?6.BÖLÜM (PART 2): MERKEZDEKİ ATEŞ

3335 Words
🔸🔸🔸 Ben​ ve yol arkadaşım yürümeye devam ettik ama işin doğrusu, gezinin geri kalan kısmı pek parlak geçmediğiydi. Biraz ileride bir tür hava şaftı ile gömü odası olduğunu tahmin ettiğim, sekiz metrekarelik bir oda vardı. Elbette odanın içi bomboştu. Sadece duvarlar ve Mısırlıların kurbanlarını sunduklarını tahmin ettiğim taştan bir sunak... Altın yok, mücevher yok...​ Hele taş, hiç yok. Umut ettiğimden de değil ama tam bir hayal kırıklığıydı. Sanırım bu yüzden odada mümkün olduğu kadar kısa bir şekilde oyalandıktan sonra yürümeye devam ettik ama fazla değil, yirmi metre ileride canımı boş bir gömü odasından daha fazla sıkabilecek bir şey vardı... Bir duvar! Evet! Kahrolası, yolu tıkayan, kocaman bir duvar vardı! Duysa Tony'nin hiç hoşuna gitmeyecek kelimeler dilimin ucuna kadar gelmişti ve Tanrı biliyordu ya, küfür etme isteğini hiç o anki kadar yoğun hissetmemiştim. Sakinleşmek için içimden ona kadar saydım. Sonra da dişlerimi gıcırdattım çünkü belli ki ona kadar saymak pek işe yaramıyordu. "Çıkmaz sokak." Tony​ soluğunu kuvvetle çekti ve pek üzüntülü bir sesle, "Ah," dedi. Bense üzüntülü olmasını garip bulmuştum. Kısılmış gözlerimi kuşkuyla duvardan ayırdım ve omzumun üzerinden Tony'ye donuk bir şekilde baktım. Yüzündeki yarım yamalak gülümseme en hafif tabiriyle sinirlerimi bozuyordu. "Tam bir hayal kırıklığı." diye devam etti bir de. "Neye sırıtıyorsun o zaman?" "Hiçbir şeye! Bir sebebi yok." Yalan dedektörüm yoktu ama Tony'nin berbat bir yalancı olduğunu söylemek için ona ihtiyacım da yoktu. Bunu yüzüne vurabilirdim ama istemiyordum. O yüzden 'Kimi kandırıyorsun sen?' diyen, iğneleyici bir ifadeyle dudağımın kenarını kıvırdım. "Yaa, öyle mi?" dedim. Hemen "Her neyse," diye geçiştirdi beni. "Tur için teşekkür ederim. Nefis bir maceraydı. Ömrüm boyunca unutmayacağımdan emin olabilirsin. Şimdi, lütfen- başımız daha ciddi bir şekilde belaya girmeden önce geri dönebilir miyiz?" "Olmaz," diye cevap vererek bakışlarımı tekrardan duvara kaydırdım. Bu mümkün değil, diye bağırıyordu tüm sağduyum bana. Bu dehlizde böyle bir duvarın olmaması gerekiyordu. Haritaya göre- Emin olamayarak haritayı tekrar kontrol ettim; Yanlış okumamıştım- Burada başka bir yeraltı geçidi olmalıydı. Şaşkınlık ve düş kırıklığı içinde yüzümü asarak duvara doğru birkaç adım attım. Tereddütle pürüzlü, kırık beyaz yüzeye parmak uçlarımla dokundum. Yüzey yumuşak değildi, aksine sert ve tahriş ediciydi. Ben ona dokununca yere bir sürü beyaz toz tabakası döküldü. Dökülen harcın ve girintilerin en altında, grinin daha açık tonuna sahip bir taş olduğunu fark ettim. Yine de bir duvardı işte. Bir çanta dolusu paranın parmaklarımın arasından kayıp gitmek üzere olduğu fikrinden hiç hoşlanmamıştım. Tony​ "Bu bir temel taş," diye araya girdi. Yanımdan eğilerek taşa bakarken meraktan alçak bir sesle konuşuyordu. "Bunun burada ne işi var?" Bilmiyordum ama 'temel taş' derken zemine döşenmiş o tonlarca ağırlıktaki bloklardan bahsediyor olmalıydı. Bir saniye sonra düşüncelerimden geçen fikir, gözlerimde bir ışığın çakmasına neden oldu. "Bana daha çok bir kapı gibi göründü." dedim elimde kalan tek tarihçinin fikrini almak isteyerek. "İnan bana, bütün bir haftamı o taşların neden yapıldığını inceleyerek geçirmek zorunda kaldım. Bir temel taş olduğundan gayet eminim Eva." Bende bir kapı olduğundan oldukça emindim. Denemekten ne zarar gelir, diyordu iç sesim. Kulağımı duvara dayadım ve Tony arkamda homurdanırken parmaklarımı kıvırıp taşa hafifçe vurdum. Tak. Tak... Hayal kırıklığımı​ bastırarak elimi biraz yana kaydırdım. Tak. Tak... Ve biraz sola... İşte! Şimdi ses daha yumuşak bir hâle geliyordu. Geri çekilirken tamamen rahatlamış bir halde derin bir nefes aldım. "İçeride kesinlikle bir boşluk var. Belki de bir tür havalandırmadır ama daha sonra haramilerden korumak için kapatmışlardır." Yanağımdaki ve saçlarımdaki harç kalıntılarını temizledim. "İttirmeyi denemek ister misin?" "Ne? Neden ben?" "Erkek olan sensin." Karşılık olarak Tony​'nin dudaklarından huysuz bir homurdanma çıktı. Taşı tutup kenara çekmeye çalıştı. Kollarındaki ve alnındaki tüm kaslar gerilmişti. Güçlüydü, bunu görebiliyordum ama tüm gücünü kullansa bile taş yerinden milim kıpırdamadı. Kısa bir süre sonra, nefes nefese kalmış bir halde taşa yaslanmıştı. "Bu, kesinlikle, bir, temel, taş... Asla işe yaramayacak." "Tekrar yap." dedim. "Sen​ gerçekten tonlarca ağırlıktaki bir taşı ittirebileceğimi düşünüyor musun?" diye fısıldadı ve sonra da bana buz gibi bir bakış attı. Cevap olarak yüzümü buruşturdum. Hayır, elbette beklemiyordum. Zaten biraz daha zorlarsa ikimizi de öldürecek bir bubi tuzağını harekete geçirebilirdi. Sıkıntılı bir ifadeyle kapı olduğunu düşündüğüm taşı inceledim. Gerçekten de bir kapıdan daha çok temel taşa benziyordu. Büyük ihtimalle de yerinden oynatılmayacak kadar ağır bir şeydi. Ama eğer bu bir kapıysa, bunu açmanın bir yolu mutlaka olmalıydı. Belki de kaba kuvvet yerine başka bir şey denemeliydik? Etrafından dolandım ve taş bloğun her yerine büyük bir dikkatle baktım. Zaten asırlık bir kalıntı olduğu için her yerinde girintiler ve döküntüler vardı. Kenarındaki bir boşluk ilgimi çektiğinde başta o boşluğun aradan geçen asırlar yüzünden oluştuğunu düşündüm ama sonra kesimin ne kadar düzgün olduğunu fark ettim. Beş santimlik, daire şeklinde bir kesimdi. Yılların tahrişinden daha çok bir insan elinden çıkmış gibiydi. Bunun güvenli olup olmadığını düşünmeden önce elimi o tarafa uzatım ve işaret parmağımı güç bela o boşluğun içine soktum. Bir yandan da kulağımı taşın yüzeyine dayadım. İçeriye kulak verdim. Parmağımı çektiğimde ve ittiğimde taşın arka tarafında bir şey- bana kalırsa bir zincir- gıcırdıyordu... Birkaç adım çekilerek hayır der gibi başımı sallamadan önce iç çektim. "Bu kesinlikle bir kapı. Bana soracak olursan, iç ve baş tarafında bir açma-kapama mekanizması var." "Ya da bizi öldürecek bir tuzak." "Evet ama hadi, iyi düşünelim iyi olsun." İyimserliğim Tony​'nin kollarını göğsünde çaprazlamasına ve alaycı bir şekilde gözlerini devirmesine neden oldu. Bir de başını şüpheyle bana eğmesine. Yüzü yüzümün hemen önündeydi. Meydan okuyan bir tavırla yeşil gözlerimi gözlerinin tam içine diktim. "Eva,​ bu açılmıyor." dedi anlamamı sağlamak için tane tane konuşarak. "Çünkü Sherlock Holmes, anahtarımız yok." Geri çekilerek bir elini kalbine götürdü ve bana filmlerdeki o eski zaman beyefendilerini hatırlatan romantik bir jest yaptı. "Şimdi büyük bir aydınlanma yaşadım. Watson, neden gidip anahtarımızı getirmiyorsun?" "Ahh!" Tony'nin omzuna hafif bir yumruk atarken bu defa gerçek bir keyifle gülüyordum. "Gördün mü? Orada bir yerlerde senin de espri anlayışın varmış. Bunu sevdim. Her neyse. Belki anahtarım yok ama bir fikrim var." "Duymak bile istemiyorum." Parmaklarım elbisemin üzerinden göğüslerimin biraz üzerine, köprücük kemiklerimin altına uzandı. Gojo'nun kolyesine dokundum. Zincirinin hâlâ serin olduğunu hissedebiliyordum. Bir an durdum ve saniyenin onda biri kadar bunun iyi bir fikir olup olmadığını düşünerek duraksadım. Muhtemelen değildi ve muhtemelen gerçekten de​ bir anahtara ihtiyacımız vardı. Tanrı bilir, gerçek anahtar neredeydi. Ellerimdeki tüm kaslar gerildi ve bir an olsun düşünmeden Gojo'dan çaldığım kolyeyi çekip kopardım. Zincir üç parçaya ayrıldı ve bir tanesi göğsümden ayakkabımın kenarına düştü. Yeşil taşı parmaklarımın arasında çevirerek inceledim. Bunu çalarken bir gün bunu böyle bir şey için kullanacağım asla aklıma gelmezdi. Yeterince sağlam ve küçüktü. Taşı duvardaki beş santimlik boşluğun içine soktum. Parmaklarımın tamamı içeri girmiyordu. O yüzden işaret ve orta parmağımla taşı ileri ittirmek zorunda kaldım. "Biraz daha," dedim kendi kendime; Sadece birazcık daha. Muhtemelen arada mekanizmanın bağlantısını kesen başka bir blok kısım vardı. Bu taşı yeterince ileri itersem eğer... İrkildim. Neredeyse sevinçten çığlık atacaktım çünkü duyduğum ses antik mekanizmanın yerine oturduğunu gösteriyordu. Asırlar geçtiği için sistemin zarar göreceğini ve çalışmayacağını düşünmüştüm. Elim bir şeyin altında sıkışıp kalmadan ya da parmaklarımı koparmadan önce kendimi hemen geri çektim. Görünürde değişik hiçbir şey yoktu ve Tony'de sabırsız bir şekilde birkaç adım arkamda bekliyordu. "Ne olması gerekiyordu?" diye sordu bir süre sonra. "Bir bakalım." Parmaklarımı blok taşa yerleştirdim ve basit bir hamleyle, neredeyse hiç güç kullanmadan taşı yana ittirdim. Zincirlerin kaymasının sesi duyuldu, yağlanmamış bir kapı gibi ses çıkarıyorlardı. Taş yana kaydıkça öncekinden daha karanlık, örümcek ağlarıyla ve tozla dolu başka bir dehliz görünmeye başladı. Sonra korkunç bir ses çıktı. Tıslama ile kükreme arasında bir şeydi. Daha duyduğum anda biliyordum, bu iyi haber olamazdı. Başıma bir bela gelmeden önce kocaman açılmış gözlerle kapının ağzından geri çekildim. Kahretsin! Hareket eden mekanizma yüzünden tavandan sicim gibi tozlar dökülüyordu. Bir an dökülen tozdan başka hiçbir şey göremedim. Her şey griden, beyazdan ve kum renginden ibaretti. Bir kütçe şeklinde hareket eden duman kapının ağzından çıkarak havada asılı kaldı. Hemen sonra bir yığın halinde yere kondu. Tozlar dökülmeyi kestiğinde geldiğimiz koridordan çok daha dar, karanlık bir koridor ortaya çıkmıştı. Buraya asırlardır kimsenin ayak basmadığını anlamak için tarih profesörü olmama gerek yoktu. Boğazını tutarak, sanki biri onu boğazlıyormuş gibi çıkan bir sesle, "Kesinlikle bir kapıymış!" diye inledi Tony. "Ben​ demiştim." dedim. Ben demiştim demeyi severdim. Öksürüp parmaklarımı yüzümün önünde sallayarak havada uçuşan harç ve toz tanelerini dağıtmaya çalıştım. Bu lanet tozlar burnumu kaşındırıyordu. Hapşırdım. Sonra bir kere daha hapşırdım. "Pekâlâ. Buranın gerçekten bir temizliğe ihtiyacı var." "Biliyor musun, geldiğimizden beri ilk defa seninle aynı fikirdeyim. Ben- Bekle. Sanırım orada bir şey gördüm." Umarım gördüğün şey yuvasına izinsiz girdiğimiz için kızmış bir Tutankhamun değildir, diye geçirdim içimden. Bu düşünce beni tahmin ettiğim kadar eğlendirmek yerine tiksindirdi. Kesinlikle lahit ya da ceset görmek istemiyordum. Tony​ kendi telefonunu çıkardığında ne yaptığını anlamaya çalışarak ona baktım. Fenerini yaktı ve yolculuk boyunca ilk kez gördüğüm bir ifadeyle içerideki koridoru incelemeye başladı. O an fark ettim; Duvarın köşelerinde anlayamadığım minik, oyma çizimler vardı. Tony çizimlerden üçgene benzeyen, içinde güneşi andıran bir şekil olan simgeye dokundu. Simge en belirsiz olandı ve iyice tahrip olduğu için silinmek üzereydi. "Sanırım burası adyton." "Ben tarih okumadım. Arkeolojik terminolojiden pek bir şey anlamam." "Demek istediğim, burası tapınağın en kutsal odası." En kutsal oda mı? Bu harikaydı çünkü kulağa sanki içi altınlarla dolu bir odaymış gibi geliyordu. Kendimi karaya vurmuş bir gemi kazazedesi gibi hissediyordum, kurtulmuştum. Taş bu odada değilse, başka nerede olabilirdi bilmiyordum. Tony şaşırarak bana döndü. "Ah, Eva. Piramidin orta kısmındayız. Mısırlılar, buraya merkezdeki ateş derler." Bir süre sonra "Sen," dedim şaşırarak. "Orada ne yazdığını anlayabiliyor musun?" "Pek değil." diye cevap verdi ve bir homurtu çıkardı. "Çoğu silinmiş. Ama bir zamanlar, buranın Osiris'in koruması altında olduğuna dair bir şeyler yazıyor olmalı." Bir anda içimi bir heyecan dalgası kapladı. Hepsi söylediği isim yüzündendi. "Osiris?" dedim, adamın adı dudaklarımda yabancı dururken. Hatırlamaya çalışırken gözlerimi havaya kaydırdım ve niyeyse anında hatırladım. "Ah, bekle. Onu biliyorum. Şu ölüm tanrısı değil miydi?" "Öyle. Vay canına, tarihle ilgili bir şey biliyorsun. Etkilendim." Alay edişi yüzünden dediklerini duymazdan gelerek "Mısır Tanrıları'nı izlemiştim." diye itiraf ettim. Filmi hatırlarken tatsız bir gülümsemeyle dudaklarımı kıvırdım çünkü o filmi izlememin tek sebebi oyuncu kadrosunda Nikolaj Coster'ın yer alması ve onun da filmin çoğunda kaslarını görebileceğim bir şekilde dolaşmasıydı. Bir de Emma ısrar etmişti. O yüzden. Çünkü ben ya tüylerimi diken diken edecek korku seanslarını ya da sonunda oyuncu kadrosunun yarısından fazlasının öldüğü aksiyon filmlerini tercih ederdim. Eskiden onları kaydeder ve bütün bir cumartesiyi yatak odamda patlamış mısır yiyerek ve korku filmi izleyerek geçirirdim. Bazen annem de bana katılırdı. O zamanlar bunun beni çok mutlu ettiğini hatırlıyorum ama o öldüğünden beri bunu hiç yapmamıştım. Neyse ki olası bir zombi istilasında nereye gitmem gerektiğini biliyordum. "Film mi? Ve tekrardan, o eski cahil oldun." Gerçekten cahil mi demişti o bana? Dayanamayıp yüksek sesle güldüm çünkü bazen cidden 'komik' oluyordu. "Sence de cahillik göreceli bir kavram, değil mi Tony? Ben sana olimpiyatlarda uzun mesafe koşularının kaç metreden başlayıp bittiğini soruyor muyum?" "Haklısın, affedersin." derken kulakları ve boynu kırmızı bir renge bürünmüştü. Utanmış mıydı? Şirin görünüyordu. "Beş bin metreden on bin metreye kadar çıkar." diye yanıt verdim onu daha fazla zorlamamaya karar vererek. Sonra da ona kısa bir bakış fırlattım. "Osiris, diyordun." "Osiris, Mısır mitolojisinde yeniden doğuşun tanrısı olarak tanımlanır. Adının anlamı 'reankarne olan' demektir. Aslında bir zamanlar Mısır'ın tek gerçek hükümdarıydı ve o zamanki halk için neredeyse güneş Tanrısı Ra kadar önemliydi. Onu diğerlerinden daha çekici yapan şey neydi biliyor musun?" "Hayır,'" dedim merakla değişen bir ifadeyle kaşlarımı kaldırarak. "Hiçbir fikrim yok." "Osiris aynı zamanda da bir insandı. Her insan gibi acı çekmiş ve ölümü tatmıştı. Sonra bir Tanrı olarak yeniden uyandı. Adının anlamı da buradan geliyor." "Hadi canım," dedim, sıradan bir insan için bunun ne kadar garip olduğunu hayal etmeye çalışarak. Ölmekten, mumyalanmaktan ve yeniden uyanmaktan bahsediyorum. "Ama bu kesinlikle çok garip. Mısırlılar mezarlarına Osiris'i bu şekilde işlemezler. Böylesini ilk defa görüyorum. İçeride her ne varsa, gerçekten önemli bir şey olmalı." Başta alaycı olsa bile daha sonra yeniden ciddileşmiş, kuşku sesini bastırmıştı. Bense içerideki şeyin 'önemliden' ziyade 'değerli' olduğunu düşünüyordum. Tony​ kirli duvara parmaklarının ucuyla, sanki ona zarar vermekten çekiniyormuş gibi dokundu. Duvarı okşadı ve yere düşen birkaç döküntünün ardından başka çizimler de kendini gösterdi. Hiçbirinin ne anlama geldiğini anlamadım elbette. Umurumda da değildi. "Böylesine değerli bir odayı neden kral odasından bu kadar uzakta yapsınlar?" diye devam etti Tony. "Belki de​ kimsenin bulmasını istemediklerindendir." dedim ve bu düşünce aklıma girdiği anda kaşlarımı çatmama neden oldu. Ne hissettiğimi gizlemek için omuzlarımı silktim. "Bilmiyorum, benimki sadece bir fikir. Sonuçta ben tarih okumadım. Sen ne diyorsun?" "Hayır, muhtemelen haklısın. Ve lütfen, hiçbir şeye dokunmaya kalkma." Ah, ama kesinlikle bir şeylere dokunmak istiyordum. Güldüm sadece. "Bana soracak olursan, orada yazan şey bir öneri." "Sana göre girilmez işareti de bir öneri." Şey... Evet. Buna itiraz edemeyecektim. "Ah, lütfen," derken alaycı bir edayla ona bir bakış fırlattım. "Sakın bana Osiris'in savunmasına inandığını söyleme." "Şey... Pek inanıyorum denemez." diye ağzında geveleyerek konuştu. "İnanma zaten. Belli ki bilmem kaç yıllık bir batıl inanç bu." "Hmm... Kabaca, dört bin beş yüz seksen dokuz yıllık olsa gerek." Bunu duyar duymaz ağzımdan boğuk bir ses çıktı. Daha çok inleme ile gülme arasında bir şeydi. Daha iyi görebilmek adına cep telefonumun ışığını Tony'ye tuttum ve yüz ifadesinden şaşkınlığımdan ne kadar eğlendiğini gördüm. Dudakları keyifle yukarı kıvrılmıştı. "Kaç," dedim ama sesim tam ortadan çatladı, akordu bozuk bir keman gibi ses çıkarıyordu. Boğazımı temizledim. "Kaç yıllık dedin?" "Dünyanın yedi harikasına girmiş, dört bin beş yüz seksen dokuz yıllık bir batıl inanç bu. İçeride ne olduğunu kim bilir. Hem inan bana, Mısırlılar tuzak kurma konusunda oldukça yeteneklilerdir." Tony'nin sesi oldukça resmiydi ama bunun yanında -zannederim- endişeliydi de. Yine de​ on puanlık kelime oyunu beni güldürmüştü. Vay canına. Bu... Gerçekten oldukça eskiydi. "Zaten kapıyı açtık, değil mi? Ve hâlâ hayattayız. Kokuşmuş, ölü bir ceset ya da sinirli Tutankhamun yok. Haydi, içeride ne olduğuna bir bakalım. Umarım bir tür hazine odası vardır." Bir adım attım. İçimde tarif edemeyeceğim bir heyecan vardı. Meraktı bu. Kesinlikle meraktı. Bir an önce içeri girmek istiyordum ama hayat bazen istediğimiz gibi gitmez, değil mi? Tony​ öyle hızlı bir şekilde uzanıp dirseğimi tuttu ki, beni geri çektiğinde ona karşı çıkamadım. Dokunuşu sert değildi ama yine de beni elinden geldiği kadar zapt etmeye çalışıyordu. Ben ne olduğunu anlayana kadar bedeniyle önüme geçmiş, koridor ile arama girmişti. "Aman Tanrım! Hayır! Asla olmaz! Orada dur!" Gafil avlanmıştım. İtiraz etmesini beklemiyordum sanırım. Şaşkınlığımı atınca yumuşak, tatlı bir sesle "Haydi ama, bakmak istediğini biliyorum." dedim içeriyi işaret ederek. "Sen​ tarih okumuyor musun? Bunun için benden daha heyecanlı olman gerekirdi." "Beni duyuyor musun sen? Hayır dedim zaten." "Tony,​ bu-" "Hayır, hayır. Kesinlikle hayır. Ben buraya sadece ve sadece sana göz kulak olmak için geldim, başımı belaya sokmak için değil!" Derin bir nefes aldım ve var olan sorunum için bir çözüm düşünmeye çalışırken dilimi dudağımın iç kısmında gezdirdim. Doğrusu, bu hiç de​ planladığım gibi gitmiyordu. Öfkelenmeye başlıyordum. Tekrardan koridora baktım ama bunu yapınca içim ürperdi. Karanlık yüzünden hiçbir şey fark edemiyor olmama rağmen, oradaki her şey bana 'Gel ve gör' diyordu. Görünmeyen bir âlemden gelen yanıtlar dışında, buraya gelişimin nedeninin orada olduğuna yemin edebilirdim. Hem ne derler bilirsiniz, arayan bulurmuş. "O halde sen burada kalabilirsin." Elimi salladım. Ağzım meraktan kupkuru bir halde, "Ben tek başıma giderim." diye ekledim. Tony'nin yüzünde ne kadar iğrendiğini gösteren bir ifade belirip kayboldu. Gülümsediğinde tişörtüyle uyumlu beyaz dişleri ortaya çıkmıştı. "Bu çok salakça olmaz mıydı Eva?" "Tavanında akreplerin olduğu bir koridorda beklemek kadar salakça olmazdı bence." Tereddüt etmedi değil, ama sıvışmaya çalışmaktan da vazgeçmedi. "Biliyor musun, sanırım yine de şansımı deneyeceğim." "Tabii, dene. Ama bir tanesi seni sokacak olursa, bu lanet yerde doktor olmadığını unutmamaya çalış." "Hah, tam da beni tehdit ediyormuş gibi konuştun." "Zaten seni tehdit ediyorum. Ölecek bile olsan seni taşımam. En iyisi benimle gelmen." Alaycı bir tonla bunu derken sırtım ve başım dik bir halde manikürlü ve ojeli tırnaklarıma dikkatle bakıyordum. Sesim tahmin ettiğimden daha soğuk çıkmıştı. Zaten tahripkâr davranıp onu kışkırtmaya gerek yoktu. Tam bir cadaloz gibi görünüyor olsam da bu taktik her zaman işe yarardı. Fakat sonra kendime şaşırdım. Neden benimle gelmesi için ısrar ediyordum ki? Oysa akreplere canlı yem olsa bile umurumda olmayacağını düşünürdüm. İçten içe onunla uğraşmayı seviyor muydum yoksa? "Ciddi değilsin." diyerek şansını denedi Tony. "Bu sadece bir blöf." "Tamam, dene beni." diye meydan okudum ona. Gözlerini kıstı. Yalan söylediğimi asla belli etmeyen bir ifadeyle omuzlarımı silktim. Sonra sessizlik çöktü. Sonra Tony​​ o kadar yüksek bir sesle inledi ki, biri duysa onu boğazladığımı düşünürdü. Bir yandan da ellerini bana doğru sallıyordu. "Bu çok saçma Eva! İçinde ne olduğunu bile bilmediğim bir yere seninle gelmem için beni tehdit edemezsin!" diye bağırdı. Böyle deyince kendimi neredeyse kötü hissedecektim, neredeyse. Gözlerimi devirerek ne hissettiğimi gösterdim. "Çok dramatiksin." diye yakındım. Tony'de karşılık olarak sanki beş yaşındaymış gibi somurtarak kollarını göğsünde kavuşturdu. "Emma'yla kalmalıydım. Neden biliyor musun? O beni asla tehdit etmezdi." "Ah, o kimseyi tehdit etmezdi." "Evet. Etmezdi. Sizin kardeş olmanız mümkün değil. Emma benim tanıdığım en kibar, en akıllı kız. Sense... Bir delisin sen!" Dudaklarımdan gülmek ile şaşırmak arasında bir ses çıkmasına engel olamadım. Daha önce kimse bana deli demediğinden değil ama konunun buraya nasıl geldiğini anlamamıştım. "Ne?" dedim, çünkü başka ne diyeceğimi bilmiyordum. Cesur bir tavırla "Beni duydun." diye sürdürdü; Devam ediyordu bir de. "Evet ama yanlış duyduğumdan çok eminim. Bana deli olduğumu ya da Emma ile kardeş olmadığımızı söylememişsindir." "Ama söyledim." Telefonumun ışığı Tony'nin yüzünden yansıtarak mavi gözlerini parlatıyordu. Parmaklarını gergin bir ifadeyle kırışmış alnında dolaştırdı. Uzun, ince dudaklarını araladı ve çabucak "Ciddiyim. Bu imkansız." diye fısıldadı. "Birbirinizden o kadar farklısınız ki, mümkün değil." Kendime yardım edemedim ve ona tatlı tatlı gülümsedim. İşaret parmağımla Emma'nın tıpatıp bir kopyası olan yüzümü işaret ettim. "Hâlâ fark etmemiş olamazsın, Tony. Biz istemezsek sen bizi ayıramazsın bile. Gayet de kardeşiz bence." "Hah-hah. Komik kızsın Evala; Ama ondan bahsetmediğimi biliyorsun." Pekâlâ. Durum alaycı olmaktan bir sorun olmaya doğru yol alıyordu. Tony bana Eva değil de Evala demişti. Hiç iyi bir işaret değil. Hiçbir zaman tam adımı kullanmazdı çünkü bunu tercih etmediğimi bilirdi. Belli etmek istemesem de alınmıştım. Bu kelimeleri -Emma'ın her konuda benden daha iyi olduğunu- küçüklüğümden beri duyuyordum. Duymasam da biliyordum. Hislerimi elimden geldiğince derine gömmeye çalışırken iyice kayıtsızlaştım. Kibirle "Ben ondan daha iyiyim." diye karşılık verdim. Oysa içimde bir yerlerde, herkes gibi, Emma'ın benden daha iyi olduğunu biliyordum. O her zaman kibar, düşünceli, akıllı ve arkadaş canlısıydı. Bulunduğu ortamda bir güneş gibi parlardı. Bense kimsenin dikkat etmediği küçük bir yıldızdım. Kardeşimi elbette ki çok seviyordum. O benim tek gerçek arkadaşımdı. Her zaman benim için orada olmuştu. Yaşamımın onsuz nasıl olacağını hayal bile edemiyordum ama tüm bunlar, böyle düşünmeme engel de değildi. "Evet." dedi Tony, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Ani bir nefes alarak irkildim. "Ne? Ne eveti?" "Bilerek mi yapıyorsun?" "Hayır, gerçekten anlamıyorum." Derinden gelen bir sesle, benim de duyacağımı bilerek, "Evet. Bence de sen ondan daha iyisin." diye fısıldadı. Ah. "Benimle alay ediyorsun." diye devam ettim gözlerimi önümden ayırmadan. Dudaklarım sımsıkı bir hâldeydi. Dediği şey, bir şimşek darbesi gibi sarsmıştı beni. "Sende biliyorsun, seninle alay etmek için asla böyle bir şey demezdim." Şimdi Tony'nin gözlerinin içinde bir mahcupluk parıldıyordu. "Ben öyle biri değilim." Tepkisini merak ederek Tony'ye baktım fakat ben bunu yapınca o da uzaklara baktı. Ondan sonra da konuşkan bir adam olmayı bıraktı. Tırnaklarımı avucuma batırdım çünkü düşüncelerim beynimi tırmalarken tek yapabildiğim buydu. Bence de sen ondan daha iyisin, demişti. Doğru mu duymuştum? Eğer öyleyse, bunu diyen ilk kişi olabilirdi. Ama Tony'nin ifadesini okumaya kalmadan, az önce otomatik bir şekilde açılan koridora bakmak için bir adım attı. Bana bakmamak için özel bir çaba harcıyordu ve bunu görmemem için kör olmam gerekirdi. Sanki bana bir an bile bakacak olsa hipnoz olacaktı. Belki de söylediklerinde ciddiydi, kim bilir. Bense onu dinlemeyi tam bunu söylediği anda elden bırakmıştım. Belli etmemeye çalışıyordum ama kafatasımın içinde kocaman uyarı ikazları çalıyordu. Tony'nin büyük bir suçu yoktu, farkındaydım bunun, sadece içinden geldiği gibi davranıyordu. O yalan dolanla uğraşan bir adam değildi ama... Kahretsin! Bunu bana açık açık söylemesini, hele ki böylesine kasvetli bir ortamda söylemesini beklemiyordum. Tanrı aşkına! Yeri miydi şimdi? Burada, kelimenin tam manasıyla bir mezarın içindeydik. Bu pek de romantik sayılmazdı. Bir tepki vermek istiyordum ama ne kadar istersem isteyeyim, öyle uyuşmuştum ki, parmak uçlarımı bile kıpırdatamıyordum. Ki bu büyük bir şanstı çünkü hareket edebilsem muhtemelen onu tokatlardım. Kendime gelmem biraz zaman aldı ama başardım. Ah, Tony... Ben​ seninle ne yapacağım?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD