Ama denememin sadece ve sadece bir an sonra sonuç bulacağı hiç aklıma gelmezdi.
İçimden 'Bu çok çabuk oldu,' diye geçirdim.
Karanlığın bedenime verdiği ağır ve tatsız his bir anda omuzlarımdan kalkmıştı. Bu öyle gevşeticiydi ki, inanamayarak mücadele ettim ve çırpındıkça beni içine çekip duran bataklıktan kurtularak şaşkın şaşkın kirpiklerimi yukarı kaldırdım. Gözbebeklerim solgun da olsa bir ışığa kavuşmanın heyecanıyla sızladığında, onları hemen geri kapattım. Dudaklarımdan minik bir inilti çıktı. Huysuzca homurdandım. Yeterince iyi hissetmesem de, kendimi kötü de hissetmiyordum. Hiç değilse bedenimin kontrolü artık benim elimdeydi. Olmaması kadar rahatsız edici bir şey daha yoktu. Biraz önce keşfetmiştim bunu.
"Ah," dedim yılgınca.
Ne garip, ne saçma bir gündü. Ama ağzımın payını almıştım. Bir daha hiçbir taşı, bir kömür taşını bile, çalmaya yeltenmeyecektim.
Bir yerde yatıyordum. Bunu fark ettiğimde aklımdan geçen ilk şey Tony'nin düşmeyeyim diye beni bir yere yatırdığıydı. Zavallı çocuk, bayıldığım için ne kadar da endişelenmişti. Umarım çok fazla panikleyip birilerine olanları anlatmamıştır. Bu bir felaket olurdu. Özellikle de onun için. Hiçbir şeye zarar vermemiş bile olsa peşimden gelip yasak bir bölgeye girdiğinden, işin içinde o da vardı. O yüzden beni satmayacak kadar mantıklı olduğunu düşünüyordum ama bundan tamamen emin olamıyordum. Kollarımı gerip kaskatı kesilen kaslarımı esnetirken bileğimdeki bilezikleri ve parmağımdaki yüzüğü fark ettim. Soğuk, lapis lazuli taş mavi bir ışıltı saçtı. Beyaz ten ile birleşince yüzük hemen kendini belli ediyordu. Benim böyle bir yüzüğüm yoktu ki. Tek düşündüğüm buydu ve neredeyse aynı anda yattığım yerin aslında ne kadar yumuşak ve rahat olduğunu fark ettim.
Bir yatakta olduğumu algılayınca, ne alaka, diye düşündü hâlâ sağduyulu olan bir tarafım. Girdiğimiz tapınakta bir yatak olmadığından çok emindim ve tekrar umuyorum ki, Tony birilerine haber vermek gibi bir salaklık yapmamıştır. Hızla doğrulduğumda bu ani hareket başımı döndürdü ve Prusya mavisi örtü kayarak belime kadar düştü. Parmaklarım örtüye öyle sıkıca kenetlenmişti ki, boğumlarım beyaz beyazdı. Boru gibi bir sesle homurdandım.
Ne cehennemdeyim ben?
Evimde olmadığım açıktı, bunu söyleyebilirim.
Pek fazla eşyası ve albenisi olmayan genişçe bir odadaydım. Odadaki tek ışık ahşap kapılı açık pencereden süzülen, ilk döndün şeklindeki ayın yumuşak, grimsi ışığıydı. Bu ışık hem içinde bulunduğum odayı ruhani bir hâle büründürüyor hem de tamamen görmeme izin verecek kadar etrafı aydınlatıyordu. Üstelik doğruca yattığım yatağın üzerine vuruyordu. Yatağa dört tane direk sabitlenmişti ve bu direkler kubbe şeklindeki tavana kadar uzanıyordu. Her yerde gece esintisiyle uçuşan uzun, beyaz perdeler vardı. Etraftaki rengarenk saksı çiçeklerini ve onların uzayıp kısalan gölgelerini görebiliyordum... Ama burası neresiydi? Hastane ya da pansiyon odam değildi. Bundan fillerin uçamadığından emin olduğum kadar emindim ve şehir merkezinde böyle bir yerin olabileceğini düşünmüyordum. Yerel motelleri düşündüm ama baygın bir halde oraya kadar taşınmam ancak polisi ve kanunu olmayan bir ülkede olurdu herhalde.
Burada benden başka kimsenin olmadığı gayet açık bir şekilde görülüyor olsa da "Tony?" diye seslendim. Sesim tatlıydı ve bir çocuğun sesinin inceliğindeydi. Ve kesinlikle bana ait değildi! Tony'yi ve diğer her bir sorunumu unuturken ellerimden biri boğazıma, ses tellerime dokunmak için hareket etti. "Ne? Bu..."
BU BENİM SESİM DEĞİL!
Bu düşünce aklımda tekrar tekrar dönerken kalbimin küt küt atmaya başlamasına neden oldu.
Sanki biri bana cevap verebilecekmiş gibi "Ne oluyor?" diye haykırdım. O sabah giydiğim yeşil elbiseyi giymiyordum, yataktan kalktığımda bunu fark etmek beni daha da ürküttü. Onun yerine belinde mavinin her tonuna sahip taşlarla örülmüş bir kemer olan kremsi beyaz renginde, V yakalı, derin yırtmaçlı, uzun, dalgalı bir elbise giymiştim. Gerçek olup olmadığından emin olamayarak serin kumaşı dikkatlice yokladım. Kumaş parmaklarımın arasında saten gibi akıyordu ve kadife yumuşaklığındaydı. Gerçekti. Bundan emin olunca kocaman açılmış gözlerle odayı taradım. Kuytu bir köşede ters çevrilmiş halde duran gümüş çerçeveli aynayı hemen fark ettim. Öyle paniklemiştim ki, hiç benlik olmasa da koşarken iki kere sendeledim. Aynayı tutup kendime çevirirken beraberinde birkaç eşyayı da devirmiştim. Bir şey kırılıp parçalandı ama umurumda değildi. Yansımamla göz göze geldik ve sesim soluğum kesildi. Ah, hayır! Hayır, hayır, hayır...
Gül rengini alan yanağıma dokundum ve kısık gözlerle, kendime daha yakından bakmak için biraz öne eğildim.
"Bu da ne böyle?"
İlk fark ettiğim saçlarımdı çünkü en çok değişen oydu. Benim saçlarım koyu kahverengidir ve kâküllerim hariç belimin biraz üzerinde biter. Oysaki aynada bana bakan kızın saçları solgun bir sarıydı ve beline kadar iri dalgalar halinde dökülüyordu. Yüzü benim hatlarıma göre daha uzun ve çocuksuydu. Hatta burnunun üzerinde çok şirin, minik minik çiller bile vardı. Muhtemelen benden iki, üç yaş küçüktür. Ve gözleri... Uzun, koyu kirpiklerin çevrelediği bu parlak, kehribar sarısı gözleri daha önce nerede gördüğümü hatırlamaya çalışırken aynadaki kızın hatlarının bana has bir edayla sertleştiğini gördüm. Bir an, sadece bir an, onun ben olduğuma tamamen ikna olmuştum.
Ama bu kız, o kimdi?
Tereddüt dolu bir sesle "Helen?" dedim. Sesim soru sorar gibi çıkmıştı çünkü sanki biri kulağıma fısıldıyormuş gibi bu isim düşüncelerime dalmıştı. Onun ismi bu, dedi aynı ses. "Bu oluyor olamaz... Olamaz... Mümkün mü ki!"
İstemsiz bir biçimde öfkeden titriyordum ve yansımada yüzümün kızarmaya başladığını görebiliyordum. Duygularıma hâkim olmakta zorlandığım olmamıştı hiç. Ona bakmaya dayanamadığım için bana ait olmayan yüz hatları öfkeyle çarpıldı. Kendime daha fazla hâkim olamadım. Kolumu savurarak tüm kuvvetimle aynayı fırlattım attım. Zavallı aynanın hiçbir suçu yoktu. Sadece elimde olduğu için bu muameleye maruz kalmıştı. Ayna duvara çarptı ve korkunç bir sesle kırıldıktan sonra ay ışığını yansıtan düzinelerce parça halinde yere döküldü.
Durup düşünmeden kapının olduğu tarafa yürüdüm. Dışarı çıkmak istiyordum ve bunu istediğim anda dışarıya nasıl çıkacağımı bildiğimi fark ettim. Çok garipti. Yine de devam ettim. Dar bir koridorun içinden geçip sarmal, taş merdivenlerden inerek arka sokağa açılan çift kanatlı kapının önüne geldim. Neyle karşılaşacağımı biliyormuş gibi beni sarsan bir duygu dalgasıyla kapıyı ittirip açtım. Ne Mısır ne de Amerika sokaklarında olmayan bir yerdeydim. Etrafta tek bir sokak lambası bile yoktu. Dolayısıyla tek ışık gökyüzündeki aydı. Zemin irili ufaklı taşlarla örülmüştü. Tıpkı evler gibi...
Sokağa bir adım atarken hâlâ nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Soğuk bir rüzgar eserek üzerimdeki elbisenin eteklerini ve saçlarımı uçuşturduğunda kollarımı kendime sardım. Bu serin hava yüzünden Mısır'da olmadığımdan kesinkes emin olarak başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzünü süsleyen milyonlarca yıldızı ve bu renk cümbüşünü daha önce sadece filmlerde ve dizilerde görmüştüm. Ay, oraya monte edilmiş gibi duruyordu. Uzansam dokunacaktım sanki. Ve o Kuzey Yıldızı mıydı? Annem şehir ışıkları yüzünden yıldızları bu şekilde görmenin mümkün olmadığını söylerdi ama belli ki burada durum öyle değildi. Tıpkı hiyeroglifleri okuduğum zaman gibi Helen hakkındaki her şey zihnimde belirdi. Gökyüzü bu kadar parlaktı çünkü burada hiç ışık kirliliği yoktu. Helen, ünlü bir savaşçının küçük kız kardeşiydi ve yirmi birinci yüzyılın çok öncesinde yaşayan biriydi.
Sokağın diğer ucundan "Helen!" diye seslendi biri. Kafamı öyle hızlı çevirdim ki, başım döndü. Çalı gibi, ufak tefek bir kızdı seslenen. Ne dediğini anlıyor olmama rağmen kızın konuştuğu dili daha önce hiçbir yerde duymamıştım. Göz göze geldiğimizde kız müthiş bir sevinçle bana el salladı. Helen'nin kuzeniydi, Briseis. "İşte, buradasın!"
Onu tanımadığımı belli etmeyen bir ifadeyle, "Hey!" dedim elimi hafifçe kaldırarak. Rol yapmak abuk sabuk davranıp deli yerine konmaktan daha iyiydi.
"Gel! Bunu mutlaka görmelisin!"
"Neyi görmeliyim?" diye sordum fakat kız "Haydi! Acele et!" diyerek akın akın bir yere giden kalabalığın içinde gözden kayboldu.
"Beni bekle!" diye bağırdım arkasından ama ya duymadı ya da durmadı. Ne gıcık kızdı. Gözlerimi devirerek "Beklediğin için teşekkürler, Briseis." diye homurdandım.
Tereddütüm sadece bir an sürdü çünkü belki burada ne haltlar döndüğü hakkında bir şeyler bulabilirim, diye umut ederek Briseis'in arkasından kalabalığın içine karıştım. İnsanların gittiği yönü takip ederken, bir yandan da etrafı inceledim. Buradaki herkes Helen gibi giyinmişti. Belki giyinişlerinden hangi çağda olduğumu anlayabilirdim; Emma olsaydım tabii. O mutlaka bilirdi. Memnunsuz bir şekilde ağzımda bir şeyler geveledim. İnsanlar o kadar yakınlardı ki, sürekli birileri bana çarpıp duruyordu. Uzun, sarı saçlarımdan bir tanesi birinin kolundaki bileziğe takılınca bu gerçekten canımı yaktı. Acıyla inledim. İşte, bu yüzden saçımı uzatmıyordum. Yaşlı kadın bana kendi dilinde bir özür mırıldanarak yoluna devam etti. Öfkeli bir tavırla Helen'nin uzun, sarı saçlarını toplayıp yanımdan sarkıttım. Ondan sonra elimden geldiği kadar insanlardan uzak durmaya çalıştım. Gerçi hâlâ nereye yürüdüğümüz hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
"İmkânsız. Bunda yanılıyorsun. Bahsedildiğinden çok daha ihtişamlıydı. Hayatında kaç defa böyle bir şey görürsün? - Oh, bak, o burada!"
"Gel buraya!" Bir erkek, omzuma dokunup beni evlerden birinin taş duvarına doğru sürükledi. "Helen?" Parlak, gri bir zırh giyen bronz tenli adamla yüzleşmek için dönerken diğer adamın gülerek yanımızdan ayrıldığını gördüm. Vay canına. Herif öyle iri yarıydı ki, benim üç katımdı. Beni sıkıca kucakladı ve yerden kaldırıp kendi etrafında döndürdü. Hazırlıksız yakalandığım bu sevgi gösterisi yüzünden nefes alamıyordum. Öksürdüm. Neyse ki bunu fark ederek hızlıca geri çekildi. Şimdi yüzünde mahcup bir ifadeyle ensesini kaşıyor ve bana sırıtıyordu.
"Affet beni," dedi hemen. "Bazen ne kadar cılız olduğunu unutuyorum."
Göğsüme yumruğumu vurup ciğerlerime güç bela biraz oksijen sokarken, cılız bir tebessümle "Agenor," diye adını söyledim.
Helen'nin ağabeyi.
Agenor, şehir muhafızlarından biriydi. Ona bakarken Helen'nin bu adamı tüm kalbiyle sevdiğini ve ona güvendiğini hissedebiliyordum. Duygulardan en çok bunu anlayabilirdim. Benim de bir kız kardeşim vardı. Daha bu sabah görüşmüştük ama işler sarpa sardığından onu şimdiden görmek istediğimi hissediyordum. Zaten Agenor'da "Seni özledim." dedi sesine yansıyan bir şefkat duygusuyla. "Neredeyse bir yıl oldu. En son ben savaşa gitmeden önce görüşmüştük, kız kardeşim."
"Öyle mi?" O koca kollarınla az kalsın beni boğuyordun, seni salak. Demek istediğim aynen buydu ama o Helen'nin ağabeyiydi. Kibar olmak ve gülümsemek için kendimi zorladım. "Her neyse. Seni görmek güzeldi Agenor. Ben gidiyorum."
Gitmeye yeltendim ama kolumdan tutup geri çektiğinde ondan kolay kolay kaçamayacağımı anladım. Kahretsin! Yeri miydi şimdi? Agenor endişeli bir ifadeyle ve parmağımla düzeltmek istediğim çatık kaşlarla yüzüme bakıyordu. "Hey! Seni daha yeni yakaladım. Hazır yeri gelmişken. Burada ne işin var?" İfadesiyle birlikte gözleri de yoğunlaştı. "Yine kaybolacaksın. Bir kere daha günlerce seni aramak istemiyorum. O gün az kalsın endişeden ölmeme neden olacaktın."
Helen daha önce kayıp mı olmuştu? Zihnimi yokladım ama buna dair hiçbir anı parçası belirmedi. Beni ilgilendirmezdi ve bu sarışın kızla ilgili hiçbir şey umurumda da değildi zaten. Aval aval Agenor'un yüzüne baktım ve sırf bana inansın diye Helen'in suratıyla, kendimden emin bir şekilde, "Bu defa değil." dedim. "Söz veriyorum."
Ama söz vermeme rağmen Agenor'un bundan emin olamayan gözleri vardı. "Söyle öyleyse, nereye gidiyorsun?"
"Diğer tüm insanlar nereye gidiyorsa oraya."
Şaşkınlıkla, "Bunun önemi ne ki?" diye sordu. "Böyle şeylerle ilgilenmezsin sen."
Neden söz ettiği hakkında en ufak bir tahminim yoktu ama biliyormuş gibi davrandım.
"Evet, ama..."
"Aması maması yok. Beni takip et. Eğer gideceksen seni oraya kendim götüreceğim."
Nereye, diye sormak için içimde karşı konulmaz bir istek vardı. Sadece ve sadece nerede olduğumu bilmek istiyordum ama onun yerine kocaman, sahte bir gülümsemeyle, neredeyse hiç zorlanmadan onun dilinde konuşarak, "Tamam, gidelim." dedim.
Agenor, kalabalıktan ayrılarak evlerin arasından yürüdüğünde onu sessizce takip ettim. Karanlık, taştan caddelerde arka arkaya yürüdük. Bir süre sonra beni hayatımda gördüğüm en büyük surların kenarına getirdi. Bunu daha önce fark etmemiştim ve bu imkânsızdı çünkü bu surlar o kadar büyüktü ki, onlara tam olarak bakmak için başımı geriye eğmek zorunda kalmıştım. Üst üste örülmüş gri taşlar soluk bir şekilde parlıyordu. İçlerinde pembe ve mavilerde vardı. Ağzımı oynatarak, sessizce, "Vay canına!" dedim. Kız kardeşim sayesinde daha önce birkaç tarihi yer gezmiştim ama o yerlerin çoğu ya tahrip olmuş ya da yıkılmıştı. Gerçeğini görmek beni bir hayli sarsmıştı. Bütün bunları bizde olan tüm o araç gereçler olmadan nasıl yaptıklarını merak ettim. İnsan eliyle yapılacak bir şeymiş gibi görünmüyordu. Bu duvarlar neredeyse Özgürlük Heykeli'nin boyutundaydı! Ve filmde gördüğüm surlara pek de benzemiyordu.
Agenor'un giderek uzaklaştığını fark edince surlara onları sanki ilk kez görüyormuş gibi bakmayı bırakarak peşinden gittim.
Konutların arka tarafından, surların sınırı boyunca ilerledik. Helen pek egzersiz yapmıyordu galiba çünkü çok fazla yol yürümememize rağmen nefes nefese kalmıştım. Agenor büyük taş bir evin kenarındaki çalıları çekip içinden çıkarken omzunun üzerinden bana baktı.
"İşte, burada."
Çalıları kenara çekerek homurdandım çünkü hâlâ tüm bu yaygaranın sebebini bilmiyordum ve neden bilmiyorum, artık endişelenmeye başlamıştım. Nazik bir hareketle gözlerimi kırpıştırarak başımı kaldırıp nereye geldiğimize baktım. Surların çevrelediği şehrin tam ortasında, genişçe inşa edilmiş bir meydandaydık. Meydanda, tüm bu taştan evlerin arasında yükselen tanıdık bir yapı vardı. Bir an, tek bir an gördüğüm şeyi gerçekten gördüğümden emin olamayarak gözlerimi kıstım. Gırtlağımın derinliklerinden bir inilti yükselirken dudaklarım aralandı. "Aman Tanrım. Sakın söyleme. Bu..."
"İnanılmaz bir şey. Sence de öyle değil mi?"
Ah, evet, inanılmaz olduğu konusunda kesinkes hemfikirdik.
Sert bir şekilde, kendimi, "Truva Atı," diye fısıldayarak tamamladım.
Truva Atı'yla ilgili çok fazla şey bildiğim söylenemezdi. Sadece birkaç ay önce Emma'yla birlikte bunu anlatan bir savaş filmi izlediğimi hatırlıyordum; Acayip sinir olduğumu da. Neden savaş filmleri yerine korku ve gerilim filmlerini tercih ettiğimi anlatıyordu bu film bana. Gerçek hayatta insanların filmlerdeki gibi hareket etmediğinden çok emindim. Yoksa neslimiz şimdiye kadar tükenmiş olurdu. "Bu çok komik ve saçma." diye yakınarak ağzıma internette birkaç dolara satılan şu renkli, aromalı patlamış mısırlardan atmıştım. Bu mısırları gerçekten seviyordum. "Tamam. Bir dakika düşünelim. Diyelim ki, güzelliğinden başka sunacak pek şeyi olmayan bir hatun yüzünden bir savaşın ortasındasın. Bu durumda bir komutan olarak yapacağın en az zekice şey, düşmanının geride bıraktığı herhangi bir 'şeyi' şehre getirmek olurdu. Cidden. Bu herifi kim komutan yaptı?"
Emma saçını kulağının arkasına sıkıştırmış ve yeşil gözlerini büyük bir dikkatle okuduğu makaleden ayırmadan, "Adam sadece aşık, Eva." diye karşılık vermişti. Tekli koltuğumda, bir ayağını altında toplamış bir şekilde oturuyordu. Koladan nefret ettiği için dolabımdaki karamelli, soğuk kahvelerden bir tanesini açmıştı. Aslında ben bunu içmezdim. Sadece Emma kahve seviyor diye markete her gittiğimde aromalı kahvelerden birer tane alıyordum. Böylece bana uğradığı zaman buzdolabımda içecek bir şeyler olmadığı için saatlerce söylenmiyordu.
"Daha önce hiç aşık olmamış olabilirim ama birinin aşık olması geri zekalının teki olmasını gerektirmez bence." Emma makalenin sayfasını çevirirken cevap olarak gözlerini devirmişti. Bu onun dilinde 'Sana katılmıyorum ama bu konuda seninle tartışmak da istemiyorum.' demekti. Bu beni her zaman gülümsetirdi. "Her neyse. O tahta atta bir şey var, öyle değil mi?"
"O bir tuzak."
"Kahretsin. Biliyordum." demiştim kendimle gurur duyan bir ifadeyle. Yani biraz sonra o tahta at yüzünden herkes ölmeye başlayacaktı. İşte, izlenmeye değer bir şey. "Umarım sonunda komutan ölüyordur."
Emma nihayet okumayı bırakarak televizyona baktı. Ekranda insanların tahta atı uzun iplerle şehrin içine doğru çektikleri bir sahne vardı. Bunu izlerken kız kardeşimin yüzünde durgun bir ifade belirdi. "İçinde düşman askerleri var." diye devam ederken bana ne kadar eğlendiğini gösteren bir bakış atmıştı. Nihayet ilgisini çekmeyi başarmıştım. O makalede bu kadar ilgi çekici olan ne vardı merak ediyordum. "Akhanlılar, Truva'yı bir gecede fethediyorlar. Asırlardır fethedilmeyen bir şehir için biraz gurur kırıcı bir durum olsa gerek. Buna literatürde stratejik zeka deniyor sanırım."
Oysa ben bundan onun kadar emin değildim. Ağzıma bir mısır daha atarken "Sadece diğer tarafta aptal bir komutan olduğu için şanslılar." diye yorum yaptım.
"Belki de. Ama işe yaradığı için minnettar olmalılar. Aksi halde bir uçağın yoksa ve havadan bombardıman yapamayacaksan o şehri fethetmenin o çağda bir yolunun olduğunu sanmıyorum. Ve söyleyebilirim ki, bunun olmasına daha üç bin doksan sekiz yıl var."
Filmin başında Truva Savaşı'nın hangi yılda geçtiği yazılmıştı. O yüzden Emma'nın ne hakkında konuştuğunu anlamak için ufak bir hesaplama yapmam kolay oldu.
"Birinci Dünya Savaşı'ndan bahsediyorsun."
Makalesini okumaya geri dönerken "İlk uçak bombardımanının yapıldığı yıllar." diyerek onaylamıştı beni. "Bombalar hedefi büyük ölçüde bulacak şekilde tasarlandı. Ondan önce elle atılıyordu."
"Ama bu... Pek insancıl bir buluş değil gibi." Emin olamayarak devam ettim. "Değil, değil mi?"
Emma okumaya ara vermeden çarpıcı, yeşil gözlerine ulaşmayan bir ifadeyle hafifçe gülümsedi. "Savaşlar zaten insancıl değil Eva. Bazı zamanlar bunun yaşamın en derinine kadar işlediğini düşünüyorum. Çoğu buluşun aslında savaş aracılığıyla icat edildiğini biliyor muydun? Acı ama gerçek bu. Bilgisayar, paslanmaz çelik, kan bankaları, penisilin, ATM'ler ve internet... Hatta fermuar bile."
"Fermuar? Gerçekten mi?"
"Ordunun uçuş tulumlarında kullanılıyordu."
Makalenin bir diğer sayfasına geçti. Ağzı gerildi. Tahmin ettiğimden daha hızlı okuyordu.
"Ya internet?" dedim konu merakımı fazlasıyla çektiği için. "Onun savaş esnasında düşmana nasıl bir zararı olabilir anlamıyorum. Komutanlar E-postayla birbirlerine hakaret mi gönderiyorlardı?"
"İnternet zaten füzeleri ateşleme sistemi için icat edilmiş bir şeydi. Hayal gücünü taktir ediyorum ama."
Bu eski anıları bir kenara bırakıp gözlerimi çevirdim. Evlerin arasında bir dev gibi yükselen kocaman, tahtadan ata bakarken bahtsızlığıma lanetler okuyordum. Öyle şansızdım ki, Helen Truvalı bir kızdı. Truvalı! Sularla çevrili, tahta bir atın içindeki düşman askerleri tarafından bir gecede fethedilen o tarihi şehirden bahsediyorum! Bu iş iyice garip, katlanılmaz bir hâl alıyordu. Kendimi şimdiye kadar hiç böyle çaresiz, böyle acayip hissetmemiştim. Tarihi bir savaşın tam ortasına mı düşmüştüm? Korkuyla ve büyük ölçüde kendimi koruma içgüdüsüyle gerilemeye başladım. Her bir adımımla tabanları yağlama isteğim daha da artıyordu. Bir an önce buradan defolup gitmek için can atıyordum.
Agenor'un bana doğru döndüğünü ve gerilediğimi görünce komik bir yüz ifadesiyle "Hey! Nereye gittiğini sanıyorsun?" diye sorduğunu duydum.
"Buradan çok uzağa." diyebildim sadece.
"Ama bu sabah kutlamalara katılmak için can attığını söylememiş miydin?"
Onu Helen söylemişti, ben değil. Başkasının verdiği sözü tutmak zorunda değildim. Kendimkileri tutmakta yeterince zorlanıyordum zaten.
"Üzgünüm, Agenor." dedim içtenlikle. Aynı samimi hisle savaşçının gözlerinin içine baktım. Sonra etrafında meraklı insanların toplanmaya başladığı tahta atı işaret ettim ve gergin bir şekilde güldüm çünkü hafızam bana izlediğim filmden en kanlı görüntüleri sunuyordu. "Tarihle ilgili bildiğim bir şey varsa, o da bu gecenin hiç iyi bitmeyeceği. Burada kalamam."
Agenor, "Helen!" diye haykırdı. Kaçıp gitmemem için parmaklarımı omuzlarıma geçirdiğinde tırnaklarının kaburgalarıma battığını hissettim. Neyse ki, ben hâlâ bendim. Ellerimin tersiyle Agenor'un beni tutan ellerini savurdum ve hırçın bir şekilde işaret parmağımı göğsünün ortasına bastırdım. "Siz kafayı mı yediniz? Bu atı nasıl içeri alırsınız!" diye bağırdım. Agenor içine başka biri kaçmış gibi, iri ve paniklemiş gözlerle Helen'in yüzüne bakıyordu. Bunun gerçek olduğunu bilse ne hoş bir durum olurdu ama! Devam ederek yüzümü yüzüne eğdim. "İşte, bu yüzden Yunanlılar hâlâ burada! Siz Truvalılar hakkında bilgimiz tek şey ise konu savaş zekası olunca tam bir moron olduğunuz! Ben gidiyorum! Sakın beni durdurmaya kalkma!"
Agenor bir şeyler daha söyledi. Önemli değildi. Onu dinlemeden dönüp Helen'nin konu kaçmak olunca hiçbir işe yaramayan cılız bedeniyle koşmaya başladım. Belli bir planım yoktu. Tüm bildiğim ölmek gibi bir arzumun olmadığıydı ve bu yüzden bu gece bu dev surların içinden çıkmam gerektiğiydi. İnsanlar akın akın bu tahta atı görmeye giderken tersi yöne gitmek beni hayatta tutacak olsa gerekti. Bir süre sonra tamamen bomboş olan sokaklara geçtim. Neyse ki, bu konuda şans benden yanaydı da Helen'nin zihninde surların kapısının nerede olduğu bulunuyordu. Birkaç kilometre uzakta özgür ve güvenli dış dünyaya açılan kapılar vardı. Bir de muhafızlar...
Yakınarak "Muhafızlar!" dedim.
Bir sorun daha.
Helen ancak bir miskin kadar çevik olduğu için o muhafızları atlatmanın bir yolunu 'koşma' seçeneği olmadan düşünmem gerekecekti.
Dev, sur kapılarını görmek için bir evin köşesinden dönmem gerekiyordu. Bunu yaptım ama aynı anda biriyle karşılaştım. Bir adamla. Başta onu fark edemedim çünkü hiç hareket etmiyordu ve bir şekilde gölgeler arasında gizlenen başka bir gölge gibiydi. Belli ki nasıl saklanacağını biliyordu. Elimde olmadan "Aay!" diyerek gülünç bir tepki verdim. Herif şanslıydı çünkü ona çarpmadan önce bir adım geri çekilmeyi başarmıştım. Elimi uzun, sarı buklelerin arasından geçirirken yüksek sesle güldüğümü duydum; Sonra hemen çenemi kapadım çünkü sesim bir garip çıkmıştı.
"Aman Tanrım. Beni korkuttun. Neyse, ben..."
Gölge birden bana doğru atıldığında sözcüklerim tiz bir hıçkırıkla yarıda kesildi. Ne oluyordu? Daha da önemlisi, ne yapıyordu? Ah, lanet olsun! Herhangi bir saldırı beklemediğim için kaçınılmaz bir şekilde hazırlıksız yakalanmıştım. Güçlü ve hünerli parmaklar boynuma dokunduğunda, yeterince hızlı tepki veremememin sebebi de buydu. Adam bedenimi sertçe kendine doğru çekerek göğsüne yapıştırdı. Bende ona kelimenin tam anlamıyla tosladım. Ciddiyim. Alnım göğsünün biraz üzerine çarpmıştı. Atar damarım, boynumdaki elinin altında müthiş bir şiddetle atıyordu. Gözbebeklerim irileşti ama canım acıdığı için değildi; Afalladığım içindi. Bu şaşılası derecede çabuk bir tepkiydi ve kesinlikle herifin bana dokunmasını beklemiyordum.
Şaşkınlık içinde dudaklarımı aralayarak yabancının göğsüne doğru boğuk bir sesle bağırdım;
"Sen ne yapı-"
Ama sözümü bile bitirmemi beklemeden geri ittirdi beni. Benimle birlikte o da hareket etti. Sırtım duvarlardan birine yaslandığında çığlık atarak debelendim, tekme atmak için ayaklarımı savurdum çünkü o an bir saldırı anında yapılacak en mantıklı şey bu gibi gelmişti.
Neden olmasındı ki?
Ama çoktan olduğum yere sabitlenmiştim. Bununla beraber o sadece bir insandı ve beni boğmasa da lanet olası eli hâlâ boynumdaydı. Elini sadece beni yerimde tutmak için kullanıyordu. Bunu görebiliyordum ama yine de bana bu şekilde dokunduğu için onun kafasını koparmak istiyordum. Parmaklarımı kaldırdım ve adamın parmaklarını tutup tüm gücümle boynumdan çekmeye çalıştım. Fakat boşuna! Her kimse bedeninin her parçasından yaşam ve güç akıyordu sanki. Benim aksime. Çırpındım. Sikeyim! Helen neden bu kadar cılızdı ki? Ne yapacaktım şimdi ben? Kurtulamadıkça daha da hırçınlaşıyordum. Bana saldıran adam ise büyük bir sabırla, elini boynumdan kıpırdatmadan, debelenmemim bitmesini bekliyordu. Bu ise en az birkaç dakika sürmüştü. O zaman bile soluk soluğaydım ve tam anlamıyla sakinleşmiş sayılmazdım...
Nihayet mücadele etmenin faydasız olduğunu fark edince çaresizlik içinde gözlerimi beni tutan herife sabitledim.
Uzun, siyah peleriniyle bir serseriye benziyordu ama pelerinin altındaki kıyafetlerinin ne kadar zarif olduğuna bakacak olursak, bir beyefendiydi. Gerçi şu an hiç de bir beyefendi gibi davranmıyordu. Lanet herif, avının üzerine eğilen bir avcı gibi üzerime eğilmişti. Dışarıdan bakan biri muhtemelen onun yüzünü göremezdi ve muhtemelen de bizi kıyıda köşede buluşan iki aşık sanardı ama o benim için bir tehlikeydi ve dibime kadar girdiği için yüzünü görebiliyordum. Boynumdaki elini tırmalayıp duran parmaklarım dondu kaldı. Tıpkı ifadem gibi... Dudakları sıkı ve sessizdi. Neredeyse acımasız. Ama beni şaşırtan asıl şey gözleriydi. Gözleri bir kedinin gözlerine benziyordu ve renkleri benimkiyle -Helen'inkiyle- aynıydı. Parlak kehribarlar gibiydiler. Bana gülümsedi. Bu öyle nazik ve şeytani bir gülümsemeydi ki, bunun bir hileden ibaret olduğunu hemen anladım. Neredeyse soğukluğunun tadını hissedebiliyordum.
Korkarım, buradaki bu durum iyiye işaret değil. Özellikle de onu tanıdığım için. Her ne kadar herifin yüzünü bir yerden, hayal meyal hatırlıyorsam da ismi çok netti. Bu isim dudaklarımdan alçak bir fısıltı şeklinde döküldü;
"Kosey?"