?10.BÖLÜM: GERÇEK ZAMANLAR

4831 Words
Gözlerimi tekrar açtığımda kendimi garip hissediyordum. Garip derken, daha iri yarı demek istiyorum. Pek fazla eşyası olmayan genişçe bir odada, bir masada oturuyordum. Üzerimde de koyu yeşil bir üniforma vardı. Dikkatimi çeken ilk şey masadaki onca ıvır zıvır arasında birkaç bölgesi işaretlenmiş olan bir dünya haritası ile takvim oldu. 26 Kasım 1917. Doğrulup haritaya eğildim çünkü bir gariplik vardı. Modern Dünya haritasının aynısı değildi bu harita. Rus İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve bu da Alman İmparatorluğu. Anlaşılan imparatorluklar henüz düşmemişti ve bende bu tarihi çok iyi biliyordum. Birinci Dünya Savaşı yıllarındaydım. Ve garip hissetmemin nedeni de bir erkek olmamdı; Igor. Ne garip isimdi bu. Sanırım Rusça kökenli olduğu içindi. Garip olan başka bir şey ise göğüslerimin olmamasıydı. Yüzüm seğirdi. Tanrı aşkına, bir erkek olmak zorunda mıydım? Bu çok, çok garipti. O yüzden elimden geldiği kadar bunu düşünmemeye çalıştım ve nasıl göründüğüme bakmak için bir ayna arayarak etrafıma bakındım. Bir ayna olmasa da Igor'un bir resminin ve kocaman dişleri olan bir boz ayı kafasının asıldığı duvar vardı. Igor​otuzlarının ortalarında, mavi gözlü ve sarışın bir adamdı. Kapı birden açılınca yerimden sıçradım ve Rusça konuşarak birkaç lanet savurdum. Sesim öyle kaba saba ve kalındı ki, neredeyse korkutucuydu. "Efendim, girebilir miyim?" dedi benden daha genç görünen sarışın bir adam. Bir subaydı. Kıyafetinden anlamıştım ve adı da Pashenka'ydı. Birden Igor'un, Rus İmparatorluğunun son çarları olan 'Birinci Petra'nın ve Beşinci Ivan'nın' emri altında bir savaş komutanı olduğunu anımsadım. Bu da demek oluyordu ki, Şubat Devri'mi daha gerçekleşmemişti. Şansıma küseyim, diye düşünürken Pashenka konuşmaya devam etti. "Bir an önce dışarı gelmeniz gerekiyor. Sankt Peterburg'dan getirilen yeni birlikle ilgili bir sorun oluştu ve siz..." Burada durup da komutancılık oynayacak değildim. Lafını kestim ve "Neresi burası?" diye sordum. "Bu da ne demek?" Neden sadece soruma cevap vermiyordu ki? Bu çok sinir bozucuydu. Daha sert bir tonla, açıkça emreden bir sesle "Neredeyiz?" diye tekrar ettim. "Şey... Büyük Savaş'tayız, efendim. Siz iyi misiniz?" "Özür dilerim, ne dedin?" diye haykırdım. Başım yeni bir farkındalıkla zonkluyordu. Yani sadece Birinci Dünya Savaşı yıllarında değildim, aynı zamanda savaşın tam ortasındaydım. Bu ne tür bir şanssızlıktı böyle? Pashenka beni umursamadan "Birlik ve koğuş..." diye devam etti. "Sus, sus!" diyerek elimi kaldırdım. Daha fazla komutayla ilgili bir şey duymak istemiyordum. Neyse ki, ondan daha üst bir rütbede olduğum için Pashenka emirlerime uyarak hemen sustu. "Yine oluyor, değil mi? Yine gelecek?" dedim ama artık Pashenka'yla konuşmuyordum. Ah, harika. Şimdi de kendi kendime konuşmaya başlamıştım. Kapıya yöneldiğimde Pashenka hafif bir panikle önümü kesti. Tek kaşımı kaldırarak ona baktığımda ise omuzları titredi. Igor'dan korkuyordu. Bunu görebiliyordum. Gözlerimi devirdim ve onu kenara ittirip "Yolumdan çekil." diyerek koridora çıktım. Ne yazık ki, Kosey'de orada, koridordaydı. Bu son üç karşılaşmamızdan da hızlıydı. Başımı ona çevirdiğimde ona silah doğrultan ve durmasını isteyen bir askerin önüne dikildi. Neredeyse sevinecektim, taa ki Kosey yıldırım hızında hareket ederek askerin kolunu tutup elini duvara çarpmasına ve silahını yere düşürmesine neden olana kadar. Silah ateş alıp duvardaki portreyi delip geçti. Kosey'in yumruğu askerin çenesine indi. Asker tökezleyerek geriledi. Sonra Kosey askerin kafasını tuttu ve çevirip yüzünü duvara öyle bir çarptı ki, adam bir an sonra yarı baygın bir halde yere yığıldı. Şaşkındım çünkü tüm bunlar sadece on saniye içinde olmuştu! On saniye! Vay canına! Sersem bir şekilde Kosey'in askeri bir Rus üniforması giydiğini fark ettim. Üniforması benim üzerimdekine tıpa tıp benziyordu, sadece omuzlarında daha az rozet vardı. Doğruyu söylemem gerekirse kepiyle ve bedenine tam oturan bu koyu yeşil kumaşla birlikte birlikten biriymiş gibi görünüyordu. Oysa onun bir Rus olmadığından çok emindim. Kosey, az önceki hengame yüzünden yamulan kepinin duruşunu düzeltirken beni fark etti ve bende beni fark edince dudaklarının soğuk bir tebessümle kıvrıldığını fark ettim. "İşte, buradasın." dedi. Evet. Buradaydım. Lanet olsun ki buradaydım. Bir şey demek için ağzımı açtım ama o sırada Pashenka odadan çıktı ve ben ne olduğunu anlamadan fişekle çalışan, elle kurmalı bir piyade silahı olan Mosin-Nagant'ın namlusunu Kosey'e doğrulttu. Tek gözünü kısarak nişan aldı. "Orada dur! Yoksa ateş ederim!" Kosey sanki yüzüne doğrultulmuş bir namlu yokmuş gibi konuştu. "Denemek ister misin?" Pashenka denemek istiyor olacak ki, silahını tam yanımda ateşledi. Mermi kulağımın dibinden havayı deldiğinde kulaklarım çınladığı için ellerimle kulaklarımı kapatmak zorunda kaldım. Kosey yana kayarak kurşundan kaçtı ve bu seferki kurşun koridorun sonundaki camı delip parçalara ayırdı. Pashenka art arda ateş etti. Kosey eğildi ve sonra sanki kafes dövüşü yapıyormuş gibi Pashenka'ya saldırdı. Birlikte yere düştüler. Birkaç eşya raflardan devrilip kırıldı. Her şey sakinleştiğinde Kosey dizini Pashenka'nın sırtının ortasına yaslamıştı ve hareket etmesin diye elini başına bastırıyordu. "Eh, bu biraz eğlenceliydi." Pashenka kurtulmak için çırpınınca Kosey'in dudaklarından kibirli, alaycı bir ses çıktı. Pashenka'nın saçlarını tutarak başını geri çekti ve dizini zavallı çocuğun sırtına biraz daha bastırdı. "Hareket etmeye devam edersen omurganı kırarım ve bunu yaptım diye de hiç üzülmem." Sessiz bir çığlıkla Pashenka mücadele etmeyi bıraktı. Tuttuğum nefesimi üfledim. Hazır​ Kosey'in dikkati dağılmışken kaçmayı denesem iyi olacaktı. Yavaş yavaş geri çekilmeye, oradan bir an önce uzaklaşmaya çalıştım. Aynı anda Kosey Pashenka'yla oynamayı bırakarak başını kaldırıp bana baktı. Kaçmaya çalıştığımı hissetmiş gibiydi. Gözlerindeki ifade buz kristalleri gibi soğudu. Sonra zarif bir hareketle Pashenka'yı bırakıp ayağa kalktı ve kıpırdamadan yatan Pashenka'nın üzerinden atlayarak bana doğru yürümeye başladı. Tekrar tamamen bana odaklanmıştı. Ortaya çıkan sessizlik yüzünden sendeleyerek geri döndüm ve kaçmak için koğuş kapılarına açılan arka koridora koştum. Neyse ki Igor bir askerdi. Bedeni herhangi bir erkeğe göre daha sağlıklı ve esnekti ve eskisi kadar olmasa bile yeterince hızlı koşuyordum. Belki koğuş kısmına ulaşırsam bu durumdan kurtulmayı başarabilirdim; Sadece bir umuttu ama bir umuttu işte! O umutla kapıyı açtığımda havayı döven sağanak yağmur ve rüzgâr gözlerimi kısmama neden oldu. Devam etmem gerek, diye düşündüm. Devam etmek zorundaydım. Bu gerçek bir ölüm kalım meselesiydi. Hareket ettim ama bir darbe yüzünden çamurun ve kirin içinde yuvarlanmaya başlamam uzun sürmedi. Çok sert bir şekilde yüz üstü düştüm. Kollarımın üzerinde doğruldum ve tiksinerek ağzımdaki çamuru elimin tersiyle sildim. Kosey'in botları ağır ağır hareket etti ve tam önümde durdu. Beni yakalamıştı. İşim bitmişti. Nefretle dişlerimi gıcırdattım ve geriye kalan cesaretimi topladıktan sonra aynı nefretle ona bakmak için başımı kaldırdım. 🔸🔸🔸 Soluk soluğa gözlerimi açtığımda ve alçak, tahta bir tavana baktığımda sadece onları geri kapamak istiyordum. Çığlık attım ve ayak topuklarımı ve ellerimi yere vurarak sinir krizi geçiren bir çocuk gibi yattığım garip, geleneksel yer yatağında tepindim. "Hayır! Hayır, hayır, hayır! YİNE mi? Bir kere daha mı?" Yaşlı bir hizmetçi üzerime eğildi. "İyi misiniz, küçük hanım?" Tepinmeyi keserek yüzü artık kırışmaya başlamış olan çekik gözlü, hizmetçi kadına baktım. "Değilim." diye itiraf ettim. "Biraz çaya ne dersiniz? Bu her zaman daha iyi hissetmenizi sağlar." Cevap vermemi beklemeden yanındaki çaydanlığa uzanmak için döndü. Bu sefer Çinli bir prenses olmuştum; Tai-yu. Tai-yu, kralın en küçük kızıydı ve kral kızı doğduğu gün Altın Nehir'e yağmur yağdığı için bu ismi vermişti. Ne şansızdı, çünkü ona ne olacağını biliyordum. Kosey, Tai-yu'nun peşinden gelecekti. Hızla yataktan doğrulurken bana endişeyle bakan yaşlı, hizmetçi kadına bir bakış attım. Kadın çini çaydanlığı ayaklı, demir kaidenin üzerine bırakırken ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi bana döndü. Sonra da hafifçe gülümsedi ve üstü çay tabağıyla örtülmüş fincanı bana uzattı. İtiraf edeyim, çay çok güzel kokuyordu. Keşke içecek vaktim olsaydı. Elini nazikçe ittirerek onu reddettim. Buradan hemen çıkmam gerekiyordu. Yataktan kalktım ve elimden geldiği kadar hızlı hareket ederek odanın sürgülü, tahta kapılarını açıp dışarı fırladım. Uzun ve dar koridordan geçerken bir yandan da üzerimdeki işlemeli, pembe kimononun iplerini çözmeye çalışıyordum. Tai-yu kat kat giyindiğinden bu kumaşlar içinde koşmamın imkânı yoktu. Belimdeki ipek kurdele yere düştüğünde iç çektim ve hiç düşünmeden üzerimden çıkan kumaşları tek tek yere attım. Yaşlı hizmetçi adımlarıma ayak uydurmak için koşar adımlarla yanıma yürürken yalvarır gibi parmaklarını birbirine geçirdi ve ağlar gibi bir sesle konuşmaya başladı. "Küçük hanım! Siz delirdiniz mi? Lütfen, hemen giyinin! Toplum içinde öylece soyunamazsınız!" Kadın öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, koridorun iki tarafından uzanan diğer kapılar kayarak açıldı. Birkaç meraklı göz yüzüme dikildiğinde onları görmezden geldim. Üzerimdeki kumaşı sıyırdım. Tenim görününce ve sadece askılı bir gecelik gibi duran uzun, iç etekle kalınca yanımdaki yaşlı kadın elini yüzüne gömerek utançla inledi. "Prenses, lütfen!" dedi. Koridordaki diğer kadınlardan da meraklı fısıltılar yükseldi. Onları umursamadan ucu kıvrımlı, altında deri astar olan, ipek ayakkabıları ayağımdan çıkardım. Bunlarla koşmaya kalkarsam düşüp kalçamı kırardım. Ayakkabıları bir köşeye fırlatırken, Eski Çin dilinde konuşarak Tai-yu'nun hizmetçisine sordum. "Ben bir prenses değil miyim? Benim... Ne bileyim, korumam falan yok mu?" Kadın ellerini yüzünden çekerek bana garip garip baktı ve sonra da kıt akıllı biriyle konuşuyormuş gibi yavaşça söyledi. "Hepsi dışarıda bekliyor." Şaşırdım. "Dışarıda neyi bekliyorlar?" O da şaşkın şaşkın "Unuttunuz mu?" diye fısıldadı. "Yalnız zaman geçirmek istediğinizi söyleyerek hepsini köşkten kovmuştunuz." "Öyle mi yaptım?" diyerek yüzümü sertçe buruşturdum ve homurdandım; "Vay canına... Buna ne diyeceğimi bilmiyorum." Seni kaz kafalı, beş para etmez Tai-yu. Yine de panik yapmanın bana bir faydası yoktu. Sakin olmaya çalışarak elimi havada salladım. "Tamam. Pişman oldum. Şimdi git onları geri getir." "N-ne demek istiyorsunuz? Siz bu haldeyken mi içeri gelsinler? Mümkün değil!" "Tamamen soyunmamı mı tercih ediyorsun? Çünkü yemin ederim, bana uyar." Gözlerimi kısarak ona dik dik baktım. Zavallı kadın, ne demek istediğimi anlayınca dondu kaldı. Elbette kızı tamamen soymayacaktım. Evet, koşmak için askılı bir içlikten daha pratik olurdu ama Tai-yu'ya saygısızlık etmek de olurdu. Böyle konuşuyordum çünkü kadını ikna etmek için zamanım yoktu. "Dinle. Anlamalısın, bunu Tai-yu'nun güvenliği için yapıyorum. O yüzden kaldır kıçını da dediğimi yap! Hemen!" diye bağırdım ve gitmesine izin vermeden önce kolunu tuttum. "Yanlarına silahlarını almalarını da söyle." "Ah, tamam tamam!" Sonra kadın koşarak gözden kayboldu. Benimse aklıma gelen en mantıklı şey 'Savaş ya da kaç!' taktiğiydi ama eğer savaşı seçersem Kosey'den o garip hançeri almayı denemeliydim çünkü lanet herif, beni her seferinde o şeyle öldürüyordu. Aynı şeyi birkaç kez yaşadıktan sonra bunu fark etmek kolay olmuştu. O hançeri ondan alabilirsem ve bir şekilde yok edebilirsem, beni öldürmesine engel olabilirdim. Ama bunu denemek için ona çok, çok fazla yaklaşmam gerekiyordu ve sadece bir teoriyi test etmek için bunu yapmak istemiyordum. Gergin bir şekilde Tai-yu'nun ellerini duvarda gezdirdim. Üç kollu, gümüş şamdanlardan birini alıp elimle tarttım. Birini incitmek için yeterince ağır görünüyordu, bu yüzden şanslıydım. Şimdi yapmam gereken tek şey... Tiksintiyle "O pislik," dedim. Bir parmak arkamdan uzanarak sol omzumu iki kez dürttü. "Buradayım." Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Dondum kaldım ve saniyeler içinde yüzlerce düşünce aklımdan geçerken hareket etmek için irademi zorlayarak etrafımda döndüm. "Ahh!" dedim şaşkın şaşkın. Kahretsin. Ne zamandır oradaydı? "Kıpırdama." dedi sanki karşısında donakalmamışım gibi. Yavaşça hareket ederek çenemi avuçladığında tepki veremedim. "Bir bakalım." diyerek başımı sağa sola çevirdi. Kendimi kurbanlık koyun gibi hissetmeme neden oluyordu. Elimde olmadan titredim ve çenemi elinden sertçe çekerek geriledim. Bu herifin bana ya da Tai'yu'ya dokunmasını istemiyordum. Ona vurmadan önce şamdanın en çok zarar verebilecek kısmını parmaklarımın içinde çevirdim. Hırsız olmanın en iyi faydası, kimse fark etmeden ellerimle istediğim şeyi yapabiliyor olmamdı. Beni almak istiyorsan benimle uğraşmak zorunda kalacaksın, diye geçirdim içimden. Ama işler pek umduğum gibi gitmedi. En son hatırladığım şey ağzıma ve kulaklarıma suların dolması ve boğulmak üzereyken bir çift elin üzerimdeki içliğin yakasını tutarak kafamı suyun içinden çıkarmasıydı. Sudan sıyrıldığım anda taze oksijeni içime çekerken nefes alabiliyor olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu düşündüm. Hıçkırdım ve derin bir iç çektim. Akciğerlerim hasretle yandı. Nefesimi tutmayı tam zamanında başaramadığım için genzime su kaçmıştı. Tai-yu'nun uzun, siyah saçlarını topladığı çubuk şeklindeki toka havuzda düştüğü için şimdi o saçlar başımın gerisinde bir ton ağırlık yapıyordu. Tepedeki güneş gözlerimi kamaştırdığından başımı iki yana salladım. Ne olduğunu da o an anladım; Bahçedeki süs havuzunun içine düşmüştük! Etrafta bir sürü hizmetçi, muhafız ve çocuk dolaşıyordu. Çığlıklar ve haykırışlar duyuyordum. Kosey'i ittirmeye, süs havuzundan çıkmaya çalışamayacak kadar afallamıştım. Bir tanesi beni işaret ederek "Bu prenses! O!" diye bağırdı. Kosey'in gözlerinin derinliklerinde hoşnutsuzluk vardı. Yakamı biraz daha yukarı çekti ve sesinde hafif, agresif bir tonla, "İnsanların bunu görmesi hoş oldu mu şimdi?" diye azarladı beni... Meydan okur bir tavırla ona bakarak, "Durduk yere saldıran sensin!" dedim. Kosey bu inadım karşısında kaşlarını çattı. "Seni pislik herif! Bunu yapıp durman beni hasta ediyor!" Ellerini yakamdan çekmeden bir an düşünerek gözlerini kıstı. Altın rengi gözlerinin içindeki siyah noktaların genişlediğini görebiliyordum ama öfkelenmekten daha çok gıcık olmuş gibiydi. Eh, nedenini anlamak o kadar da zor değildi. Sırılsıklamdı ve su taneleriyle kaplı yüzünü bozan tek şey şamdanla vurduğum şakağından çenesine doğru akan koyu kırmızı sıvıydı. Ona vurmuştum ve ona vurduğumda bundan hiç hoşlanmadığını üzerime atlayıp bedenlerimizle bir camı parçaladığında ve metrelerce düşüp bir süs havuzuna düşmemize neden olduğunda anlamıştım. İkimiz de nefes nefeseydik. İkimizin de bedeni kırılan cam parçalarının yarattığı ince, kırmızı çiziklerle kaplıydı ama kanımın akışı daha da hızlandığı için olsa gerek, acıyı gerektiği kadar hissedemiyordum. Tai-yu'nun ardından​ birkaç kişi daha gördüm. Her biri​ farklı zaman diliminden, farklı dünyalardan ve farklı hayatlardandı; Nazi Kampında Yahudi bir erkek, Fransız Devrimi sırasında soylu bir kadın, ilk buharlı lokomotifte seyahat eden ve yanında fotoğraf makinesi ile merakından başka bir şeyi olmayan, beş parasız bir savaş gazetecisi... 🔸🔸🔸 Hem duygusal hem de fiziksel olarak ölesiye bitkin olmama rağmen yine de kendimi zorladım ve çığlık atarak yattığım yerden doğruldum. Bir çift el kollarımı sertçe tuttuğunda onun yine Kosey olduğunu düşündüm. Yine aynı şeylerin olma düşüncesi yüzünden şiddetle titrerken kurtulmak için kollarımı savurdum. "Hayır! Bırak beni!" Biri beni yatıştırmak ister gibi "Hey! Sakin ol, sakin ol." dedi. Hemen durdum çünkü Emma'nın sesini tanımıştım. Şaşkın şaşkın etrafıma baktım ama nerede olduğumu iyodoform kokusu sayesinde anladım. Bir hastane odasındaydım. "Ah," diyerek başımı yatağa geri yasladım ve konuşmadan önce bir süre tavandaki sönük, beyaz lambalarla baktım. "Ne oldu?" "Daha iyi misin?" diye sordu o da. "Daha iyi günlerim de olmuştu." dedim kuru bir sesle. "Ne oldu?" "Seni hastaneye getirdik." Emma​ sakinleştiğimden emin olduktan sonra parmaklarını üzerimden çekerek krem renk, tekli koltuğa geri çöktü. O iğrenç gömleğini çıkarmıştı. Şimdi de oturduğu koltukla aynı renk olan bluzunun eteklerini, bacaklarını mükemmel bir şekilde saran kot pantolonunun içine sıkıştırmıştı. Yine de bir şekilde avam bir hali vardı. Muhtemelen ifadesi yüzündendi. Çok üzgün ve yorgun görünüyordu. Tony'de oradaydı. Cam kenarındaki ikili koltukta oturuyor ve nöroloji tarihiyle ilgili bir bilim dergisi okuyordu. "Ateşin vardı." dediğinde Emma'ya geri baktım. "Sana çok güçlü bir ateş düşürücü verdiler ama yine de düşmedi. Öyle uzun süredir uyuyorsun ki, çok endişelendim." "Ne kadar uzun süredir?" "Neredeyse tüm bir gün." Tam bir gün uyumuş muydum gerçekten? Ben bunu sindirmeye çalışırken Emma devam etti. "Bir de gözlerin-" O anda Tony​ sohbete dahil olmaya karar verdi. Başını yana eğip yüzüme dikkatle bakarak, "Sapsarı." diye tamamladı. "Ah, hayır!" diyerek yüzümü buruşturdum. Emma bir şey söylemek, beni teselli etmek istiyor gibiydi ama hiçbir şekilde beni bunun bir sorun olmadığına ikna edemezdi. Hele ki az önce gördüklerimden sonra! Bir ayna bulmak istiyordum. Bir aynaya ihtiyacım vardı. O anda içeri genç bir kadın girdi ve herkes sustu. Beyaz önlük giydiği için doktor olduğunu hemen anladım. Kadın yatağımın başına geldi ve bana hafifçe gülümsedi. "Uyanmışsın. Güzel. Ben Tabia. Seninle ilgilenen uzman doktorum, Evala." dedi kendi dilinde konuşarak. Az çok Arapça biliyordum. "Sadece Eva." dedim ve kadını yavaşça süzdüm. Esmerdi ve öyle gençti ki, sormak zorunda hissettim. "Uzman doktor olmak için çok genç değil misin?" "Bunu hoş bir iltifat olarak kabul edeceğim." Raporlara bakarken kıkırdadı ve Arapçam o kadar da iyi olmadığı için iletişimi kolaylaştırmak adına yumuşak, akıcı bir İngilizceyle konuşmaya başladı. "Tamam. Yani, genel olarak konuşursak, hayati fonksiyonların stabil, ki bu harika haber çünkü buraya geldiğinde ateşin bir hayli yüksekti." Söylediği güzel şeylere rağmen raporları kuşkuyla kısılmış gözlerle okuyordu. "Sen​ o ateşten nasıl sağ çıktın? Teknik olarak bakarsak, şu an ya kriz geçiriyor ya da gömülüyor olman gerekirdi. Oysa şimdi..." Raporun sonraki sayfasını çevirirken yüzünde hafif bir şaşkınlık vardı. "Vücudunda tek bir hasar bile yok. Ve bunun nasıl olduğu konusunda tek bir fikrim bile yok. Üstelik bir kere kalbin durmuşken... Ah, tıp çok kafa karıştırıcı bir alan." Kalbim göğüs kafesimin içinde canımı yakacak kadar hızlı bir şekilde atmaya başlamıştı. "Kalbim mi durdu?" dedim korkarak. "Kısa bir süre sonra tekrar atmaya başladı. Bu yüzden endişelenecek bir şey yok. Toparlamak için birkaç gün dinlenirsen bir şeyin kalmayacaktır." Aslında şimdiden daha iyi hissetmeye başlamıştım ama bir sorun daha vardı. Tereddütle​ sordum. "Gözlerim... Gözlerimin böyle olması normal mi?" Tabia, Emma'nın yeşil ve benim sarı olan gözlerime bakarak, yavaşça "Hayır." dedi. İkiz olduğumuz için neden bahsettiğimi anlamış olmalıydı. Kaşlarını çattığında bunun onun için de garip olduğunu anladım. Raporları bir kere daha kontrol etti. "İncelememizi istersen laboratuvara göndermek için korneandan doku örneği alabiliriz. Bunun için yazılı iznin gerekecek ama. Herhangi bir görme sorunu yaşıyor musun?" "Hayır, tamamen normal." Rapordan başını kaldırarak gözlerimin içine samimi bir sıcaklıkla baktı. Anlayışla "Bence iyisin Eva." dedi. Bunu duymak öyle rahatlatıcıydı ki, olan her şeye rağmen gülümsediğimi fark ettim. Sonra Tabia gözlerini üzerimden bir an olsun ayırmayan kardeşime döndü. "Emma'ydı, değil mi?" Emma, "Evet, efendim." dedi saygıyla. "Kardeşin için bir reçete yazacağım. Kullanması gereken birkaç ilaç var. Olur da yine ateşi çıkarsa diye. Benimle gelebilir misin?" Emma ve Tabia yanımdan ayrıldığı anda hastane yatağından fırladım. Perdelerin önünde ufak bir komodin duruyordu. O komodinin üzerinde duran kıyafet yığını dikkatimi çekti. Sporcu eşofmanı ile üzerinde eski, güzel bir müzik grubunun simgesi olan bir tişört vardı. Bunlar benim kıyafetlerimdi. Üzerimde hâlâ sabah giydiğim yeşil elbise vardı ama tozla ve örümcek ağlarıyla kaplı dehlizlerde dolanıp durmaktan kir pas içinde kalmışlardı. Emma'da bu yüzden bana pansiyondan yeni kıyafetler getirmiş olmalıydı. Tony'e baktım. Zaten bana bakıyordu. Ona baktığımı fark edince şefkat dolu bir sesle "Aç mısın?" diye sordu. "Çay ya da biraz kek ister misin?" Kafamı hayır anlamında salladım. Tereddüt ettim ama birilerine söylemem gerekiyordu, değil mi? "Hayaller gördüm." dediğimde Tony'nin kaşları merakla yukarı kalktı. Tepkisi yüzünden yüzümü buruşturdum. Belki de gerçekten deliriyordum? "Bunu... Bunu nasıl tarif edeceğimden emin değilim. Rüya görmek gibiydi ama gerçek gibiydi. Sanki... Sanki o kişi gerçekten bendim." "Şaka mı bu?" Ah, keşke öyle olsaydı. O zaman her şey çok daha kolay olurdu. Ama şimdi hiç olmadığım kadar ciddiydim. Onu ikna etmenin bir yolu mutlaka olmalıydı. Şanslıydım çünkü komodinin üzerinde bir not defteri ile dolma kalem duruyordu. Onları aldım ve hızlı bir şekilde bir şeyler karaladım. Sonra da not defterini havada Tony'ye doğru kaldırdım. "Hayır. Bak. Bu Eski Mısır dili, bu eski Latince... Rusça, Çince, ve diğer diller... Nasıl diye sorma ama tüm bu dilleri anlayıp yazabiliyorum." Sesim soluğum kesildi. Gördüğüm sanrıları hatırladım birden. Başımı iki yana sallayarak "Evet. Bu gerçekten oldu." dedim kendi kendime... Tony ​kaşlarını çatmış, bana şüpheyle bakıyordu. Sonsuz gibi gelen bir sürenin ardından dudağının kenarı seğirdi. Gülümsemesini bastırmaya çalışıyordu. "Evet. Çok komik Eva." "Ban​a hiç inancın yok mu senin?" diyerek not defterini ona fırlattım. Defter göğsüne çarpıp yere düştü. Yüzünde tek bir ifade oynatmadan "Buna kimse inanmaz." dedi. İtiraz edebilirdim ama yapmak istemedim çünkü yemin ederim, kulağa ne kadar delice geldiğinin farkındaydım. Birden tüm bu dilleri anlamaya başlamak, yapabiliyor olmama rağmen, bana bile mantıklı gelmiyordu. Ya deliriyordum ya da bunlar gerçekten oluyordu? Kalbim kaburgamı delip geçecek gibi atarken içim müthiş bir sıkıntıyla dolup taştı. Patrick böyle olacağını biliyor muydu? Tüm bunlar bir tuzak mıydı? Büyük ihtimalle ve bunu mümkün olan en kısa süre içinde düzeltmem gerekiyordu. "Bu kötü, gerçekten kötü. Benim gitmem gerek." "Ne? Neden? Daha tam iyileşmedin ki. Hem nereye?" Anlamak için sadece bir an düşünmesi yeterdi. Gözleri katıksız bir korkuyla parladı ve fal taşı gibi açıldı. Kafasını şiddetle iki yana sallarken bana doğru bir adım attı. "Sakın şey deme..." "Tapınak odasına döneceğim. Eğer bu durum o odayla ilgiliyse, bunu öğreneceğim." "Tanrım, yine başlıyoruz." Bu kadar gergin olmasaydım, bu ses tonu beni yüksek sesle güldürürdü. Tony tam bir baş belasıymışım gibi konuşmuştu. Kapıya doğru bir adım attım ama hızla önüme geçti. "Aklından bile geçirme. Daha fazla kanun çiğnemeyeceğiz. Bence seni bir akıl hastanesine yatırmak en iyisi." Esprili bir şekilde iç çektim. "Sağ ol Tony, bu her şeyi halleder." "Bence de," dedi ciddi bir sesle ve daha öncekinden çok daha kararlı bir şekilde önümde dikildi. Her zaman bu kadar uzun muydu? Ve bakışlarıyla bana meydan okuduğunu görebiliyordum. "Yaptıklarından sonra seni bir kere daha oraya gönderir miyim sanıyorsun?" "Ve ne?" Saçımı kulağımın arkasına iterken ona kışkırtıcı bir şekilde gülümsedim. "Bana emir verebileceğini mi sanıyorsun?" "Aynen öyle, kızım. Başının ne kadar belada olduğunun farkında bile değilsin. Bir tarihi eseri parçaladın sen. Sonra da aptal herifin teki yüzünden bir mücevheri çalmaya çalıştın. Ve şimdi de tüm bunlar yüzünden hastanedesin." Aman Tanrım. Zaten bildiğim şeyleri söylemekten müthiş bir zevk alıyor olmalıydı. Bunun başka açıklaması yoktu. "Gerçekten işlerin böyle gideceğini tahmin etmemiştim." dedim ama sıkıntılı sesim Tony'nin daha da paniklemesine neden olmaktan başka bir işe yaramadı. "Bu kesinlikle-" Hiddetten dalgalanan bir ses onu böldü ve kesinlikle bu ben değildim. "Az önce dedin sen?" Yüzüm Tony​ ile aynı ifadeyi aldı ve aynı anda kapıya doğru döndük. Kapı sonuna kadar açıktı ve biri uzun zamandır orada olduğunu gösteren bir ifadeyle bize bakıyordu. Şaşkınlıkla derin bir nefes çektim çünkü gelen Emma'dan başkası değildi. Onu görünce başımdan aşağı soğuk su dökülmüş gibi olmuştum. Mükemmel zamanlama, diye fısıldadı iç sesim. Keşke yer yarılsa da içine girsem. Suç ortağım bana doğru mırıldandı. "Bu hiç iyi olmadı işte." "Si..." Demek istediğim şeyi yutarak dilimi sertçe ısırdım. Bir adım geri çekildim ve hızla kendime gelip nefesimi üfledim. "Ah, ne kadarını duydun?" "Az kalsın kariyerimi mahvedecek olmana kadar her şeyi! Belli ki orada iyi vakit geçirmişsin." Alnının köşesindeki o mavi damar ortaya çıkmıştı ve bunun iyi bir şey olmadığını bilecek kadar uzun zamandır kardeşimi tanıyordum. Emma işaret ve orta parmağıyla o damarı ovuşturdu. Tekrar bana baktığında, göğsü hızla inip kalkıyor ve bakışlarıyla yüzümde delikler açıyordu. Öyle sinirli ve öyle şaşkındı ki, konuşurken kekeleyip bocaladı. "Tanrım, Eva... Ne seni anlayabiliyorum ne de sana inanabiliyorum... Bizi bu kadar korkuttuktan, endişelendirdikten sonra tüm bunlar ne içindi? Gerçekten, gerçekten piramitten bir şey mi çalacaktın? Ölülere hiç SAYGIN yok mu senin?" "Elbette var ama yaşayanlara karşı biraz daha bonkör olacaklarını umut etmiştim." dedim içimi çekerek. "Pek makbule geçerdi." "Sen!" diye gürledi. "Sen ​tam bir..." Çılgın mıydım? Bencil miydim? Küstah mıydım? Ne demek istediğini zaten anlamıştım ama Emma kibar biri olduğu için daha fazla konuşmaya devam etmedi. Somurttu, kaşlarını çattı ve kötü bir şey söylememek için alt dudağını sertçe ısırdı. Bense ne diyeceğimi bilemiyordum. Haksız olduğumu biliyordum. Tony​ bir bana bir de Emma'ya bakarak aramıza girdi ve nazikçe ekledi. "Şimdi, sakin olabilir miyiz hanımlar? Hastane güvenliğini başımıza toplamak istemeyiz." Emma​ arkadaşına tepesinin attığını belli edecek bir şekilde baktı. Bu ifadeyi biliyordum. Tony asla ağzını açmamalıydı. "Ne yani? Şimdi mi güvenliği umursamaya başladın? Bana yalan söyledin, Tony! Tanrı aşkına! Biz bilim insanıyız, hazine avcıları değil!" Bana doğru elini salladı. Sinirlendikçe daha da yüksek sesle konuşuyordu. "Öylece peşinden gittin, değil mi? Ona sadece hayır demeyi beceremiyor musun?" Tony ile göz göze geldik ve bir an ona acıdığımı fark ederek şaşırdım. Sonuçta Emma onun en yakın arkadaşıydı ve şimdi kavga etmelerinin tek sebebi bendim. Bunun onu ne kadar üzdüğünü görebiliyordum. Dudaklarım gerilirken, onu savunmak zorunda mıyım, diye düşündüm kendi kendime. Bunu kendisi yapabilirdi herhalde. Ama Tony kendini savunmak için herhangi bir şey demeyince, gözlerimi onun mavi gözlerinden çekip kardeşimin zümrüt rengi irislerine diktim ve "Bütün bunları onun sırtına yükleyemezsin." dedim. Bana 'Sen ciddi misin?' bakışını attı. "Seni korumak için sessiz kalmak yerine birilerine haber verebilirdi. Bana ya da herhangi birine." "Güvenlik gibi mi? Yakalansak senin daha mutlu olacağını mı düşünmesi gerekiyordu? Bu onun hatası değil Emma." "Biliyor musun, aslında bu çok mantıklı." Kendini tekrar bana odakladı. Gözleri çakmak çakmaktı ve elmacık kemikleri pembe güller gibi renklenmişti. Görünüşe göre onu fena halde öfkelendirmiştim. "Bu tamamen SENİN hatan!" diye ağzı çıktığı kadar bağırınca ben bile irkildim. Bir şey ağzımı açtım ama konuşmama izin vermedi bile. "Sana zaten söyledim, değil mi? Söylediğimi biliyorum! Hırsızlık kötü bir şeydir!" Tony inanmayan bir ses tonuyla "Bekle bir dakika. Bunu daha önce de mi yaptı?" diyerek araya girdi. Emma'da söylediği şeyi geri almak istiyormuş gibi iki dudağını birbirine bastırırken kaskatı kesildi. Ellerimi kalçama koydum ve kardeşime kaşlarımı kaldırarak baktım. Ne demek istediğimi anlamış olmalıydı; Haydi, devam et, söyle ona. Yine de Tony'e cevap vermedi ve bana bakmayı da bir an bırakmadı. Kendime geldiğimde kardeşimin öfkesine rağmen oldukça yavaş bir şekilde konuşarak "Hırsızlık yapmayacaktım." dedim. Alay etti benimle. "Yanlışlıkla alıverecek miydin?" "Ödünç, ödünç alıverecektim!" Ancak bunu asla söylememeliydim. Emma, büyük ihtimalle tekrar bağırmak için ağzını açtığında güvenliği başımıza toplamasın diye Tony gergin bir şekilde "Bu kadarı yeter, Emma." diyerek araya girdi. Ona baktım. Tekrar araya girmesini beklemiyordum. "Boşu boşuna nasihat veriyorsun. Milyonda bir ihtimalle 'Ah, teşekkürler. Bu benim için iyi bir seçenek' diyecek." TAMAM. Bu yeterliydi. Sabrım tükenmişti. Öncelikle taklidi hatalıydı, ben asla bu ses tonunu kullanmazdım. Kendime daha fazla engel olamadım ve dönüp susması için Tony'nin ayağına tekme attım. Haykırıp eğildiğinde yakasını tutup çektim. "Ne zaman susman gerektiğini bilmiyorsun sen!" dediğimde Emma Tony'e böyle vurduğum için "Eva!" diye bağırdı. Aslında o kadar da sert vurmamıştım. Tony bana acıdan çok şaşkın bir şekilde bakıyordu. Hatta biraz gülümsemiş bile olabilir... "Ne kadar da tahmin edilemez tepkiler veriyorsun." dedi hafif bir sesle. Bakışlarım gülümsemesine kaydığında damarlarım öfkeyle doldu çünkü biraz daha Emma'yı bana karşı kışkırtmaya devam ederse bir dahaki tekmem o kadar hafif olmayacaktı. Emma "Bırak onu!" dedi. Bırakmadığımı görünce "Şimdi!" diye ekledi. O dediği için değil ama Tabia kapıyı açıp içeri girdiği için Tony'nin yakasını serbest bıraktım. Tanrım, ne karmaşaydı ama! Daha sakin olmam gerekiyordu, biliyordum. Hepimiz aynı anda susarak bakışlarımızı Tabia'ya diktik. Tabia ortada bir sorun olduğunu anlamış gibiydi. Odadaki garip sessizliği görmezden gelerek, "Çıkış ve ödeme işlemlerini başlatmamız gerekiyor. Hanginiz gelecek?" diye sordu. Tony​ ve ben sessiz kaldık ama Emma doktora dönmeden önce bana kısa bir bakış attı. Bir an bakışlarıyla beni öldürmeye çalıştığını düşündüm. Gözlerimi kapatarak bakışlarımı ondan kaçırdım. "Bil diye söylüyorum, bu burada bitmedi. Daha sonra konuşacağız." diyerek işlemleri halletmek için doktorun peşinden gitti. Nefesimi üfleyerek gözlerimi yavaşça araladım. "Vay canına. Bu gerçekten de... Şey... Berbattı." Tony'nin yüzündeki şaşkınlık ikiye katlandı ve bana dönmek için topuklarının üzerinde hareket etti. "Kız kardeşinin her şeyi özveriyle ve yüce gönüllülükle karşılamasını beklemiyordum ama bu beklediğimden de kötü gitti." "Çeneni kapalı tutabilseydin bu lafları işitmek zorunda kalmazdın şekerim." diye yorum yaptım kendimi tutamayarak. Sonra Tony'ye şekerim dediğimi fark ederek kaşlarımı çattım ama sorun değildi. Ses tonu yüzünden bunun bir sevgi sözcüğü olmadığını anlardı. Sadece alay ediyordum. Zaten o da duymazdan geldi. "Her şeyi yapan sensin ama söylediğim için suçlu benim, öyle mi?" "Hayır ama söylediğin kişi Emma olmak zorunda mıydı?" "Bunu bir konuşa..." Konuşmak istiyordum ama zamanım yoktu, hem de hiç. Zaten en önemli sorunum ne Emma'ydı ne de Tony'ydi. "Üzgünüm, konuşamayız." diyerek komodinin üzerindeki katlanmış kıyafet yığınını aldım. Yeni yıkandıkları için kumaşlar sabun kokuyordu. "Çık odadan." "Ne?" "Üzerimi değiştireceğim. Çık odadan." diye tekrar ettim. Hareket etmek yerine gözlerini gözlerime dikti. Bende kaşlarımı kaldırarak karşılık verdim. Yalan söylediğimi mi düşünüyordu? Ağzını açtı ama ne kadar​ laf kavgasına hazır olduğumu görünce akıllılık ederek sustu. Bana gergin bir bakış fırlattı. Sonra da​ odadan çıkmak için döndü. Arkasından gözlerimi devirmeden edemedim. Kim bilir hakkımda ne düşünüyordu? Üzgünüm diyemeyeceğim çünkü bu böyle devam ederse benden hoşlanmayı bırakacağı gün yakındı. Kol altımdaki fermuarı açarak elbiseyi çıkarıp yere düşmesine izin verdim. Bedenimi kontrol ettim ama yara bere yoktu. Doktor haklıydı, iyiydim. Üzerimi hızlı bir şekilde değiştirdim ve tişörtü kafamdan geçirip indirirken Emma'nın sırt çantasının tekli koltuğun üzerinde durduğunu fark ettim. Kız kardeşimin çantasını karıştırma düşüncesinden asla hoşlanmasam da bu hastaneden çıkabilmek için bunu yapmak zorundaydım. Çantasının içinde üç tane kitap, telefon, kredi ve banka kartları, bir miktar da nakit para vardı. Kartlarına dokunmadan paranın ihtiyacım olan kadarını aldım. Odadan çıktığımda Emma koridorun sonunda, Tabia'nın yanındaydı. Tony'de onlara katılmak için yürüyordu. Yanlarına varınca Tabia'ya duyamadığım bir şey sordu ve her ne sorduysa, doktor başını hayır anlamında iki yana salladı. Bir şeyler anlatmaya başladığında Emma ve Tony'de onu dikkatle dinlemeye başladı. Bu benim için bulunmaz bir fırsattı. Hastane kapısını yavaşça kapattım ve hızlı bir şekilde Tony'nin gittiği tarafın tersine yürüdüm. Elimden geldiğince hızlı hareket ediyordum. Tony ve Emma tüydüğümü fark etmeden önce bu hastaneden çıkmak zorundaydım. Bir süre sonra etraftaki insanların bana gözlerim yüzünden garip garip baktığını fark ederek huzursuz bir biçimde iç çektim. Gözlerimi saklamak, kimseyle göz göze gelmemek istiyordum. Hastanenin ön bahçesine açılan otomatik kapıdan geçerken ve aynı anda içeri giren genç bir kadınla çarpışırken bunu düşünüyordum. "İyi misiniz?" Kendimi biraz suçlu hissederek yere düşen eşyalarını toplamaya çalışan kadına yardım ettim. Güneş gözlüğünü, bir parfüm şişesini ve birkaç kurşun kalemi toplayıp ona uzattım. "Affedersiniz. Bu bir kazaydı." "Önemli değil." diyerek eşyalarını elimden aldı ve çantasının içine tıkıştırırken özür diler gibi gülümsedi. "Üzgünüm. Dikkat etmiyordum. Bir yere yetişmem lazımdı." "O halde sizi daha fazla oyalamasam iyi olur." Hâlâ bana şaşkın bir şekilde bakan kadının yanından geçip gittim. Hastaneden çıkarken elimi geri çevirdim ve altın irislerimi örtmek için az önceki kadından yürüttüğüm güneş gözlüğünü gözlerime taktım. Gözlüğün camları öyle koyuydu ki, biri dibime kadar girmediği sürece gözlerimin nasıl olduğunu fark edemezdi. Normalde yanımdan geçen rastgele bir insandan çalmazdım ama bu şey çok da pahalı görünmüyordu zaten. Beni getirdikleri hastane Mısır'ın en işlek caddelerinden birinde olduğu için şanslıydım. Civarda en az birkaç tane taksi durağı vardı. Telefonum yanımda olmadığı için durağa kadar yürümek zorundaydım ama gerek kalmadı çünkü tam o anda hastane yolunun yanına bir taksi yaklaştı ve yaşlı bir yolcu inerek ağır, sarsak adımlarla hastaneye yürümeye başladı. Acele ettim ve kapı kapanmadan önce taksinin arka koltuğuna geçtim. Ellerim kucağımda yumruk şeklini alırken hâlâ oraya gidip gitmeme konusunda kararsızdım. Gitmek istemememe rağmen piramit ya da Patrick dışında başka bir seçenek var mıydı ki? Patrick'e gitmek kendi ayağıma sıkmak gibi olurdu. Herif manyağın önde gideniydi. O yüzden bu seçeneği en başta elemiştim. Hâlâ bana bakan taksi şoförüne cesurca gülümsedim. "Gize'ye, piramitlere."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD