?1.BÖLÜM: YER DEĞİŞTİRME

3587 Words
Lisedeyken atletizm takımının bir parçasıydım ve yıllar sonra bile berbat bir antrenörümüz olduğunu hatırlıyordum. Haftada en az üç kez bacaklarımı kesmek istememe neden olacak kadar koştururdu beni. Yere yığılıncaya kadar da durmama izin vermezdi. Öyle günlerde eve geldiğimde ter ve çim lekeleriyle kaplı olurdum. Kendimi banyoya atmak için acele ederken sürekli söylendiğimi de hatırlıyordum. Aslında düşününce komik bir durumdu çünkü iyi tarafında kalırsanız Koç Kenton büyük, pelüş bir ayıcıktan farksızdı. Kabul etmeliyim ki, son derecede de anlayışlı bir adamdı. Sorun bendim. Okul sonrası antrenmanlarına katılmadığım için Koç Kenton'un beni cezalandırma yöntemiydi bu. Beni ofisine her çağırdığında ceza alacağımı bilirdim ve ona minnettarım çünkü kadrodan atılmamam için ne gerekiyorsa yaptı. Çoğu asışlarımı yönetime rapor etmedi. Yine de onun bile bir sabrı vardı. İki hafta boyunca hiçbir antrenmana katılmayınca en sonunda beni sezon sonuna kadar takımdan çıkardı. En iyi koşucusunu takımdan atmaktan memnun değildi ve evet, itiraf ediyorum, sorumsuzluğuma olan tüm öfkesine rağmen ama okulun politikası böyleydi. Sezon bittiğinde Koç Kenton ile ilk ve son tartışmamızı yaptık. Hayatım için sorumluluk almaya başlarsam bir sürü üniversiteden yetenek bursu alabileceğimi söylemişti bana. O sırada sandalyede oturuyor ve bakışlarımı duvardaki eyalet haritasından ayırmamak için avuçlarımı sıkıyordum. Koç Kenton ise dikkatle beni izliyordu. "Konsantre olmakta güçlük çektiğini anlıyorum ama bundan öylece vazgeçme Eva. Bu senin için büyük bir fırsat. Böyle bir kayıtla buradan mezun olursan havada kaparlar seni." Bir şey diyememiştim çünkü bundan sonra antrenmanlara geleceğime söz versem bile gelmeyeceğimi biliyordum. O an tutamayacağım bir sözü vermek saçma gelmişti. Dürüstçe söyleyebilirim ki, antrenmanlar umrumda bile değildi ve olsaydı bile işe yaramazdı çünkü okuldan sonra olmam gereken başka bir yer vardı. Her zamanki gibi bunu düşünmemeye çalıştım. Derin bir nefes almış ve bir duraksamadan sonra kararımı vererek "Koç, bence beni takımdan atmalısın." demiştim. Sesim tahmin ettiğimden bile duygusuz çıkmıştı. Koç Kenton bana tam bir hayal kırıklığıymışım gibi bakmıştı. Onun için öyle olduğumu biliyordum; Bir hayal kırıklığı. Ondan sonra sadece ofisten çıkmamı söylemişti. Ertesi gün Koç Kenton'un raporuyla atletizm takımından atıldım. Ama adamın beni ölme seviyesine getirinceye kadar koşturduğu günlerin meyvesini yemiyor değildim. Başımı salladım ve dikkatimi yeniden pazar alanına verdim. Öyle hızlı koşuyordum ki, iki yanımdan uzayan tezgahlar puslu görünüyordu. Neyse ki ayakkabılarım böyle bir maraton için uygundu. En azından yerde kaymıyorlardı. Yani düşmeyecektim. Bu iyi haberdi. Kötü haber şu ki, böyle koşmayalı uzun zaman olmuştu ve ben az önce ısınmadan koşmaya başlamıştım. Büyük hata. Şimdi belimin aşağısındaki tüm kaslar yanıyor, kalbim patlayacakmış gibi atıyordu. Ve evet, koşmakla ilgili hatırladığım bir şey varsa o da bunun bir sorun olduğudur. Böyle giderse ya kaslarıma kramp girecekti ya da yarı yolda tıkanıp kalacaktım. O yüzden koşmayı bırakmadan mümkün olduğunca nefeslerimi kontrol altında tutmaya çalıştım. Güvenlik görevlisinin sesini tekrar duydum. Arkama bakmadım. Panik yapmadım. Pazar alanı hâlâ bir labirent kadar karışıktı. Bu durumda peşimden gelen inatçı güvenlik görevlisini atlatmam kolay olurdu. Ta ki birkaç metre ötemde başka bir üniformalı adam çıkana kadar... Adam​ öyle iri yapılıydı ki, kaşlarımı çatmadan kendimi alamadım. Bocaladım ve tavsadım. Sonra ayaklarıma daha da güç verdim. Adam yavaşlamamı bekliyordu galiba çünkü daha da hızlandığımı görünce gözleri kocaman oldu. Ama hakkını vereyim, cesurdu. Yolumdan çekilmek yerine atıldı ve beni yakalamak için kollarını açtı. Dediğim gibi, eskiden atletizm takımındaydım. Adam üzerime atladığında kendimi yere attım. Bacaklarım yerde sürttü ve toprak zeminde kaydım. Topuğumu kullanarak kontrollü bir şekilde durduğumda yerden tozlar havalandı. Saçlarımı yanağımdan çektim ve nefes nefese dönüp geriye baktım. Cüsseli adamla aramızda birkaç metre vardı. Yer değiştirmiştik ve onun yakaladığı tek şey havaydı. Adam​ şaşkınlıkla bana dönerken ifadesi yüzünden dudaklarımdan bir kıkırdama kaçtı. Doğruldum. "Şansına küs." Gözlerini kıstı, "Dur." dedi. "Hiç sanmıyorum." Yavaş yavaş gerilemeye başladım. Diğer güvenlik görevlisinin de geldiğini görebiliyordum. Kendimi bildim bileli sakin bir yapıya sahip olduğum için beni endişelendirmek için iki adamdan çok daha fazlası gerekirdi. Beni tutmaya çalışan hızla atıldı ama ben ondan daha hızlı ve muhtemelen de daha zekiydim. O beni yakalamadan bir saniye önce geri sıçradım ve ona tekme atmakla kaçmak arasında gidip geldim. Ama buna fırsat kalmadı. Zaman yoktu. Diğer görevli gelip bize katılmadan önce koşmaya başladım. Çileden çıkmış bir halde, kendi dilinde konuşarak, "Seni velet!" diye bağırdı peşimden gelen adam. Sonra kendi dilini bilmediğimi düşünerek yeniden İngilizce konuştu. "Dur yoksa ben..." Adamın sesini bölen şey korkunç bir düdük sesiydi. Bu sesi tanıyordum. Hemen 'Tren!' diye düşündüm. Başımı çevirdiğimde saat on treninin doğu tarafından buraya doğru geldiğini gördüm. Trene yüzümü sıkıntıyla buruşturarak baktım. Tüm bu angarya başımı ağrıtıyordu ve bir bu eksikti! Bir nefeste kararımı verdim. Güvenlik görevlisinin arkamda, dehşet içinde bağırdığını duyabiliyordum: "DUR! NE YAPIYORSUN? DELİ MİSİN SEN?" Ah, ya deliydim ya da fazla korkusuzdum çünkü trenin önünden öyle hızlı bir şekilde geçtim ki, bir an yüreğim diğer organları da alıp ağzıma kadar geldi. Durduğumda trenin rüzgârı yüzümü yaladı ve bir an heyecandan başım döndü. Bir türlü söz dinlemeyen kahrolası saçlarımı düzeltirken -Bir fırçaya ihtiyacım vardı- bir adım geri gidip trenle aramdaki şu iki santimlik mesafeyi açtım. Aman Tanrım! Bu tehlikeli bir şekilde yakındı! Bir daha asla böyle bir şey denemeyecektim, asla. Derin bir nefes alana kadar nefesimi tuttuğumu bile fark etmemiştim. Güvenlik görevlisi ile arama giren tren beni ondan saklıyordu. Bu bir rahatlamaydı. Yine de fazla zamanımın olmadığının farkındaydım. Benim kurtuluşum olan bu engel, fazla değil, birkaç saniye içinde aramızdan kalkacaktı. Çabucak ara sokaklardan birine daldım. Yakalanma riskim tamamen ortadan kalkana kadar yürümeye devam etmem gerekti ama devam edemez hale gelince durdum ve bir çuval gibi yere yığılmamak için elimle duvara tutundum. Aldığım her nefes beni çıldırtıyordu. Kesinlikle ısınmadan o kadar hızlı koşmamalıydım. Bacaklarıma saplanan ağrı Koç Kenton'un cezalarını anımsattı bana. O zaman da aynen böyle hissederdim. Ve lanet olsun, hava hâlâ cehennem kadar sıcaktı! Teksas'a doğru 150 millik bir araba sürüşü yaptığım günde bile bu kadar bunaldığımı hatırlamıyordum. Bir aynaya ihtiyacım vardı ama o an en prezantabl görünen olmadığıma emindim, o yüzden görmesem daha iyiydi. Nispeten sakinleştiğimde ilk düşündüğüm şey pansiyona geri dönmem gerektiğiydi. Kaldığım pansiyon uzakta değildi, buranın birkaç blok ilerisindeydi. Ama gitmek için döndüğümde hiç beklemediğim, ilginç bir şey oldu. Biriyle karşı karşıya geldim. Her kimse, zaten arkamdaydı. Reflekslerim sağ olsun, kendimi koruma içgüdüsüyle geri sıçradım. Ne olduğunu anlayınca elimi kalbime koyup öfkeyle çığlık attım. "Sikeyim! Ödüm koptu!" "Sen​ iyi misin?" Ben​ buna iyi demezdim. Sonunda sakinleştiğimde ve başımı kaldırıp adama baktığımda gözlerim hafifçe irileşti. Belki de​ bu kadar genç ve deyim yerindeyse 'kahrolası ateşli' birini beklemediğim içindi. Boyu benden bir baş uzundu, belki biraz daha. Uzun bacaklara, uzun bir boya ve belli ki son derece atletik bir bedene sahipti. Yine de​ son derece sade giyinmişti, omuzları beyaz bir tişörtün altına gizlenmişti. Şimdi ise doğruca yüzüme bakıyordu, adamın kurnaz bir zekayla derinleşen gözleri vardı. Sonra fark ettim. Gözleri sarı mıydı onun? Bakışlarım​ bir an şaşkınlıkla kısıldı. Evet. Evet, öyleydi. Gerçek olamayacak kadar parlak ve sarı gözler adamın açık renk teniyle garip bir tezat oluşturuyordu. Lens taktığını düşündüm ama ne olursa olsun, sülfür sarısı yakışıyordu ona. Bu gözler gür, dalgalı ve dağınık saçlarıyla birleşince adamın buraya uyum sağlayan eksantrik bir havası vardı. O yüzden yerel halktan biri olduğunu farz ettim. Her neyse. "Bu bir şaka olmalı." diye yakınırken alnımı ovdum. Birinin dibime kadar girdiğine ve benim de bunu fark etmediğime inanasım gelmiyordu. Yabancı, başını bana eğip daha yakından bakarak "Korkuttum mu?" diye sordu. Daha önce fark etmemiştim ama sesinde keskin ve sert bir tını vardı. "Lanet olsun! Evet!" "Özür dilerim." Kesinlikle özür dilemiyordu. Biraz sıkkın bir tavırla atletik, uzun adamın karşısında dikilirken kaşlarımı çattım. Sesimi bulana kadar birkaç saniye geçti. "Senin sorunun ne? İnsanlara hep böyle sinsice mi yaklaşırsın?" "Ah, hayır." Uzun parmaklı eliyle alt dudağını okşadı. "Hayır. Yapmam." "Ne güzel." dedim sonunda konuşabildiğimde. Bu... Garipti. "Tamam." dedi o da. Benimle alay mı ediyordu? Bunu düşününce kendimi sırıtmaktan alamadım. Hiç şüphesiz tepkim onu eğlendirdi, dudaklarından belli belirsiz bir seğirme geçti. Yine de sinirlerimi bozuyordu. Ama bunu yapmıyormuş gibi görünerek kaşlarımı çattım ve ona doğru bir adım attım. Yüz yüze gelince adam sülfür sarısı gözlerini tehlikeli bir ifadeyle kıstı. Gözlerinde daha önce kimse de görmediğim bir parlaklık ve yoğunluk vardı. Koyu sarı benekler irislerinde dans ediyordu. Çok sakin görünüyordu ama sakinliğinin altında garip bir şey vardı, sanki beni hor görüyordu. Bu düşünceyle dişlerimi sıktım, daha güçlü görünmek için sırtımı dikleştirdim ve yeşil bakışlarımı ona sabitledim. "Yolumda duruyorsun." dedim. Hareket etmedi. Kıpırdamadı bile. "Hâlâ yolumda duruyorsun." diye tekrar ettim. "Öyle mi?" "Öyle." "Benim hatam. Nasıl hırsızlık yaptığına ve bundan nasıl kurtulduğuna bakılırsa, etrafımdan dolaşmak için yeterli zekaya sahip olacağını düşünmüştüm." Sesinde tüylerimi ürperten bir sükunet olmasaydı eğer buna gülerdim. Ve hâlâ yerinden kıpırdamamıştı. Herifin tek diyeceği buydu anlaşılan. Kesinkes benimle alay ediyor, diye geçirdim içimden. Tamam. Sabrım taşmıştı. Ona bir adım daha yaklaştım, dibine kadar girdim ve çenemi kaldırıp inatçı gözlerimi acayip, sülfür sarısı gözlerinden kaçırmadan tane tane söyledim. "Hâlâ. Yolumda. Duruyorsun. Kahrolası. Piç." Bunu dediğimde öfkemi hissetmiş olmalıydı. Hissetmemesinin imkânı yoktu çünkü bu öfke beni içten içe yiyip bitirecek kadar yoğundu. Ama tek yaptığı gaddar bir biçimde, kibirli bir zarafetle gülümsemekti. Sonra bir adım geri çekildi ve beni saç uçlarımdan ayak uçlarıma kadar süzdü. Soğuk gözleri en çok avucumda sıkı sıkı tuttuğum kolyeye takılmıştı, o bakınca kolyeyi daha sıkı tutmaya başlamıştım çünkü irislerinde memnuniyetinin arttığını gösteren, vahşi bir ifade vardı. Tekrar bana baktı ve Tanrım, bana sanki ondan daha aşağı bir şeymişim gibi bakıyordu. Bunu fark etmek omurgamdan aşağı bir ürperti indirdi. Çekici ve sevimli olabilirdi ama hayır, çekici ve sinir bozucu derecede kibirli olmalıydı. Gerçekten kahrolası bir piç, diye düşündüm. Yine de, öfkem ne kadar derin olursa olsun, tüm içgüdülerim beni bu adamdan uzak durmaya zorluyordu. Adamın derisinin altında ne yattığından emin değildim ama şimdi gözlerinde içimdeki tedirginliği arttıran bir ifade vardı. Ondan hoşlanmamıştım. Kesinlikle ürkütücüydü. Tehlikede miydim? Kendimi koruma içgüdüm bir yay gibi gerilmeme neden oldu. "Çekil önümden!" diyerek omzuna dokundum. Omuzundaki her bir kasın gerilişini hissederken adamı öfkeyle ittirip yanından geçtim. Arkama bir daha bakmadan oradan uzaklaştım. Koşmuyordum çünkü garip adamın bana baktığını hissedebiliyordum. Ondan çekindiğimi ya da daha kötüsü, korktuğumu düşünmesini istemiyordum. Kalabalık olmayan ara sokaklardan geçmeye özen göstererek Balsamina Pansiyon'a geldiğimde güneş tepede iyice yükselmişti. Gözlerimi kaldırıp beyaz taşlarla döşeli, yedi katlı binaya baktım. Binanın ön yüzündeki tabelada parlak harflerle 'Balsamina' yazıyordu, bildiğim kadarıyla bu bir çiçeğin Latince ismiydi. Balsamina, sekiz aydır benim evimdi. Ya da dokuz. Emin değilim. Eski ve ucuz bir yerdi ama olması gerektiği kadar temiz ve ferahtı. Bir keresinde pansiyonun sahibine rastlamıştım. Otuzlu yaşlarda, kısa bir süre önce boşanmış, güzel bir kadındı. Bir de hayatım boyunca gördüğüm en yaramaz erkek çocuğunun annesiydi. İçeri girdim ve ikinci kata çıkmak için merdivenlere yönelirken şortumun cebinden odanın anahtarını çıkardım. On yedi numaralı kapı koridorun sonundaydı. Anahtarımı deliğe sokarken derin bir nefes aldım ve içeride ne bulacağımı hayal ettim. Ah, hiç giresim yoktu ama bundan kaçış olmadığını da biliyordum. Kapıyı açtım. Ve uzun bir iç çektim çünkü karşılaştığım manzara hiç davetkâr değildi. Güneşlikler çekilmiş, odanın içi boğucu bir şekilde karanlığa gömülmüştü. Nefes alamıyorum, diye düşündüm kendi kendime ve tek düşündüğüm de buydu. Pencereye yürüdüm. Panjurları çekip açtığımda güzel, taze güneş ışığı odaya girdi ve etraf nihayet aydınlandı. Güneşin sıcaklığını tenimde hissettiğimde gülümsedim. Aynı anda arkamdan huysuz, boğuk ve hasta bir iç çekiş geldi. "Eva, ne yapıyorsun?" "D vitamini alıyorum." Kollarımı göğsümün altında kıvırdım. "Bir de hasta olmak için bula bula bugünü mü buldun diye merak ediyordum." Yorganın altından, cılız bir sesle "Çok komiksin." diye mırıldandı. "Hey!" dedim başka birine karşı duyamayacağım bir şefkatle. "Kafanı dışarı çıkar, salak. Boğulacaksın." "Hayır!" Gözlerimi yuvarladım. Normalde bu kadar inatçı değildi. Hasta olmak onu huysuzlaştırıyor olmalıydı. Kardeşime doğru yürüdüm ve homurdanmalarını umursamadan yorganı kafasından çektim. Sert bir sesle "Eva!" diye bağırdı. Duymazdan geldim ve yatakta üzerine eğilip ona dikkatle baktım. O da bana bir bakış attı. Yeşil gözleri kan çanağına dönmüştü ve burnunun ucu kızarmıştı. Saçı başı öyle birbirine karışmıştı ki, onları fırçalama isteğiyle doldum. Sonra endişem daha ağır bastı. Benimkinin tıpatıp aynısı olan yüzü hastalıktan bembeyaz kesilmişti. "Iyy," dedim. Hırıltılı bir sesle "Sakın söyleme!" dedi. "Bok gibi görünüyorsun Emma." "Biliyorum!" Sesi biraz aksiydi. Yorgunluğunu gülümsemesiyle bastırmaya çalıştı ama gülümsemesi gözlerine ulaşmadı. Yine de... Şirindi. Bunu nasıl beceriyordu? Bir öksürük dalgası ona çarparken Emma​ başını yana çevirip avcuyla ağzını kapattı, kulaklarına kadar kıpkırmızı kesildi. "Tylenol falan ister misin? Sanırım şu dolapta bir tane olacaktı." "Ah, lütfen." "Biraz bekle. Hemen geleceğim." Dolaba doğru yol aldım. İlaç yığının arasında doğru olanı ararken tüm dikkatimi yaptığım işe vermiştim ama kardeşim yine kardeşliğini yaptı ve vakit kaybetmeden "Sabahtan beri neredeydin?" diye sordu. Tabii ki anında kaskatı kesildim. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve buna ne yanıt vereceğimi düşünürken elimdeki ilaca bakakaldım. Tiksinerek, "Etrafı dolaştım." dedim. Bu, tam olarak yalan sayılmazdı aslında. "Hmm. İlgini çeken bir şeyle karşılaştın mı peki?" Kolyenin şortumun cebinde ağırlaştığını hissedebiliyordum. Şey. Bundan Emma'ya bahsetmesem daha iyiydi. Hiç hoşuna gitmezdi. "Sayılır." dedim sakin bir sesle. "İşte, al. Bu sana iyi gelecek." İlacı ve bir bardak suyu ona uzatırken Emma debelenerek yataktan doğruldu. Sarı, askılı bluzlarından birini giymişti. Altında da üzerinde civcivler olan iğrenç bir pijama vardı. Tekrardan Emma'ya çevirdim gözlerimi. Tableti yutup biraz su içince yüzündeki kızarıklık azaldı. Bardağı komodinin üzerine bırakırken bana sevgiyle gülümsedi. "Teşekkür ederim, sen bir hayat kurtarıcısın." "Ah, bundan bahsetme bile." Kız kardeşim kafasını sallayarak duyduğu memnuniyetsizliği dile getirdi. İç çekti ve geri çekildi. Dudakları buruk bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. "Saat kaç?" "Şey," dedim bunu neden sorduğunu anlayamasam da. Cevap verebilmek için bileğimdeki saate bir göz attım. "Neredeyse on iki olmak üzere. Neden soruyorsun?" "Önemli değil. Sadece benim- Bir dakika. On iki mi dedin?" Telefonunu şarjdan çekip aldı ve saati kontrol etti. Ekrandaki sayılar 11.55'i gösteriyordu. Sinir olmuştum. Sanki yalan söylüyordum. Kardeşimin paniğini de fark etmiyor değildim. Ne olduğunu sormak için ağzımı açtım ama ne olduğunu sormaya kalmadan Emma şimşek hızıyla yataktan fırladı. Hasta olduğunu tamamen unutmuş gibiydi! Sendeledi. Kusursuz, ahşap zemine kapanmadan önce onu omuzlarından yakalamayı başardım. Emma hâlâ sakinleşmemişti. Avuçlarının tersiyle ellerime vurup geri çekildi. "Geç kaldım, geç kaldım... Oof... Çok geç kaldım!" "Nereye geç kaldın?" Sırt çantasını yatağın altından aldı ve aceleyle masanın üzerindeki kitap yığınından birkaç tanesini içine doldurmaya başladı. "Gize'ye, kamp alanına... Her şeye." "Ne olmuş yani?" "Ne olmuş mu yani?" "Evet. Ne olmuş?" Her an bayılacakmış gibi görünen kız kardeşimi süzdüm. O ise hâlâ götüreceği kitapları seçmeye çalışıyordu. Eski Yunan Dili kitabını köşeye ittirdi ve altındaki Eski Mısır Dili kitabını alıp çantanın ön gözüne sıkıştırdı. O kitaba bir kere bakmıştım. İçinde tek bir İngilizce kelime yoktu. Latin alfabesi bile yoktu. İç çektim. Çok düşük bir ihtimaldi ama yeterince kibar olursam belki Emma'yı gitmemeye ikna edebilirdim. "Hastalıktan bayılmak üzeresin Emma. Boş versene. Bir ders kaçırdın diye kimse ölmez. Sıcak bir şeyler iç, yat uyu, keyfine bak." "Öyle deme," diyerek omuzlarını düşürdü. Devam etmeden önce uzun bir iç çekti. "Bunu kaçıramam. Tezim için çok önemli bir şey bu." "Doktoranı hangi alanda yapacağına karar verdin mi?" Bunun hakkında daha önce hiç konuşmamıştık. "Henüz değil." dedi. Parmakları şakaklarında geziyordu. Alnı bu düşünceyle kırışmıştı ve yüzünde neredeyse... Hayal kırıklığı vardı. "Kafam hâlâ çok karışık. Üniversite çalışmalarım için bana yeterince fon sağlıyor ama- ama beni oyalamayı kesmelisin! Gerçekten gitmem gerekiyor. Profesör beni görmezse çok kızar. Elbette anlayamazsın çünkü ondan hiç azar yemedin." Hatırladığım kadarıyla lisedeyken tarih derslerinin hepsinde uyurdum. İkiz kardeşim ise hastayken bile okula giden türden biriydi. Bunu söylemekten hoşlanmıyorum ama tam bir inekti. Liseden mezun olunca hemen WCU'ya başvuru yapmış, kabul edilmiş ve tarih bölümü okumuştu. Akademik kariyer yapmaya karar verdiğinde ve bölümündeki en iyi öğrencilerden biri olduğunda üniversite ve yönetim ona araştırmaları için destek fonu vermişti. Şaşırmamıştım çünkü Emma'yı profesör olarak düşünebiliyordum. Bu iş için biçilmiş kaftan gibiydi ve sanırım bu yüzden 'bir günde' West Chester gibi bir şehirden Mısır'ın egzotik topraklarına uçmayı 'normal' bir değişiklik olarak gördü. Başka bir durumda vize almamız bu kadar kolay olur muydu bilmiyorum. Tüm izinleri, prosedürleri ve ücretlerin büyük bir kısmını rektörlük halletmişti. Bazen, belki de çoğu zaman, kız kardeşimi çalışmaya karşı bu kadar güdüleyen şeyin ne olduğunu merak ediyordum. Ama bunu yapmasına izin verecek değildim, ne kadar azimli olursa olsun. Emma'yı omzundan yakaladım, masadan uzaklaştırdım ve yatağına geri sürükledim. "Hey!" dedi. "Bırak beni Eva!" Elinden geldiği kadar direndi ama benin elimden öylece kaçamazdı. Ayrıca benim çevikliğimden yoksun olduğunun farkındaydı. Onun spor yaptığı tek zamanlar fakültesinden kampüs kütüphanesine kadar yürüdüğü zamanlardı, ki o bile olsa olsa elli metredir. Onu zorla yatağa yatırdım. Kalkmaya çalıştı ama geri ittirdim. Gözlerimi yüzüne dikerek "Yat uyu artık Emma!" diye azarladım. İtiraz eder gibi, boğazından bir ses yükseldi. "Ama bitirmem gereken bir tez var ve Bay Robert..." "Boş ver onları." "Olmaz, ben..." Emma'nın bu inadı karşısında kaşlarımı çattım. Lanet olsun. Tamamen tezine güdülenmişti. Pek fazla seçeneğim yok gibi görünüyordu. "Öyle olsun." Gözlerimi beş saniyeliğine yumdum ve günün geri kalanında tarihle ilgileneceğimi düşününce midem bulandı. Emma bana masum gözlerle bakıyordu. "Ben senin yerine giderim. Notunu alırım, tamam mı? Zaten ilk defa yapmıyoruz." "Gerçekten yapar mısın?" "Tabi ki yaparım, Emma." Kaşlarını kaldırdı. "Ama sen tarihten nefret ediyorsun." "Evet. Biliyorum. Bunu sadece senin için yaparım zaten." dedim. Bu onu güldürdü. "Şey... Bildiğim kadarıyla bir üçüzümüz yok. Tabii bunu sadece 'benim' için yaparsın." dedi dalga geçerek. Onun basit şakası benim de gülmeme neden oldu ve tam da tahmin ettiğim gibi gülüşümü görmek hasta bile olsa Emma'nın keyfini yerine getirdi, içten bir ifadeyle gülümseyerek başını salladı. Sonra burnunu çekti ve yatağa iyice gömüldü. Hırıltılı bir sesle "Seni seviyorum Eva." dedi. Yüz ifadem değişti, sesindeki içtenliği duymak beni afallatmıştı. Ne diyeceğimi bilemedim. Bunu fark edince kardeşim uzanıp parmaklarıma dokundu, hafifçe sıktı. "Ve teşekkür ederim. Gerçekten." Belli belirsiz gülümsedim. Sonra tüm gün boyunca tarih dinleyeceğim aklıma geldi ve tüm keyfim kaçtı. Biraz endişeli bir ifadeyle masanın üzerindeki kitaplara doğru baktım. Çoğu Antik Mısır tarihi ve mitleriyle ilgiliydi ama kız kardeşimin evindeki kitaplarının yanında bunların hiçbir şey olduğunu biliyordum. Emma sürekli onları ortada bırakırdı. Zincire Vurulmuş Prometheus adlı bir eseri elime alıp inceledim. Bir tragedyaydı. "Kitap götürmem gerekiyor mu?" diye sorarken kitabı masanın üzerine geri bıraktım. Aklım bambaşka bir yerdeydi. "Hayır. Sadece ses kayıt cihazını al. Ve küpeni de çıkar." dedi gülümseyerek. "Ben​ asla onu takmam." "Elbette takmazsın." İki kulak deliğimden sarkan, ucunda haç şeklinde küçük bir süs olan küpeye dokundum. Pansiyondan çıkmadan önce bunu taktığımı unutmuştum. İtiraz etmeden küpeyi çıkardım ve Zincire Vurulmuş Prometheus'un üzerine bıraktım. Emma'ya veda etmek için döndüm ama zaten uykuya dalmak üzereydi. Hafifçe iç çekti. Göz açıp kapayıncaya kadar da huzursuz bir uykuya daldı. O yüzden onu rahatsız etmemenin daha iyi olduğuna karar vererek en sevdiğim güneş gözlüğümü yanıma alıp odadan çıktım. Acele etmem gerektiğini biliyordum çünkü pansiyon şehir merkezinde değildi ve benim önümde uzun, yorucu bir yolculuk vardı. Bir buçuk saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından Kahire'nin bir bölgesine, oradan da başka bir otobüsle Gize'nin ünlü üç piramidin olduğu alana vardım. Otobüsten inerken insanların birbirini ittirmesi yüzünden az kalsın kafamı kırıyordum. Turistler ve yerel halk bölgeye akın ediyordu. Bense daha şimdiden bunalmıştım. Homurdana homurdana bir elimi kızgın, öğleden sonra güneşine siper ettim. "Zoe! Beni bekle! Nereye gidiyorsun?" En fazla beş yaşında olabilecek, yüzü çillerle kaplı bir kız çocuğu "Hey anne!" diye bağırdı. İlk içgüdüm ürkmekti çünkü çocuk hemen yanımda duruyordu. Boyu kısa olduğu için onu fark edememiştim. Annesi olduğunu düşündüğüm bir kadın otobüsten inip koşarak yanımıza geldi. Yaptığı ilk şey bir daha kaçmasın diye çocuğun elini sıkıca tutmak oldu, ki bakıcılık yaptığım günleri düşününce bunun zekice olduğunu düşündüm. "Yanımda kal demedim mi ben sana? Niye hiç söz dinlemiyorsun?" "Bir kelebek gördüm anne. Çok güzeldi, bu yüzden peşinden geldim ama sonra onu kaybettim." Bunu duyuyor olmak beni nedense hiç şaşırtmamıştı. Demek çocuklar böyle ortadan kayboluyordu. Annesi uzanıp Zoe'nin minik çillerle kaplı yüzüne dokundu. "Beni çok korkuttun tatlım." dedi. "Bir dahaki sefere -ne gördüğün umrumda değil- benimle kalacaksın, tamam mı?" "Tamam. Özür dilerim." Bana kalırsa çocuğun hiç de özür diler gibi bir hali yoktu ama kadın bunu fark ettiyse bile görmezden gelmeyi tercih etti. Bir an sonra Zoe neşeyle yerinde zıplıyor ve işaret parmağıyla piramitlerin olduğu tarafı işaret ediyordu. "Bu üçgenler ne? Ve neden bu kadar büyükler?" Bunun üzerine Zoe'ye bir bakış atmadan edemedim. Çocuklar ve onların bitmek bilmeyen soruları, diye düşündüm kendi kendime. Ona baktığımı hissetmiş gibi Zoe yüzüne fazla iri gelen mavi gözlerini bana çevirdi. Örgülü saçlarının uçlarını okşarken kocaman gülümsedi. Çenem ile piramitleri işaret ettim. "Onlar mezar." dedim. Ben bunu deyince çocuğun annesinin gözleri fal taşı gibi açıldı ve yüzüme garip bir ifadeyle bakakaldı. Neyi yanlış yaptığımı merak ettim ama sonra anladım çünkü Zoe annesine "Anne, mezar nedir?" diye sordu. "Kahretsin," diyerek dilimin ucunu ısırdım. "Affedersiniz." Çaresizlik içinde "Önemli değil." dedi kadın. Gözlerini çocuğa dikmişti ve sesi biraz tatlı-sertti. Eğer gerçeği söyleyemiyorsan gerçeğe en yakın şeyi söyle diye düşünmüş olacak ki çocuğa mezarların sonsuz güzellik uykusuna dalan insanları onurlandırmak için bir tür anıt olduğu hakkında dandik bir hikaye uydurdu. Ama çocuk haklıydı. Güneş gözlüğümü kaldırarak karşımdaki devasa yapılara huşu içinde baktım. Emma daha önce onunla birlikte buraya gelmem için milyon kere ısrar etmiş olmasına rağmen hiçbir zaman ondan yana olmamıştım. Şimdi ise itiraf etmekten haz almadığım bir pişmanlık duyuyor ve keşke daha önce gelseydim diye düşünüyordum. Gerçeğini görmek ile resmine bakmak arasında fark vardı. Hiç de aynı şey değillerdi. Gerçekte piramitler daha büyük ve daha güzellerdi. Aslında o kadar güzellerdi ki, çalınacak bir şey olsaydı eğer onları çalardım. Düşüncelerimin uygunsuzluğunu fark ettiğim anda mantığım devreye girdi ve beni içinde bulunduğum durumdan kurtardı. Aklımda neler dönüyordu! Bu hiç hoş değildi. Kabul ediyordum. Özellikle bunlardan birinin Dünyanın Yedi Harikasının içinde olduğunu düşününce. Üstelik tarihi eserlerin 'ilgi alanımda' olmaması bir yana, bunun için kendimi zorlamam da anlamsızdı. Sadece dalga geçiyordum. Başımı iki yana sallarken kendim bile şaşırarak bir kahkaha patlattım. Sonra zaten çok geç kaldığım ve burada beklediğim her dakika zamanım tükendiği için acele etmem gerektiğini fark ettim. Biraz ilerideki bir kamp alanı, bir grup öğrencinin ve araştırma görevlisinin toplandığı yerdi. Üniversitenin tanıdık flamasını fark edince doğru gördüğümden emin olmak için gözlerimi kıstım. Pekâlâ. Bu kesinlikle WCU'nun armasıydı. Sanırım orada olmam gerekiyordu. Kamp alanına gitmek için kıçımı oynatmadan önce elimi cebime attım ve neden yaptığımı bilmesem de parmak uçlarımı kolyenin buzlu, yeşil taşının üzerinde dolaştırdım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD