu. "Hayır, hayır. Bunu yapmana gerek yok. Lütfen." Ama ona baktığımda tek düşündüğüm saldırmaya hazırlanan bir hayvandı. Başını iki yana salladığında ifadesi kendimi zayıf hissetmeme neden oldu. Yapacak bir şey kalmayınca Helen'in güzel yüzü pahasına da olsa kaçmaya çalıştım. Yaralanmayı kesinlikle ölmeye yeğlerdim. Ancak kıpırdadığım anda Kosey elini göğsümün üzerine kaydırdı ve kolunu öyle sertçe bastırdı ki, bunu ne için yaptığını anlayınca ölecek gibi oldum! "Kosey, kes şunu! Seni öldürürüm. Ciddiyim. Bana parmağını bile sürme!" Çığlık attım ama dediği gibi, çığlık atmak tüm bu hengamenin içinde beni kurtarmazdı. Hançerin Helen'in yumuşak tenini ortadan ikiye kestiğini iliklerime kadar hissettim. Bunu hissedince ayaklarımdaki tüm güç çekildi sanki. Göğsümün sol tarafı alev alev yanıyordu. Bir süre sonra boğulmaya, nefes alamamaya başladım. Zihnim 'NEFES AL!' diye haykırdı. Havayı ağzımla yuttuğumda bunun ne kadar berbat bir fikir olduğunu anladım. Dudaklarımdan bir çığlık koparak etraftaki diğer insan çığlıklarına karıştı... 🔸🔸🔸 Acı o kadar kısa sürede gelip geçti ki, doğru düzgün hissedemedim bile. En önemlisi ise yeniden nefes alabiliyor olmamdı. Sendeleyerek geri çekildiğimde etrafımda hiçbir engelle karşılaşmadığım için şaşırdım. Arkamdaki duvar ve boynumdaki eller bir anda yok olmuştu. Ürkmüş bir şekilde kollarımı bedenime sararken, yabancı bir sesle çığlık attım ve ağzım çıktığı kadar "BENDEN UZAK DUR!" diye bağırdım. Parlak bir yeşillik gözlerimi aldığında yüzüm şaşkınlıkla buruştu. Bir tepedeydim. Başımı kaldırdım ve yıldızlardan yoksun, kocaman, gri bulutlarla kaplı gökyüzüne baktım. Gündüz mü olmuştu? Hangi ara, diye devam etti zihnimin bir parçası. Şaşkınlık içinde sağa sola baktım. Şükürler olsun ki, Kosey yoktu. Aslında hiçbir şey yoktu. Belli ki, artık Truva şehrinde değildim. Rüzgârda sallanan yabani otlarla kaplı bir tepenin üzerinde duruyordum. Tepenin alt kısmında gotik bir saray gibi yükselen tarihi bir kilise vardı ve kilisenin birkaç kilometre arkasında da küçük bir kasabanın ana hatları görünüyordu. "Ah," dedim bir kadın sesiyle. Helen'in sesiyle değil, başka bir kadının sesiyle. Boğazıma dokunurken ses tellerimin tenimin altında titrediğini hissedebiliyordum. "Bu kafa karıştırıcı." diye mırıldandım. Çok, çok fazla kafa karıştırıcı. İç çektim. "Ama hâlâ hayattayım, yani o kadar da kötü değil sanırım." Üzerimde safir mavisi renginde güzel bir dönem elbisesi vardı. Kat kat dökülen kumaşın ucundaki kesimler, beyaz iç eteğinin görünmesine neden oluyordu. Bir de kolları olmayan, beyaz, inci düğmeli bir kadın yeleği giyiyordum. Eteği kaldırdığımda tokalı, küçük topuklu ve sivri uçlu babet ayakkabıları fark ettim. Korse de takıyor olmalıydım çünkü sert bir şey belimin etrafını feci halde sıkıyordu. Korseyi elimden geldiği kadar gevşetmeye çalıştım ama başaramadım. Şaşkın bir halde ensemden topuz yapılmış gür, kalın telli saçlarıma dokundum. "Bir başkası mı oldum? Yeniden?" Sonra da homurdanarak kafama küçük tokalarla tutturulmuş olan şapkayı söküp çıkardım. Şapkanın üzerinde kocaman bir deve kuşu tüyü vardı ve gülünç bir şekilde büyüktü. Bileğimde biten fil dişi rengindeki eldivenleri çıkarıp çimlerin üzerine attığımda, sol elimin parmağımdaki yüzük dikkatimi çekti. Helen'in lapuz lazuli yüzüğünün aksine bu yüzük oldukça sadeydi. Bir evlilik yüzüğüydü. Aslında tam olarak alyans sayılmazdı ama Bruch bunu evleneceği kadın için Londra'daki en iyi kuyumcuya yaptırdığından gerçekten de bir tür evlilik yüzüğü takıyordum. Yüzüğün üzerine işlenmiş isimlere bakmadan, "Katherine," diye söyledim. Fakat Katherine'nin zihnini yokladığımda orada sadece tek bir kişi beliriyordu. Charles Murdoch. Pek zengin olmayan, sokakta büyümüş bir çocuktu Charles. Katherine ise asil bir ailenin tek kızıydı ve bu noktada onun zihninin içinde olduğum için net bir şekilde söyleyebilirim ki, zavallı kadının kalbi kırıktı. Charles, Katherine'i altı sene önce bir gemiyle başka bir ülkeye giderek terk etmişti ve o da bu altı yılın sonunda oldukça hayırsever, müreffeh bir beyefendi olan Bruch'la evlenmişti. Bu dramatik ve umurumda bile olmayan aşk hikayesini bir kenara bırakırsak, hiç değilse şimdi Katherine'nin nerede olduğunu biliyordum; İngiltere. İyi tarafından bak Eva, en azından artık tarihi bir savaşın ortasında değilsin, diye hatırlattım kendi kendime. Aslında burası oldukça dingin bir yerdi. Bu da bir şeydi. Kosey'den kurtulduğum için sevinerek ve yapacak daha iyi bir işim olmadığı için orada birilerini bulmayı ümit ederek kiliseye doğru yürümeye karar verdim. Gardırobumdaki en uzun elbise bile dizlerimin üzerinde olduğundan ve ben uzun, kahrolası elbiseler giymeye alışık olmadığımdan istediğim gibi rahat yürüyemiyordum. Duvarlarında sarmaşıkların büyüdüğü kilisenin kapılarını açarken bunun hem Katherine'nin hem de anne ve babasının evlendiği kilise olduğunu fark ettim. "Affedersiniz? Burada kimse var mı?" Sesim kilisenin içinde dalga dalga yankılandı. Banklar ve mihrap, diğer her yer gibi bomboştu. "Burada biri varmış gibi görünmüyor." diye homurdandığımda arkamda gök gürledi ve yağmur sanki biri bir düğmeye basmış gibi bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı. İç çekerek yeşil tepelere ve dağlara baktım. Yağmur sesinin bu kadar rahatsız edici olabileceğini bilmezdim. Kilisenin köşesine yerleştirilmiş, yarısı kırık boy aynasını görünce hemen oraya doğru yürüdüm. Kendime- daha doğrusu, Katherine'e bakmak istiyordum; Katherine, Helen'den daha uzundu. Muhtemelen benim yaşlarımdaydı. Daha olgun hatlara sahip yüzünü çevreleyen saçları o kadar siyahtı ki, teni o kadar beyaz olmamasına rağmen çok solgun görünüyordu. Ve gözleri, aynı Helen'ninkiler gibiydi... Bu gerçekten çok tuhaf, diye geçirdim içimden; Sadece bir tesadüf olmak için fazla tuhaf. Kilisenin kapısının açıldığını duyduğumda ani bir biçimde rahatlayarak geri döndüm. "Bruch?" dedim. Zihnimde bu isim vardı çünkü Katherine'nin kocası baş rahipti. Yani gelenin o olduğundan oldukça emindim. Taa ki siluet cevap vermek yerine bir adım atarak kilisenin kapısından içeri girene kadar. Pencerelerden vuran solgun ışık adamın yüzünün ve uzun boyunun bir yarısını aydınlatıyordu. Bu kötü haberdi çünkü avlanmaya hazırlanan bir hayvan gibi bakan o acayip, sarı gözler dikkatimi çeken ilk şeydi. Başımı iki yana sallayarak yavaş yavaş gerilemeye başladım. Bir sonraki kelimeler ağzımdan nefretle çıktı. "Yine mi sen?" Kosey'di bu. Onun ismiyle birlikte başka bir ses - muhtemelen hayatta kalma içgüdümdü - zihnimde yükseldi: Hareket et! Kaç! Kaç hemen! Bende bu içgüdüye ayak uydurdum. Kilisenin iç kapılarından birinden girerken tek düşündüğüm buradan olabildiğince uzağa gitmekti. Üzerimdeki dar elbise yüzünden bu pek mümkün olmasa da koşarak sıraların arkasından geçtim. Buradan çıkarsam ve şans benden yana olursa belki onu atlatabilirdim. Kilisenin arka odasına geçtiğimde uzun elbise giymeye alışkın olmadığım için basamaktan çıkarken ayakkabımın ucu elbisemin eteğine takıldı. Yere düştüm ve beraberimde birkaç sırayı da devirdim. Yüksek sesle haykırarak her saniye giderek daha da sızlayan omzumu tuttum. Öyle acıyordu ki, galiba Katherine'nin omzunu yerinden çıkarmıştım. Bir sporcu olarak böyle bir durumda bırakın koşmayı, hareket bile etmemem gerektiğini bilsem de burada kalamazdım. Elimi omzuma koydum ve dişlerimi birbirine bastırarak, hissedeceğim acıyı bilerek, kendimi yerden kalkmaya zorladım. Bunu yaparken tekrar yere yığılmamak için tüm irademi kullanmam gerekmişti. Ama durum tamamen kötü sayılmazdı. En azından nereye gitmem gerektiğini biliyordum. Katherine küçükken ailesi onu din dersleri için her pazar buraya gönderirdi. Buralarda bir yerde kilisenin arka bahçesine açılan başka bir kapı olmalıydı. Zaten yeterince incinmiş olan omzumu daha fazla incitmemeye çalışarak arka kapının olduğu kırmızı halılı, duvarlarında şamdanlar ve dini portreler olan koridora koştum. Holden koridora girince yalpalayarak durdum ve ürkmüş bir hayvan gibi hareket ederek etrafa baktım. İşte, oradaydı; Kırmızı, yarım daire şeklinde tasarlanmış, eski bir kapı. Sadece birkaç metre ilerimdeydi. Kapıya vardığım anda vakit kaybetmeden kolu indirdim ve ittirdim... Ama açılmadı... "Ne?" diye fısıldadım elimi kapı kolundan çekmeden kafamı kaldırıp menteşelere bakarak. Gerçekte ne olduğunu anlayınca başım sendeleyerek öne düştü. Alnımı ondan güç almak için kapıya yasladım ve avcumu kaldırıp kapının tahta, oymalı yüzeyine geçirerek hınçla soludum. "Ah, hayır. Hayır, hayır, hayır." Kapı, arkadan kilitliydi! Hissettiğim hayal kırıklığı başımın dönmesine neden olacak kadar yoğundu. "Bu bir şaka olmalı." diye fısıldadım. "Lütfen, lütfen, şaka olsun." Kendime hâkim olamayarak öfkeyle titredim ve kapının kolunu tüm kuvvetimle çekiştirdim. Menteşeler sertçe gıcırdadı ve yine de kapı açılmayınca ufak bir çığlık atarak sağlam olan elimle yumruğumu kapının yüzeyine geçirdim. "Lanet olsun!" Bir de hızımı alamayıp tekme attım. Kapı tekmemle ya da yumruğumla parçalanacak değildi ama hiç değilse öfkemi çıkarıyordum. Şimdi dönüp başka bir yol aramam gerekecekti! Arkamı döndüğümde koridorun diğer tarafından bana doğru yürüyen Kosey'i gördüm. Elbette peşimden gelmişti. Bir şekilde Truva'dakinden daha farklı görünüyordu. Belki de görünüşü yüzündendi çünkü aynı benim gibi dönem kıyafetleri giymişti. Beyaz gömleğinin krem renk düğmeleri göğsünün ortasına kadar açıktı. Omuzlarından pantolonunun kemerine uzanan koyu kayışlar takıyor ve pantolonun cebinden bir cep saatinin altın rengi zinciri sarkıyordu. Acaba hâlâ başka biri olduğumu mu düşünüyordu? Gerçi ona gördüğü kadın olmadığımı söylesem beni rahat bırakacağını hiç zannetmiyordum. Helen'le olanlar yüzünden içgüdülerim bana Kosey'den mümkün olduğunca uzak durmamı söylediği için sırtım arkamdaki kapının yüzeyine yaslanana kadar geriledim. Kosey bana doğru yürürken ellerinden birini yana uzattı ve pencerelerin bir kısmını örten büyük, pileli perdelerden birinin kırmızı bağlama ipini çekip aldı. İpsiz kalan perde kapanarak etrafı daha da loş, ürkütücü bir hâle getirdi. Kosey'in elindeki ipin kalınlığı baş parmağım kadar vardı. Beni bağlayacağını anlayınca gözlerim duvarda asılı olan kılıçlardan birine kaydı. Hiç kılıç kullanmamış olsam da nihayetinde bir silahtı. Aslında ulaşabileceğim tek silahtı. Keşke başka bir seçeneğim olsaydı ama buralarda bir yerlerde bir M-16 olmadığından son derece emindim. Daha önce kimseye ciddi ciddi zarar vermemiştim ve bu düşüncenin midemi bulandırdığını inkâr edemezdim ama beni mecbur bırakırsa yapardım. "Kes şunu!" dedim ona dönerek. Bana kibar bir merakla baktı. "Ne?" "Neyi kast ettiğimi biliyorsun!" Sesimi sertleştirdim. "Kes şunu!" Sonra hızlı bir şekilde kılıcın asılı olduğu tarafa atıldım. Buna bir anda karar vermiştim ve kararımı vermişken bile yapıp yapamayacağımdan emin değildim. Kosey'de benimle aynı anda hareket etti. O benden, daha doğrusu Katherine'den daha çevikti. Alnımı onun göğsüne çarparken dehşetle gerildim ve kılıç ile aramda durduğu için hemen başka bir çözüm yolu bulmaya çalıştım. Gözlerim çizimlerle ve yağmur damlalarıyla kaplı iki metre uzunluğundaki, giyotin pencerelere takıldı. Dışarıda gök gürledi ve rüzgâr uğuldayarak tepedeki ağaçların dallarını sallandırdı. Kosey pencereden atlamayı düşündüğümü fark ederek "Sanki kaçmana izin veririm de." diyerek bileğimi tuttu ve sürükleyerek beni mihrabın olduğu kısma geri götürmeye başladı. Tüm gücümle direndim ama Helen gibi Katherine'de pek egzersiz yapmıyordu. Kendi bedenimi geri istiyordum! Hiç değilse o zaman Kosey'den yakayı kurtardığım anda koşarak kaçabileceğimi bilirdim. Kosey koluyla belimi kavradı ve çığlıklarımı ve yumruklarımı umursamadan ayaklarımı yerden keserek beni kürsülerin önündeki sunağa yatırdı. Beynimin içinde hâlâ mantıklı olan o taraf çığlık attı; Bir şeyler yap! Hemen! Ama aklım durmuş gibiydi. Kosey daha önceki garip hançeri belindeki kından çekip çıkardığında dondum kaldım. Sivri bıçak kısma bakarken 'İşte, şimdi işim bitti!' diye düşündüm. Ölecektim! Yine! Hançeri kaldırdı ve bir an onu yine bana saplayacağını düşünerek "Hayır! Yapma!" diye haykırdım ama o ölümcül darbe asla gerçekleşmedi. Onun yerine hançer kulağımı milimlerle sıyırdı ve yarısına kadar tahtadan yapılma sunağın içine saplandı. Hâlâ nefes aldığımın bilincinde olarak ve bunun için Tanrı'ya şükürler ederek gözlerimi kırpıştırdım. Nefes nefeseydim. Kosey beni bıçaklamadığı için rahatlamıştım ama bunun uzun süre böyle kalmayacağını biliyordum. Kaç ya da savaş, içgüdüm harekete geçti. Sunağın üzerinden atlamaya çalışarak yan döndüğümde Kosey omzumu yakaladı ve bedenimi müthiş bir hızla geri çekerek beni sırt üstü yatırdı. Ellerimi tutup birleştirdiğinde onu durdurmak için yeterince hızlı tepki veremedim. Yanında getirdiği perde ipini kullanarak bileklerimi etrafından bağladı. "Bana bunu neden yapıyorsun?" diye haykırdım. Beni yok sayarak bağlı ellerimi sertçe yukarı çekti ve ipi dua eder gibi ellerini birleştirmiş olan melek heykelinin kanatlarına bağladı. Sonra bana baktı. Kimin patron olduğunu göstermek için bir süre debelenip ellerimi ipten çekmeye çalışmamı izledi. Daha önce incittiğim omzum kendini acı bir şekilde hatırlattığında gözlerimi yumup derin derin nefesler aldım. Acı omzumdan kaburgalarımın altına kadar yayılıyordu. Sanırım Katherine'nin omzunu gerçekten yerinden çıkarmıştım. Gözlerimi yeniden açtığımda Kosey ne olduğunu anlamadığım bir ifadeyle bana bakıyordu. Saçından çıkan bir tutam dalgalar halinde kaşının üzerine düşmüştü. "Çünkü seni keserken hareket etmemen gerekiyor." dediğinde içim buz kesti çünkü daha önceki tecrübemden dediğini yapacağını biliyordum. "Dinle." dedim çok kısık bir sesle. Sesim korku doluydu. "Bunu konuşarak halledemez miyiz?" diyerek ellerimi melek heykelinden, bileğimi yerimden çıkarmak pahasına bile bile olsa çekip kurtarmaya çalıştım. Tüm benliğimi kaplayan korku bir nabız gibi içimde attı. "Belki... Belki anlaşabiliriz?" Kosey ağır hareketlerle gözlerini etrafta gezdirdi ve ben ona öfkeyle bakarken ciddi bir ifadeyle, yavaşça, "Hayır." diyerek yanıt verdi. Lanet herif. "Sana para veririm! Çok para veririm!" Teknik olarak para benim değil, Katherine'nin parasıydı ama lanet olsun, onu kurtarmaya çalıştığım için Katherine bunu sorun etmezdi bence. "Bu çok cazip bir teklif, hanımefendi ama parana ihtiyacım yok. Zaten o kadar da değerli bir şey değil." diye karşılık verdi Kosey, neredeyse duygusuz gözlerle. Etkilenmemişti. Hem de hiç. "Ah, hadi ama, herkesin bir fiyatı vardır." "Benim yok." "Tamam, tamam. Para istemiyorsun. O halde ne istiyorsun?" dedim soluk soluğa. Paniklediğim için onu durdurmaya çalışırken bağırmaya başladım. "Lanet olsun! Sadece bana ne istediğini söyle!" Bunu düşünerek "Hmm," dediğinde içimdeki umutsuzluk hissi geçecek gibi oldu. Yoksa işe yarıyor muydu? Kosey elini melek heykelinin kollarına yaslayarak üzerime eğildi ve ben kehribar gözlerine yayılan tatminkâr ifade yüzünden bir an onu gerçekten ikna ettiğimi sandım. Neredeyse rahatlamış, ellerimin bağlı olduğunu bile unutmuştum. Hatta hafifçe gülümsedim galiba ama sonra Kosey "Biraz kalın kafalısın, değil mi?" dediğinde memnuniyetim geldiği gibi geri gitti. Anlamayarak "Ne?" dedim. "İstediğim şeyi kendim alabilirim. Çok teşekkürler." Hayal kırıklığı bana bir dalga gibi çarptı. Gözlerimi yakaladığında Kosey bunu gördü ve dudakları yırtıcı bir hayvan gibi kıvrıldı. Benimle alay ediyordu! Ama sanırım her şeyden çok sakinliği beni rahatsız ediyordu. Beni öldürmeye çalışırken sanki bunu defalarca kere yapmış gibi davranması, nasıl oluyorsa, beni öldürmeye çalışmasından daha rahatsız ediciydi. Öfkeden gözlerimin yandığını hissediyordum. Kendimi kedi-fare oyununda gibi hissediyordum ve belli ki buradaki fare bendim. Tanrı biliyor ya, fare olmaktan hoşlanmamıştım ama madem beni öyle de böyle de öldürecekti... Ona, "Cehennemin dibine git, lanet herif!" diye bağırarak içimdekini söyledim. "Seni bulacağım, duydun mu beni? Seni bulacağım ve bunu yaptığımda canını fena halde yakacağım!" Kosey beni o kadar ciddiye almadı ki, gözlerini devirerek parmaklarını çenemden aşağı kaydırdı. İlk başta ne yaptığından emin değildim. Kolsuz, beyaz yeleğimin inciden yapılma düğmelerini teker teker açarken kıpırdanarak şaşkın şaşkın soludum. Beni soyuyor muydu? Bu durum daha utanç verici olabilir miydi? Yeleğin yakaları iki yana düştüğünde elbisenin büzgülü, boğazlı kısmı açığa çıktı. Kosey, sanki çok normal bir şey yapıyormuş gibi normal bir sesle "İzninle?" dediğinde irkildim ve o da elbisemin kapalı olan üst yakasını sıkıca tuttu. Parmaklarının tersi boğazıma değiyordu. Elini kenara çektiğinde kumaş gürültülü bir sesle yırtıldı ve tenimin kapalı olan üst tarafı hafifçe ortaya çıktı. Önce serin ve nemli havanın tenimi ürperttiğini hissettim. Göğüslerim hâlâ kapalıydı ama kalbimin attığı üst kısım açıktaydı. Kalbim, diye düşündüm ne yapmaya çalıştığını anlayınca. Helen'e olan şeyin aynısı olacaktı! Bu düşünceyle ellerimi öyle kuvvetli çekiştirdim ki, melek heykelinden taş parçaları kırılıp yere düştü. Kırmızı ip gıcırdadı. Yine de kollarımı oradan kurtaramadım. Hem ip çok sağlandı hem de ellerim çok sıkı bağlanmıştı. "Bir saniye, dur! Bekle! Bekle!" Kosey'in uzun ve solgun parmakları hançerin kabzasını tuttuğunda başımı iki yana sallayarak "Ah, hayır!" dedim. Hançeri sapladığı sunaktan hiç zorlanmadan çekip çıkardığında bir an parmaklarının ne kadar zarif olduğunu fark ettim ve bu çok gülünçtü çünkü bu eller bir manyaktan çok bir sanatçının ellerine benziyordu. Ve birazdan senin sonun olacaklar, diye hatırlattı bir ses. Çığlık atmamı engelleyen tek şey boğazımda yükselen yumruydu. Hançeri kalbimin üzerine yasladığında Kosey'den ciddi ciddi nefret ettiğimi hissediyordum, gözlerimin içine baktığında da... Nefes alışverişlerimi elimde olduğu kadar sabit tutmaya çalışsam da göğsüm yerinde dövündüğü için bu imkânsızdı. Burada öleceğimden​ yüzde yüz emindim ama beklenmedik bir şekilde, kilisenin kapısı bir kere daha açıldı. Sallanan kapılar şiddetle duvara çarptı. Bir adam dehşetle "Katherine!​" dedi. Bu ses bana tanıdık geliyordu. Daha doğrusu Katherine'e tanıdık geliyordu. Katherine'nin evlendiği adamdı bu. Neydi adı? Bruch. Yine de Bruch çok geç kalmıştı. Kosey hançeri tenime geçirip kaydırdığında ne olduğunu görmek istemediğim için başımı hızla yana çevirerek gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Sonra bitti. Her şey sakinleşti. 🔸🔸🔸 Şaşkınlık göğsümün sol tarafını buzlu su gibi yakarken haykırarak gözlerimi açtım. Biri saçlarımı yüzümün etrafından zarif bir dokunuşla çekti ve endişeden titreyen ama anlaşılır bir sesle "Eva!" dedi. "Emma?" dedim şüpheyle karışık bir şaşkınlıkla. "Bu sen misin?" Emma​ yumuşak bir şekilde konuşarak ​ "Evet, benim." diye onayladı. Sesi kulağa çok üzgün geliyordu. "Sen iyi misin?" Üzerime eğildi ve ona bakarken sadece ona özel bir şefkatle ellerimi tuttuğunu hissettim. Bende onun elini sıkıca tuttum. Yeşil gözleri parlaktı ve kahverengi saçlarından iki tutam topuzundan çıkarak yanaklarından düşmüştü. Kakülleriyle birleşince bu saç stili ona şirin bir sima veriyordu. Onu görünce hafifçe gülümsedim. Ne olursa olsun, bu kızın sonsuza kadar yanımda olacağını biliyordum. "Emma," dediğimde Emma dudaklarını birbirine bastırdı. Aman Tanrım. Gerçekten Emma'ydı bu. Kız kardeşim. Benim kız kardeşim. Gözümün önündeydi ve önemli olan da onu görüyor olmamdı. Onu gördüğüm için nasıl da sevinmiştim. Nabzım deli gibi atmaya devam etse de içimdeki korku derin bir rahatlamayla yok oldu. Ama neredeydim ben? Nerede olduğumu anlamaya çalışırken kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda sabahleyin olduğum yerde olduğumu gördüm. Galiba hâlâ piramitteydim. "Ne oluyor?" "Eva, çok hastasın." Yılgın bir sesle "Ah!" diye mırıldandım ve birden rahatladığım için neyi unuttuğum aklıma geldi. "Galiba... Galiba bir şeyler görüyorum." diye devam ettim. Ah, bunun kulağa delice gelmemesinin hiçbir yolu yoktu. Emma "Ne?" dediğinde hafifçe iç çektim. "Görüntüler... Görüyorum, Emma.​ Sanrılar..." Gerçek mi değil mi bir türlü emin olamıyordum. Gerçek gibiydiler. Gerçek olduklarına yemin edebilirdim ama kulağa o kadar delice geliyordu ki, buna inanmak istemiyordum. "Halüsinasyon mu görüyor?" diye sordu Emma Tony'ye. Tony​ ​ise dudaklarında acı bir tebessümle, "Çok ateşi var. Bana kalırsa halüsinasyon görmesinden daha normal bir şey yok." deyip kaygılı bakışlarını yüzümde gezdirdi. "Hemen hastaneye gitmemiz lazım, yoksa korkarım, kriz geçirecek." Ateşim olduğu konusunda haklı olmalıydı çünkü yemin ederim, bedenimin her bir noktası alev alev yanıyordu. Dişlerimin birbirine vurduğunu duyuyordum. Galiba titriyordum da... "Orada ne oldu? Bana onu sapasağlam geri getireceğine dair söz vermiştin. Nasıl oluyor da kardeşim bu halde?" "Bilmiyorum, Emma. Az önce hiçbir şeyi yoktu. Galiba akreplerden biri onu soktu." Emma'nın gözleri 'akrep' kelimesini duyunca kocaman oldu. "Akrep mi?" İfadesi şaşkınlıkla bocaladı. "Burada akrep mi var? Temizlememişler mi?" "Hayır." dedi Tony. Eliyle bir koridorun ötesini işaret ediyordu. O an onun ne kadar yorgun göründüğünü düşündüm. Omuzları hafifçe titriyordu ve alnında ter damlacıkları vardı. Beni tüm yol boyunca taşımış olmalıydı. "İçeride, duvarların içinde bir sürü var. O kısım henüz ziyarete açılmadığı için olsa gerek." Emma bunu duyunca yüksek sesle inledi ve yüzü gülünç bir şekilde kırmızıya dönerken sakinleşmek için burun kemerini sıktı ama ben öfkesinin altında yatan şeyin endişe olduğunu biliyordum. "Aferin size!" diye çıkıştı, tavana bakarak. Derin derin nefesler alırken gömleğinin altındaki bluzunun yakası inip kalkıyordu. "Mısır akreplerinin ne kadar zehirli olduğunu biliyor musun Tony?" "Evet, biliyorum. Eva zehirli olduklarını söyledi zaten. O yüzden bu kadar endişelendim!" "Ama sen bana düşüncesizce bir şey yapmadan önce onu durduracağını söylemiştin." Tony, ​Emma'ya karşı "Bir de sen denesene!" diyerek kendimi savundu. Dudaklarından bana hâlâ ne kadar öfkeli olduğunu belli eden bir hırlama çıktı. Sonra bir sır veriyormuş gibi sesini kısarak, "Tanrı aşkına Emma, kız kardeşin hiç laf dinlemiyor!" dedi. "Şu anda gerçekten çok sinirliyim." "Sence ben mutlu muyum?" Bense buna inanamıyordum. Şaka gibiydi. Ben bu haldeyken bu ikisi cidden iki küçük çocuk gibi kavga ediyordu. Güya burada mantıklı olan onlardı. Susun artık, diye bağırmak istiyordum. Neyse ki buna gerek kalmadan ikisi de bir anda sustu. Başka yönlere bakarak sakinleşmek için birbirlerine biraz zaman verdiler. Bu tahmin ettiğimden daha işe yaradı çünkü konuştukları zaman eskisinden bile daha sakindiler. Tony​ ​çok daha anlayışlı bir şekilde "Ateşi çok fazla. Öyle ya da böyle, bu konuda bir şey yapmamız gerekiyor, biliyorsun." dedi. Emma'nın​ başını salladığını ve sıkıntıyla iç çektiğini gördüm. Gölgeli gözleri benim ve Tony'nin arasında gidip geliyordu. Onu çok iyi tanıdığım için ne yapacağını bilemediğini anladım. Sonra kararını vererek duruşunu dikleştirdi ve kendinden emin bir şekilde başını salladı. "Onu hastaneye götürelim. Arabanı getirebilir misin?" "Evet, elbette." diyen Tony​ geriledi, döndü ve koşarak yanımızdan uzaklaştı. Oysa ben beni bir akrebin sokmadığından oldukça emindim. Bunu söylemek istedim ama bedenim tekrar uyuşmaya başlıyor, görüşümü yine bir karanlık kaplıyordu. Tekrar bayılacaktım. Bunu biliyor ve hissedebiliyordum. Kuruyan boğazımı ıslatmak için yutkunurken o anda kalmak için çabalayarak soluk soluğa homurdandım ama bu imkânsız gibi bir şeydi. Gözlerim tekrar kapanırken, en son Emma'nın beni yatıştıran bir tavırla "Endişelenme Eva. İyi olacaksın. Ben seninle ilgileneceğim, tamam mı?" dediğini duydum. Başımı 'Tamam' dercesine sallarken gözlerimi açmaya çalıştım. Öyle ağırlardı ki yapamadım. Kahretsin! Tekrar bayılmak isteyeceğim en son şeydi, bayıldığım zaman ne olacağını biliyorken hem de. Ben ne tür bir belaya bulaşmıştım böyle?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD