?2.BÖLÜM: YAŞLI GARİP FALCI

4647 Words
"Eva!" İsmimle birlikte bir şaşkınlık dalgası da bana çarptı. Arkamdan geliyordu ses. Yürümeyi bırakırken sanki faydası olacakmış gibi bir iç çektim. Sonra ismim tekrar söylendi, bu sefer çok daha nazikçe ve düşüncelerimin gittiği yönden rahatsız olduğum için ağzımın içinde bir şeyler geveledim - ne dediğimi bende anlamamıştım. Hem şaşkın hem de inanılmaz öfkeliydim. Kimsenin beni tanımasını beklemiyordum; Özellikle de kız kardeşimin yerini doldurduğum için beklemiyordum. Oyunculuk yeteneğim su götürmez bir gerçek olduğundan böyle bir durum pek sık olmazdı ama zaten burada 'beni' kim tanıyor olabilirdi ki? Seçenekleri düşündüm ama yine de aklıma bana seslenebileceğini düşündüğüm kimse gelmedi. İlerideki kamp alanına göz attıktan sonra dönüp bakışlarımı bana doğru yürüyen genç, sarışın adama çevirdim. Adam​ üzerinde eski bir bant baskısı olan tişört giyiyordu. Bantta eğimli, Latince harflerle 'Her şey zehirdir. Mühim olan dozdur.' yazıyordu. İlginç ve bence havalı bir tişört seçimiydi. Ve bu adamı tanıyordum. Tony'ydi bu, kız kardeşimin fakülte arkadaşlarından biri. Tony,​ Floridalı​ diplomat bir ailenin tek çocuğuydu. Onun hakkında bildiğim sınırlı birkaç şeyden biriydi bu. Sanırım buraya gelirken onun da burada olacağını tahmin etmem gerekirdi. "Merhaba, Eva. Nasıl gidiyor?" Cevap vermek yerine, gözlüğümün ardından Tony'nin bebek mavisi gözlerine baktım. O da gözlerini bana kilitlemişti. Daha önce fark etmemiştim ama çocuğun burnunun üzerinde minik minik çiller vardı. Ona yakışıyordu. Sonra, bir nedenle... Gözlüğümü çıkardım ve bakışlarımı etrafımızdaki diğer insanlarda gezdirdim. Zoe'yi ve annesini Mikerinos Piramidinin önünde fotoğraf çektirirken gördüm, Zoe annesinin yanağını öpüyordu. "Sana Emma​ söyledi, değil mi?" Tek dediğim buydu çünkü Emma'nın bir ikizi olduğunu bilse bile Tony'nin beni ondan bu şekilde ayırt etmesinin mümkün olduğunu sanmıyordum. "Bende​ iyiyim. Sorduğun için teşekkürler. İnanılmaz düşüncelisin." Yoldan çıkan dikkatimi yeniden Tony'ye vererek ona baktım. O kadar küstahça bir cevaptı ki bu, o değil gibi geldi bana. Tony genellikle gayet kibar bir insandır, hatta çoğu zaman bana kız kardeşimin erkek versiyonu gibi gelir. Bana dostça bir gülümseme verdi. Gözlerinde muzip bir ışık vardı ve sesindeki alaycılık beni de neredeyse güldürecekti. "Eh, iyi vakit geçirmene sevindim. Şimdi cevap verebilirsin. Sana buraya geleceğimi Emma​ mı söyledi, Tony?" diye yeniden sordum, çok daha yumuşak bir sesle. Evet. Bu çok daha iyiydi. "Evet." diye kabul etti. "Beni aradı ve çılgınca, aptalca bir şey yapmana izin vermemem için resmen duygu sömürüsü yaptı." Duyduklarıma inanamadım. Hayır. Tanrım. Hayır. Emma​ bana bunu yapmış olamazdı. On beş yaşında değildim ki ben! Çenemi kaldırdım ve parlak, yeşil bakışlarımı Tony'nin yüzüne öfkeyle diktim. "Yani seni başıma muhafız diye dikti. Öyle mi?" Ses tonumdan mıdır nedir, Tony​ ne diyeceğini bilemezmiş gibi alt dudağını ısırdı. "Şey... Tam olarak öyle değil, Eva. Bana kalırsa Emma sadece-" "Ben, o böceğe sadece iyilik yapıyordum!" Tony​​ bir adım geri çekilerek altın buklelerini karıştırdı. Yüzünde sıkıntılı bir ifadenin olduğunu görebiliyordum. Kısık bir sesle gülüyordu ve bence elinden bu kadarı geliyordu. Emma ve benim aramda kalmak onun için zor olsa gerekti. "Evet, biliyorum. Ne dememi bekliyorsun ki?" Bir şeyler demek için ağzımı açtım ama sonra pek de önemli olan bu küçük meseleye bu kadar öfkelenmeme izin verdiğim için kendime kızdım. Aklımı başıma toplamak için kafamı salladım. Tony'nin bir suçu yoktu ve çocukluk edip bunu gereğinden fazla büyütmeyecektim, öfkelenmekte hakkım olsa bile. Ve hayret verici bir şekilde, kendimi kontrol etmeyi başardım. "İşte, al." Tony​ büyük, üstünde 'Karanlık Tarafa Hoş Geldin, Kahvemiz Var.' yazan, koyu renkli bir bardak uzattı bana. "Emma için almıştım. Sen içebilirsin." "Kahve mi? Hayır, sağ ol. Sıcaklığın farkında mısın sen?" "Bu kola." dedi. "Kola mı?" diye yineledim. Ona komik bir bakış atmak için başımı eğdim. "Ne?" Bana karşı tek siperi gülüşü gibiydi. "İstemiyor musun yoksa?" "Hayır. Hayır, istiyorum." Gülümsedim ama zorakiydi. Bardağı elinden kaptım ve yürümeye başladım. Tony'de yanımda kamp alanına doğru yürümeye başladı. Buzlu kolamdan bir yudum alırken -Tanrım, sonunda!- Tony'nin gerçekten kötü bir yalancı olduğunu düşünüyordum. Emma kola sevmezdi ki. Asla. Belli ki bunu benim için satın almıştı. Derinlemesine baktığımda bunun anlamını bilmeyecek kadar toy değildim ama keşke olsaydım. Önünde sonunda bu tatlı, iyi çocukla yüzleşmek zorunda kalacağımı biliyordum. Bu varsayım, bunu bir süredir biliyor olsam bile midemin bozuk süt gibi ekşimesine neden oldu. Tony'nin Emma'nın yakın bir arkadaşı olduğu gerçeğini görmezden gelemediğim için 'Ne hissederse hissetsin, bana ne?' diye düşünemiyordum. Daha önce erkek arkadaşlarım oldu tabi ama prensip olarak Emma'nın arkadaşlarından biriyle asla çıkmadım. Ve şimdi neden bununla uğraşmak zorundayım? Tarihten anlamam. Çoğu zaman kibar değilim. Tony'nin yapmaktan hoşlandığı şeyler muhtemelen benim canımı sıkar. Düşünüyorum, düşünüyorum ama onun benden 'bu' şekilde hoşlanması için hiçbir sebep bulamıyorum. Gözlerimi kapatıp rahatlamaya çalıştım. Konuyu kafamdakilerden uzaklaştırmak için "Emma neden hasta oldu? Çok fazla çalıştığı için mi?" diye sordum. Bir dakikalığına bunu düşünüp uzaktaki seyyar bir standı işaret etti. "Hayır. Hasta çünkü her gün üç defa şu buzlu limonatalardan içti. Abartısız. Her gün. Üç defa." Daha yeni mi söylüyordu bunu bana? Başımı iki yana salladım. "Tamam süper zeka, öyleyse ona engel olmalıydın." "Sorun olmayacağını düşünmüştüm. Soğuk içeceklerin insanları hasta ettiğine dair bilimsel bir kanıt yoktur." "Ah," Gözlerimi ona dikerken kaşlarımı çattım. "Bunu bilmesem ölürdüm ama yine de ona engel olmalıydın." "Evet. Haklısın. Muhtemelen ona engel olmalıydım." Özür diler gibi omuzlarını silkti. Kabullenmesini beklemediğim için bunun karşısında tam olarak ne diyeceğimi bilemedim. Kolamdan bir yudum alıp düşünmemeye çalıştım. Öte yandan rahatlamıştım çünkü yeniden bir bilim adamı gibi konuşmaya başlasaydı Tony'nin yanından topuklamam gerekebilirdi. O sırada, Emma'nın adını söyleyen birinin sesini duydum. "Emma Andrew? Burada mısın?" Biraz gerilmiştim. En azından Emma'ya seslenen bir öğrenci olabilirdi ama bana gelen adam saçları şakaklarından kırlaşmaya başlamış, tarçın gözlü biriydi. Kırklı yaşlarının ortalarında görünüyordu ve herif bu kavurucu havada bile inanılmaz şık giyinmişti. Dirseğimle Tony'yi dürttüm. "Kim bu?" "Doktor Robert Maes Jonsson. Üniversitenin profesörlerinden biri. Bölümümüzün genel-" "Tamam tamam, anladım. Süper önemli biri." Emma'nın akademik kariyerini tehlikeye atacak bir şey yapma Eva. Emma'nın akademik kariyerini tehlikeye atacak bir şey yapma Eva. Emma'nın akademik kariyerini tehlikeye atacak bir şey yapma Eva... Bu mantrayı o adamla konuşmadan önce iyice aklıma kazımam lazımdı. "Günaydın, efendim. Bugün nasılsınız?" Emma​​ olsa aynen böyle derdi. Bir de sanki biri ona kocaman bir pamuk şeker hediye etmiş gibi gülümserdi. Gülümsedim. Tony​ bana kafayı yediğimden emin olmuş gibi bakıyordu, bu yüzden doğru yolda olduğumu biliyordum. "İyiyim. Sorduğun için teşekkürler, Emma." Profesör Robert Mael kucağıma bir yığın kağıt bıraktığında Tony kola bardağını düşmeden önce elimden alacak kadar hızlıydı. "Bunları benim için diğer öğrencilere iletebilir misin? Bir konuşma yapmak için şehrin diğer ucundaki bir seminere yetişmem gerekiyor. Şimdiden teşekkürler." "Ne? Ama ben..." Diyeceğim şeyi bitirmemi bile beklemeden Profesör pahalı, kol saatine baktı. Saçlarını karıştırdı ve gerçekten acelesi olacak ki, yanımızdan hızla uzaklaştı. Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım. "Bu adam beni niye ayakçı olarak kullandı ki şimdi?" "Buna insanlara yardım etmek deniyor Eva. Denemen için harika bir fırsat bence." "Tamam ama önce yardım etmek isteyip istemediğimi sorması gerekmez miydi?" Tony​ ellerini kaldırırken gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. Bu beni şaşırttı, ne kadar da neşeliydi. "İyi ki sormadı. Yoksa ona cehenneme git falan derdin herhalde." Ellerim bu kadar dolu olmasaydı ona el hareketi falan çekiyor olurdum herhalde. Tony kola bardağını çöpe atarken, bende kucağımdaki ağır kağıt yığınını inceledim. Yazılar o kadar küçük ve inceydi ki, ne yazdığını görmem için iki kez bakmam gerekti ve baktığımda bile ne olduğunu anlayamadığımda boş verdim. "Neyse, sana kolay gelsin. Benim gidip kitap-" Kağıt yığınını bir kolumdan destekleyerek atıldım ve topuklamadan önce Tony'i tişörtünün önünden yakaladım. Güneşte ısınmış kumaş, parmaklarımın arasında buruş buruş oldu. "Ah-hah, nereye gittiğini sanıyorsun sen? Bana yardım edeceksin!" "İstemiyorum, Eva." diye homurdandı. "Gel buraya, seni sersem!" Onu kendime çektiğimde, kahretsin ki, Tony​ dengesini sağlayamadı. Üzerime sendeledi. Omuzlarıma tutundu, uzun ve ince parmakları kemiklerimi sıktı. Şimdi sıcak nefesinin yüzüme çarptığını hissedebiliyordum. "İyi misin?" diyerek başımı kaldırdım. Yüz yüze geldiğimizde Tony başını eğdi. Sarı, kıvırımlı bukleler alnına döküldü. Kalp atışlarını duyabiliyor, sabit bakışlarımın altında çocuğun daha da kızardığını görebiliyordum. Böyle bir tepkiye neden olduğum için kendimi pataklamak istedim. Açıkçası, o uzun bacaklarla, onu çektiğimde dengesini sağlayabileceğini düşünmüştüm. Nihayet işlevsel fonksiyonları normale döndüğünde, Tony ellerini üzerimden çekti ve sanki cüzamlıymışım gibi benden birkaç adım uzaklaştı. "Özür dilerim, Eva." Ne için özür diliyordu anlamıyordum. Bunu gerek yoktu çünkü Tanrı biliyor ya, ne olduğu daha az umurumda olamazdı fakat zavallı çocuk utanmıştı. İfadesi allak bullaktı ve yüzünü acıyla buruşturduğunu görebiliyordum. Omuzlarıma tutunduğu için yere kapaklanmamış olmasına rağmen incinmiş olabileceği aklıma gelen ilk ve nedense 'tek' düşünceydi. O yüzden onu tepeden tırnağa inceledim ama beklediğimin aksine vücudunun hiçbir yerinde yara izi yoktu. Bana göre iyiydi. "Tanrım, ne karmaşa ama." diye yakınırken gergin gergin gözlerimi yuvarladım, omuzlarımı gerip ovdum. "Sen​ iyi misin?" diye sordu, hemen. İyiydim ama sorusunu duymazdan gelerek son derece umursamaz bir şekilde kağıt yığınının bir kısmını ona uzattım. "Yarı yarıya bölüşelim, ne dersin?" Rahatlasın diye biraz gülümsedim ona. Gevşemezse bana yardım da edemezdi ve bende tüm bu kağıtları kendi başıma dağıtamazdım. "Tamam." diye kabul etti. "Önden buyrun, Bayan Andrew." Bir ses bizi böldüğünde hareket etmek üzereydim. "Tony!" Birbirimize baktık, sonra ikimiz de​ sese döndük. "Çin yemeği söyledik, istiyorsan sende..." Gelen bir kızdı. Adını bilmiyordum ama kız beni fark edince susmuştu. Öyle ufak tefek bir şeydi ki, bir an onu süzmeden edemedim. Gerçekten bir üniversite öğrencisi miydi? Doğrusu buna pek inanasım gelmiyordu. "Emma! Sende gelsen ne güzel olur! Ne dersin?" "İsterdim ama yapmam gereken bir sürü iş var." Ağzımın köşesi alaycı bir ifadeyle büküldü ve kollarımı kaldırıp kıza kağıtları gösterdim. "Yaa." Kız üzgün bir şekilde dudaklarını büzdü, gözleri benden Tony'ye döndü. "Peki ya sen Tony?" "Bensiz devam edin." Tony'nin sesi o kadar ilgisizdi ki, kız sırt çantasının kulpunu sertçe kavradı. Kendinden hoşlanan bir kızla bu şekilde konuştuğu için Tony'i pataklamak istedim. Ve sonra konuştuğunda, sesi fazlasıyla neşeliydi. "Ben Emma'ya yardım edeceğim." "Ah!" dedi kız, sonra da büyük bir hayal kırıklığı altında kendini gösteren şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Bense Tony'ye yüzümü sıkıntıyla buruşturarak bakıyordum. Ne yaptığını sandığını bilmiyordum. Ama gerçekten, diploma alana kadar herkesin Emma'yı sevdiğini düşünmesini istemiyorsa eğer o ses tonuyla konuşmaya son vermeliydi. "Çok düşüncelisin, gerçekten Tony ama yardımına ihtiyacım yok." dedim zoraki bir kibarlıkla konuşup aralarına girerek. "Ama az önce bana dedin ki-" "Ah, fikrimi değiştirdim. Kendim halledebilirim. Sağ ol." Kağıtları ondan verdiğim hızla geri aldım. Göz göze geldiğimizde Tony'nin gülümsemesi dondu ve yüzünden derin bir hayal kırıklığı geçti. İstemiyorum demesine rağmen bana yardım etmek için neden bu kadar hevesliydi anlamıyordum. Ufak tefek kıza bir bakış attı, bir saniye sonra bakışlarını tekrar bana çevirdi. Salak değilse eğer ona neden böyle posta koyduğumu anlamış olmalıydı. Dişlerini birbirine bastırdığını ve çene hatlarının nasıl kasıldığını gördüm. Daha önce anlamadıysa bile şimdi anlamıştı. "Sen​ gerçekten can sıkıcı bir kızsın. Bunu biliyorsun, değil mi?" diye fısıldadı sadece bizim duyabileceğiniz kadar alçak bir şekilde. Kıza şöyle bir gülümsedikten sonra Tony'i kolundan tuttum ve kızdan uzakta bir yere götürdüm. Kızın bizi duyamayacağından tamamen emin olunca, "Senin derdin ne?" diye soludum. "Senin derdin ne? Niye kıçıma tekmeyi basmaya çalışıyorsun?" Bunu bu kadar doğrudan söylemesi rahatsız edici ve küçük düşürücüydü ama buna itiraz etmek için uğraşmayacaktım. Tüm dikkatimi ona odakladıktan sonra şüphesiz ve alçak bir sesle, "Öncelikle, kıçına tekmeyi bastığım falan yok. Ben sadece anlayışlı davranıyorum. Arkadaşın seni bekliyor." dedim. Doğruydu, ufak tefek kız orada duruyor ve o meraklı gözleriyle pür dikkat bize bakıyordu. Ben kıza bakarken ve hâlâ onun bir üniversite öğrencisi olduğuna inanmazken Tony'nin dudaklarından komik bir ses çıktı ve yüzünde ciddi olamazsın diyormuş gibi bir ifade belirdi. Sinir olarak iç çektim. "Kahretsin, Tony! Kızın verdiği tüm sinyalleri sana teker teker anlatabilirim ama o kadar zamanım yok. Ona bir bak. Açıkça senden hoşlanıyor. Git ve yemek ye işte." dedim sessizce. Sesimdeki sindirici tonun Tony'i irkilttiğini ve üzdüğünü görebiliyordum. Tam o sırada içimden gelen kibirli ve yüksek bir ses, 'Sen gerçekten duygudan yoksun bir pisliksin!' dedi bana. "Ama ondan o şekilde hoşlanmıyorum!" Biliyorum, diye çığlık atmak istiyordum. İçimdeki isteği duymazdan gelmeyi tercih ederken çok daha yumuşak bir sesle ekledim. "Sadece bir yemek. Onunla evlenmek zorunda falan değilsin. Güven bana. Hem seni davet etti, değil mi?" Ah, kim bilir, belki şansım yaver gider de ondan hoşlanmaya başlarsın. Bunu söylemesem daha iyiydi gerçi. "Seni de davet etti Eva." "Beni değil, Emma'yı davet etti." diye düzelttim. "Tanrı aşkına! Ne fark eder?" Fark ederdi çünkü benim Emma değil de kız kardeşi olduğumu bilseydi, eminim ki davet etmezdi. Bende ya da tavırlarımda bir sorun olduğundan değil -Tavırlarım her ne kadar tartışmaya açık olsa da- ama Tony'nin üzerimdeki ilgili gözleri kız için muhtemelen bir sorundu. "Benim tüm bu kağıtları dağıtmam gerekiyor Tony, biliyorsun. Git keyfine bak sen." Tony hâlâ cevabını duymayı bekleyen kıza bir bakış attıktan sonra bana baktığında kaşlarımı düz bir şekilde kaldırmıştım, bende bir cevap bekliyordum. Şaşkın bir şekilde kafasını sağa sola salladı. "Sana inanamıyorum Eva!​ Sen​ kötürüme bile bisiklet satarsın!" Ellerini cebine sokup kıza doğru birkaç adım attı. "İyi, gidiyorum. Kendine iyi bak." "Sende," diye ekledim neşeli neşeli. "Sonra görüşürüz." Kızla birlikte yanımdan uzaklaşırken Tony bir daha bana bakmak için dönmedi. Olanları düşündüm. Belki de umursamadığındandır. Ama sonra bilincimin altından yükselen bir ses çığlığı bastı; Ya da duygusal zekası gelişmemiş, hödüğün önde gideni olduğun içindir Eva, ne dersin? Kağıt yığınına tekrar baktım. Bunu yaparken bitirmek istiyorsam eğer bir an önce başlamam gerektiğini düşünüyordum. Aksi taktirde tüm gün sürerdi bu iş. Emma'nın öğrenci kartını çıkarıp güvenliğe gösterdim. Kadın kardeşimin fotoğrafına ve yüzüme dikkatle baktı. Fotoğraftaki gibi şirin bir şekilde gülümsedim ama gülümsememin gözlerime ulaşmadığına çok eminim. Kadın geçmeme izin vermek için kenara kaydı. Öğrencilerin çoğu grup halinde toplanmıştı ama itiraf edeyim, tahmin ettiğimden çok daha kolay bir işti bu. Ben kağıtları dağıtırken çoğu hiçbir şey söylemeden, hatta bana bakmadan alıyordu. Bir istisna dışında. "Hey, Emma!​ Bir baksana!" Ellerimdeki bir yığın kağıtla geri döndüm. Güzel giyimli, benden yaşça büyük görünen, mükemmel bronz tenli bir kız peşimden geliyordu. "Bir sorun mu var?" diye sordum. "Evet." "Pekâlâ." dedim. Kız kardeşin gibi nazik ve sevimli ol Eva, diye hatırlattım kendi kendime. Yapmacık olmadığını ümit ederek gülümsedim. "Nasıl yardımcı olabilirim?" Kız konuşmadan önce kağıdını havada iki yana salladı. "Benim kağıdım hasarlı. Yenisini ver." Mimiğimi oynatmaya üşenerek kağıda şöyle bir baktım. "Hasarlının anlamını tam olarak bildiğini sanmıyorum." "Bak. Bu bir yırtık." "O bir yırtık değil. Öyle olmak için yeterince büyük değil." "Yine de yenisini istiyorum." İnlememek için kendimi zor tuttum. Bu bir şaka olmalı. Berbat bir şaka. Ne tür bir öğrenci ufacık bir yırtık için kağıdını değiştirmekle uğraşırdı ki? Hastalanıp beni tüm bu angaryaya mecbur bıraktığı için kız kardeşime lanetler okurken ona doğru öyle ani bir şekilde adım attım ki, kız korkup geri sıçradı. "Bana bir bak." dedim. "Pansiyon odamda bir kâse karamelli dondurmayla keyfime bakıyor da olabilirdim ama burada duruyor ve çılgının tekiyle uğraşıyorum. Hayat adil değil." Konuştuğumda sesimde tehditkâr bir tatlılık vardı. "Ve sen gerçekten şikâyet mi ediyorsun?" "Ah! Sadece yeni bir tane ver işte, Emy." Emy? Bana -Kız kardeşime- Emy mi diyordu o? Soru sorar gibi "Emy?" diye tekrarlarken, kendime bu kızı dövemeyeceğimi hatırlatmak için içimden arka arkaya 'Onu dövemezsin Eva, isteyebilirsin ama yapamazsın, bu doğru değil.' diyordum. Aslında sorun ne dediğinde değil, söyleyiş şeklindeydi. Yumuşak ve tatlı bir sesle 'Emy' derken bunu yalnızca benimle alay etmek için söylediğini görebiliyordum. Yüzünde salakça bir ifade vardı. "Evet. Adın bu değil mi? Emy?" "Adım Emy değil." diye fısıldadım ona. "Ve sende bunu gayet biliyorsun. Az önce zaten bana adımla seslenmiştin." "Evet, ve ne?" Bundan gerçekten sıkılmış gibiydi, omuzlarını silkti ve bana hafifçe güldü. Onu dövemezsin Eva, isteyebilirsin ama yapamazsın, bu doğru değil. Bu, İŞE yaramıyordu. Kız parmaklarını kalbine götürüp sesini komik bir şekilde inceltti. "Ah, affedersin. Benim hatam. Öğretmenin evcil hayvanını mı tercih ediyordun?" Ve... İşte, tepemin tasını attırmayı başarmıştı. Etrafımızdaki birilerinin bize güldüğünü duydum ama konsantre olduğum tek şey önümdeki kız olduğu için gözlerimi ondan ayırmadım. Başka hiçbir şey radarıma takılmıyordu. Tüm bu angarya ve bu kız beni deli ediyordu. Dilimi alt dudağımın üzerinde gezdirdim. Sakin ve soğukkanlı bir şekilde, "Tamam." dedim ona. Üzerine doğru bir adım daha attım. Bir anda dip dibe geldik. Çileden çıkmış bir halde gözlerimi ona dikerken, fal taşı gibi açılan gözleri yüzünden kızın yüzünde şimdi gülünç bir ifade belirmişti. "Şikayetini şikâyet departmanı başkanı olarak değerlendirdim. İşte güzelim, al sana istemediğin kadar kâğıt." Kağıtları kucağına bıraktığımda kız son anda eğilip onlara sarılarak kağıtları yere saçılmaktan kurtardı. Bir adım geri çekildi ve o küstah, kendini beğenmiş yüzü beni tatmin eden bir şaşkınlıkla çarpıldı. Hâlâ ne olduğunu anlamamış gibiydi. Sonra bana beni oracıkta öldürecekmiş gibi baktı. "Emma!" diye haykırdı. Ah, demek şimdi adımı düzgün söylüyordu. Kız bir şeyler daha dedi ama onu dinlemiyordum bile. Sesi kulağıma sinir bozucu bir müzik parçası gibi geliyordu. Arkamı dönerek oradan uzaklaştım. Öğrencilerle uğraşmak ne zordu. Bu yüzden asla olmayacağım meslekler listesinde kocaman, kıpkırmızı harflerle öğretmenlik ve okul idareciliği yazıyordu işte. Başımı sallayarak gözlerimi kapattım ve açtığımda insanların daha az kalabalık olduğu bir köşede, her an parçalarına ayrılacağından korktuğum bir taşın üzerinde oturan, epey yaşlıca bir kadın gördüm. Kadının beyaz saçları iki yanından örgülüydü ve yüz yaşından büyük değilse eğer bende bir maymundum. İlgimi çekebilecek son şey olabilirdi bu ama ilgimi çekmişti çünkü kadın yüzüne fazla küçük gelen gözlerini doğruca 'bana' dikmişti. Neden bana bakıyordu? Bu çok rahatsız edici bir şeydi. Kadın kırışmış, incecik dudaklarıyla bana gülümsediğinde bende ona gülümsedim. Sonra işaret parmağını kaldırdı ve yanına gelmemi işaret etti. Omuz silkmeden ve buraya nasıl geldiğini merak ederek kadına yaklaşmadan önce bir süre durakladım. Mutlaka bir vekili ya da ailesi olmalıydı. Zavallı kadın, buraya yalnız gelemeyecek kadar yaşlı görünüyordu. "Tafadal," diye mırıldandım, birkaç büyük adımda yanına vardığımda. Saç örgülerinden biriyle oynarken, yarım yamalak bir İngilizceyle, "Dilini biliyorum kızım." dedi. Yoğun bir aksanı vardı ve cümledeki çoğu kelimeyi yuttuğundan ne dediğini anlamak için iyice kulak kesilmem gerekti. Şaşırdım ama şaşkınlığımı kendime saklamayı tercih ettim. Kibarca, "Falını okumamı ister misin?" diye sordu. Kaşlarım bariz bir merakla ve ilgiyle yukarı kalktı. "Falımı mı?" "Evet." diye yanıtladı. "Ben​ bir falcıyım." Evet, salak değildim, falımı okumak istediğinde bunu anlamıştım zaten. Onu duymazdan gelerek "Bu yasal mı?" diye sordum, işaret parmağımı çevirip etrafımızdaki tüm bu kalabalığı işaret ettim. "Burada durup milletin falını okumandan bahsediyorum." "Bilmem. Yasal olup olmaması umurunda mı ki?" Sadece hayal gücüm müydü yoksa sesinde bir bilmişlik mi vardı? İtiraz etmek ve umurumda olduğunu söylemek için ağzımı açtım. Sonra yüzümü buruşturdum ve yabancı bir insana neden yalan söyleyeyim ki, diye düşündüm. İstemeye istemeye itiraf ettim. "Hayır. Pek değil." Bir an çıt çıkmadı. "Öyleyse ne? Falına bakayım mı?" İlk düşündüğüm şey kadının uyanık dolandırıcılardan biri olduğu ve bugün ne de çok dolandırıcıyla karşılaştığımdı. "Bir dolandırıcı mısın?" diye sordum dank diye. Kadından kopan kahkaha yanıtımı bulup almama, gözlerimi memnuniyetsiz bir şekilde devirmeme ve homurdanmama neden oldu. Ve tabi ki, kulak tırmalayan o gıcırtılı sesiyle "Hayır, bir dolandırıcı değilim." dedi. Alaycı bir şekilde dilimin ucunu alt dudağımın içinde gezdirdim. "Bence bir dolandırıcı olsaydın taktik inceliği için aynen böyle derdin." "Muhtemelen." diye kabul etti. "Yine de falına bakacağım." Vaktim değerliydi, büyük ihtimalle bu kadınınkinden daha değerli ama daha önce hiç fal baktırmamıştım ve bu fikirle şaşırtıcı bir şekilde eğleniyordum. Hem bu ders dışı aktiviteye girerdi, değil mi? Hiç değilse arkaik dönemde kalmış, ölü, ürkütücü firavunların tarihini dinlemekten daha eğlenceli olurdu. Aniden beliren sempati dalgasını umursamamaya çalışarak etrafıma bakındım. WCU öğrencileri ilerimizdeydi, kağıtları verdiğim kız onları benim için dağıtıyordu ve başka bir ülkenin üniversitesinden bir öğrenci otobüsünün bölgeye girdiğini görebiliyordum. Biraz yumuşayarak "Pekâlâ," dedim. Yaşlı kadına geri döndüm ve meraklı gözlerle avcumdaki çizgilere baktım. Böyle şeylere inanmazdım ama bundan ne zarar gelebilirdi ki zaten. Nasıl olsa kadın bana uyduruk bir hikâye anlatacaktı. Yine de ipin ucunu kaçırmamak için söylemem gerektiğini düşündüm. "Bakabilirsin ama baştan söyleyeyim, benim sana verecek kadar param yo..." Kadın lafımı bitirmemi bekleme nezaketini göstermeden bana uzandı. Uzun ve kırışık parmaklarıyla bileğimi yakaladı. Tutuşu sıkıydı. Fazla sıkı. "Hey!" dedim sertçe. Beni öyle hızlı bir biçimde kendine doğru çekti ki, önünde dizlerimin üzerine düştüm. İnledim ama kadın acı dolu sızlanışlarımı duymazdan gelerek elimi kucağına yerleştirdi. Baş parmağını avcumun içindeki çizgilerde gezdirirken gözleri anlamlandıramadığım bir zevkle parladı. "Yani, ne? Her şeyi görebiliyor musun?" Bunu ezici bir kinayeyle söyledim. "Gördüklerim net değildir. Ben sadece hayatındaki önemli değişim noktalarını algılarım. Gerisi puslu bir sise benzer." Avucumu kocaman, kara gözlerinin içine soktu. Bu giderek gülünç bir hâl alıyordu. "Şimdi, bir bakalım... Bu senin kalp çizgin... Bu da yaşam çizgin..." Elimin içinde, baş parmağımın altındaki görünmez bir çizgiye dokundu. Çizginin üzerinde çalıya benzeyen işaret parmağını gezdirdi. Gıdıklanarak ürperdim. "Ama çok kısa kesilmiş. Daha uzun olması gerekiyordu. Şuraya kadar gelmesi gerekirdi." Aslında, eğlenceliydi. Sadece ne açıdan baktığınıza bağlı. "Devam et, lütfen?" "Genç yaşta öleceksin, bunun anlamı bu." "Ne?" Bir an hayretle kıkırdadım ve sonra bunun kulağa geldiği kadar komik olmadığını fark ettim, ne de olsa ölümden bahsediyordu. Kaşlarımı kaldırarak falcıya alayla baktım. "Sence de bu biraz ürkütücü değil miydi? Bana bu yılki yeni yılda piyango tutturacağımı ya da ne bileyim, tatlı, iyi geceler öpücüğü verecek bir Romeo bulacağımı söylemen gerekmez miydi?" Kadın, yok denecek kadar az olan kirpiklerinin altından beni süzdü. Yüzündeki ifadeyi okuyabiliyordum, açık bir kitap gibiydi. Ona inanmadığımı o da en az benim kadar iyi biliyordu. "Dokunmaman gereken şeylere dokunmayı seviyorsun, değil mi, seni hırsız?" Cümlenin sonunda ne dediğini fark ettiğimde aradan birkaç saniye geçmiş olmalıydı. Kulaklarım uğulduyor ve sıkıntı omuzlarımda tonlarca ağırlık gibi çöküyordu. Yanlış falan duymamıştım. Hırsız, bana hırsız demişti. Kalp atışlarım giderek hızlanırken nabzım yaşlı kadının tuttuğu bileğimi dövüyordu. Biliyor, diye düşündüm sadece. Elimi geri çekmeye çalıştım ama kadın çok güçlüydü. Demir bir pranga gibi elime yapışmıştı. Karşılaştığım bu orantısız güç bir an afallattı beni. O da​ bunu fırsat bilerek "Hırsızlık, çok kötü bir şeydir Evala." diye öğüt verdi bana. "Bırak beni!" diye çıkıştım, elimi elinden çekmeye çalışıyordum ve şaşırtıcı bir şekilde bunu başaramıyordum. İskelet kadar yaşlı ve ince görünmesine rağmen kadın yere serilmiyordu! "Senin sonunu getiren de bu olacak." diye devam etti, beni hiç umursamadan. Tehdit ettim onu. "Şimdi gitmeme izin vermezsen, sahip olduğum her şeyin üzerine yemin ederim ki, seni-" Hiçbir uyarı vermeden avcumun ortasına işaret parmağını bastırdı. Az kalsın çığlık atacaktım. Son anda kendimi tutmayı başarmış, alt dudağımı ısırarak sesimi geri yutmuştum. "Ve önünde uzun, zorlu bir yolculuk var. Kan, acı ve savaş görüyorum. Çok, çok fazla kan... Büyük bir savaş... Ve yeniden bir araya gelme..." Başını eğdi ve sanki bu mümkünmüş gibi elimin içine daha da yakından baktı. "Ve..." Son harfi uzatırken başını yana eğmiş, dilini damağına vurarak garip bir ses çıkarmıştı. Sonra birden gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı. Kadının düşünüş biçiminin nasıl olduğunu bilmiyordum ama şimdi dikkatini çeken, ilginç bir portreymişim gibi bakıyordu bana. Bu çok ama çok rahatsız ediciydi! Huzursuzca yerimde kıpırdandım durdum. Doğru olanın bu olduğunu düşünerek sabırla bekledim ama kadın bir türlü konuşmak nedir bilmiyordu. Filmin en güzel yerinde araya giren reklam gibiydi bu yaptığı şey. Daha fazla bekleyemeyince, en sonunda, "Ne?" diyerek araya girdim. Sesim beklediğimden daha aksiydi. Hiç istemesem de ne diyeceğini merak etmiştim bir kere. Belki saçma sapan bir histi ama yararsız değil... "İşte bu, çok ilginç." "Devam et," dedim. "Durma." Kirli çenesini saf bir gururla dikleştirdiğinde yüzündeki ifade bana Pamuk Prenses'in üvey annesini anımsatmıştı. Ah, o kadını seviyordum. Ama şu an bunun konumuzla alakası yoktu. "Ve zamanın, ölümün bile yok edemeyeceği bir sevgi görüyorum." diye yanıt verdi bana. Algılamam için birkaç uzun saniyeye ihtiyacım vardı. "Sevgi mi?" "Evet. Bir âşık, senin için." Bir âşık! Ona ters ters baktım. "Ben aşka inanmam." dedim, dediklerinden nedense sadece bu noktaya takılıp kalarak. Kesinlikle ciddi bir ilişki için uygun biri değildim. Aslında bu fikir beni ürkütüyordu. Belki de mantığım duygularımdan önce harekete geçtiği ve bu yüzden de hiç körkütük aşık olmadığım içindir. Bir şeyin varlığına inanmayınca başınıza gelmesi de o kadar imkânsız oluyordu sanırım. "Gerçekten inanmıyorum." diye yineledim. "Sırf buna inanmıyor olman, onun var olmadığı anlamına gelmez." Sırıttım. "Ama inandığım şeyler de var. Mesela hâlâ falcıların cebimi söğüşlemek için dandik hikayeler uyduran dolandırıcılar olduğuna inanıyorum." Kadının gözleri ısınıp yumuşamıştı ama ben bunu deyince buz kesti ve öfkeyle harlandı. Aramızdaki gerginlik öyle hat safhadaydı ki, adeta havada uçuşuyordu. Bunu duymanın kadını kızdıracağını biliyordum, o yüzden söylemiştim zaten. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Kadının ağzı düz bir çizgi halini aldı. Bozulmuştu. "Şekerim, gerçek olduğum çok açık." diye itiraz ederken bana minik, sinsi bir gülücük eşliğinde baktı. Şaşkınlıkla, "Yaa." dedim. Dudağımın bir kenarını kıvırırken saf yerine konulmaktan ne kadar nefret ettiğimi düşünüyordum. "Hırsız olduğumu nereden biliyorsun?" diye sordum tüm bunlardan aniden sıkılarak. "Beni pazar yerinde mi gördün? Yoksa o garip adamla iş birliği mi yapıyorsunuz?" Adamın sözleri zihnimin içinde süzülerek tüylerimi diken diken etti: 'Nasıl hırsızlık yaptığına ve bundan nasıl kurtulduğuna bakılırsa, etrafımdan dolaşmak için yeterli zekaya sahip olacağını düşünmüştüm.' demişti bana. Dişlerimi birbirine canım yanıncaya dek bastırdım. "Kosey'den mi bahsediyorsun?" derken kadının yüzü ışıklar saçan bir gülümsemeyle aydınlandı. İşte! Birbirlerini tanıdıklarını biliyordum! Elbette! Merakla, "Adı Kosey mi?" diye mırıldandım. "Ne tür bir isim bu?" "Arkaik dönemden kalma bir isim. Antik Mısırca. Yanlış anımsamıyorsam, aslan anlamına geliyordu." Bu sözler, bunu düşünmek için bir an durmama neden oldu ve sonra bunun beni hiç ilgilendirmediğini fark ettim. Adam, adına uygun bir şekilde bir aslanı... Hayır, bir dağ aslanını hatırlatıyordu bana. Zaten yırtıcı bir hayvan kadar sevilesiydi. Detaycı hafızam tekrar eyleme geçtiğinde herifin sokakta benimle nasıl dalga geçtiğini anımsayınca yüzümü nefretle buruşturmadan edemedim. Kadın sanki ne düşündüğümü biliyormuş gibi, yavaşça gülümsedi. "İlginç bir isim seçimi. Yine de muhtemelen bir dolandırıcıydı. Ve sende öylesin. Değil mi?" "Buna gereğinden fazla kafa yoruyorsun kızım. Birbirimize ne olduğumuzu mu söylüyoruz? Sende ahlaki yargıları olmayan, ucuz ve basit bir hırsızsın ve sürekli itiraz ederek canımı sıkıyorsun." Bekle, bir dakika. Ahlaki yargılarım derken? Ahlaki yargılarımda ne vardı ki? Eeeeh! Bu kadarı yeterdi! Bu yüzden B planına geçtim. İçimde yükselen panik duygusunu elimden geldiği kadar bastırmaya çalışarak, elimi kadının parmaklarından geri çektim. Hırsız değilim desem ve bunu inandırıcı bir şekilde yapsam bile bana inanmayacağı belliydi. O yüzden bununla uğraşmaya değmeyeceğini düşünerek bileğimi ovdum. Kadına ters, tehditkâr bir bakış attıktan sonra arkamı dönerek Tony'in yanına yürümeye başladım. Öfkeliydim, kimseye karşı bu kadar öfkelendiğimi de hatırlamıyordum. Adımlarım da buna uyacak şekilde hızlı ve sertti. Boğuk ve titrek bir ses arkamdan bağırdığında, hırsız olduğum bu kadar kolay fark edildiği için yüzümü sıkıntıyla buruşturmuştum. Kadın, "Dokunmaman gereken hiçbir şeye dokunma!" diye uyardı beni. Olduğum yerde durdum. Ne cüretle! Gerildim ve müthiş bir öfkeyle arkamı döndüm. Emma olmaktan vazgeçeli ve terbiyeli bir hanımefendi olmayı kenara fırlatalı uzun zaman olmuştu. Kafamdan geçen tüm lanetleri haykırmaya hazırdım ama sonra... Gözbebeklerim irileşti ve kirpiklerim titredi. Bir adım atıp daha dikkatli bakarken şaşkınlık bana Tony'nin adımı seslendiği zamankinden daha sert çarpmıştı çünkü kadın yok olmuştu. Yerinde yeller esiyordu. "Şaka mı bu?" Gözlerimi sımsıkı yumup açtım. Sanki böyle yaparsam peri anne sihirli değneğini oynatacak ve mucizevi bir şekilde kadın orada geri beliriverecekti. Öyle bir şey olmadı tabii, olmasını beklediğimden de değil. Bakışlarımı etrafta gezdirdim, biraz panikleyerek kalabalığın içinde örgülü, beyaz bir baş aradım. O kadar yaşlı kimse yoktu burada. Biri uzaktan Emma'nın adını seslendi. Her kimse, ona odaklanamadım. Avuç içimi alnıma dayayıp derin bir nefes verirken aynı anda içimi korkunç bir sıkıntı kapladı. Hayır hayır, yanlış görmüş olmalıydım. O kadın herhangi bir destek olmadan iki adım bile atamaz, bırakın ortadan yok olmayı. Bu, mümkün değil! Ama emindim, onu görmüştüm ve onunla konuşmuştum. Yüzündeki her bir kırışıklık gözlerimin önündeydi hâlâ. Bana 'hırsız' diye hitap ettiğinde hissettiğim öfke ve hayret öyle yoğundu ki, bunun sadece hayal gücümün bir ürünü olmasına imkân yoktu. Emma'nın tatile ihtiyacı olduğunda, hastaneye gitmesi gerektiğinde ya da final haftasından bir gece önce üç bardak espresso içmek zorunda kaldığında yapıp durduğu gibi parmaklarımı saçlarımın arasında gezdirdim. Aynı tike sahiptik. Huzursuz ya da sinirli olduğumuzda istemsizce yaptığımız bir şeydi bu. Muhtemelen ikimizin de meditasyona başlaması gerekiyordu. Aslında hemen, şimdi bir meditasyona ihtiyacım vardı. Emma​ için not çıkarıyor olmam gerekirken, burada durmuş, yaşlı bir kadını arıyordum. Bir türlü söz dinlemeyen gerçeklik algım mantığımı bastıracak kadar yoğun bir hâle gelmişti. Bense bundan hiç mi hiç hoşlanmamıştım. Panik, -Beni polise teslim etmek için can atan iki güvenlik görevlisi yerine bir an sonra ne dediğini bile hatırlamayacak kadar yaşlı bir kadın yüzünden panik yaptığıma bende inanamıyordum!- dudaklarımın arasından bir kıkırdama olarak çıktı. Onu bulamayacağımı düşünerek falcı kadını aramaktan vazgeçtim. Bunu yaparken, umarım cehennemin dibine gitmiştir, diye düşünmeden edememiştim. Yaşlı bir kadın hakkında böyle düşünmenin yanlış olduğunun farkındayım, bundan gurur duyuyor sayılmam ama beni sinir etmişti. Daha önce kimse bana bu kadar açık bir şekilde hırsız dememişti! Bunun farkındalığıyla ürperdim ve neredeyse içgüdüsel bir şekilde avcuma bakmak için elimi kaldırdım. Ne kadar bakarsam bakayım bu çizgiler bana anlamsız geliyordu. Uzun, zarif parmakları olan sıradan bir eldi işte. Orada hırsız olduğumu gösteren bir şey yoktu, ölümüm bile yok edemeyeceği bir sevgi de yoktu. "Aklımı mı kaybediyorum?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD