"Abin mi? O senin abin mi?"
"Bilmen gereken başka bir şey olup olmadığını sordun. Bilmen gerektiğini düşündüm."
"Evet, ama..." Birden sustum. 'Bunu derken bunu diyeceğini tahmin etmemiştim.' diyememiştim. Zaten o anda istesem bile yapamazdım çünkü kafamın içinde uçuşup duran düşünceleri zapt etmeye çalışıyordum. Bunu yapamayınca da iç çekerek alnımı ovmaya başladım ve papağan gibi aynı şeyi tekrarladım. "O senin abin mi?"
"Evet."
İsteksizce ilave etmişti.
"Ama anlamıyorum. Siz kardeşseniz niye ona saldırdın? Hem de beni kurtarmak için."
"Her ailenin kendi sorunları var... Ve benimkiler de pek hoş değil."
Tek dediğinin bu olduğuna inanamıyordum, keşke biraz daha ayrıntı verseydi.
Otobandan ayrılan yola vardığımızda Baris direksiyonu sola çevirdi ve şehrin içine girerek hızını biraz düşürdü. Bir an sonra gülüşüp sohbet eden insanlarla tıka basa dolu olan sokaklardan geçmeye başladık. Sanırım bu gece bir festival vardı. Her yer rengarenk fenerlerle, sokak müzisyenleriyle ve tuhaf kostümler giymiş insanlarla kaplıydı. Bir anlığına o insanlardan biri olmayı diledim; Sevgilisiyle dans eden şu genç, esmer kadın mesela... Ama onun yerine buradaydım; Beni öldürmek için can atan bir adamın kardeşiyle birlikte... Bu kulağa o kadar kötü geliyordu ki, kulaklarımı kesip atasım geldi.
Sonra yanımdaki adamı şüpheyle süzdüm. Tereddütle, "Az önce onun firavunun tek oğlu olduğunu söylememiş miydin?" diye sordum çünkü böyle bir şey söylediğinden neredeyse emindim.
"Öyle zaten. Gerçekten kardeş değiliz."
Tamam.
Kafam feci karışmıştı.
"Ama demin dedin ki..."
"Ben evlatlığım Eva."
Evlatlık olduğunu söylerken yüzünde en ufak bir duygu belirmemişti. Ciddiyim. Hiçbir şey. O yüzden 'evlatlık' kelimesinin tam olarak ne anlama geldiğinden emin değildim. Hem bu bana çok mantıksız geliyordu. Zaten bir varisi varken, bir firavun ne diye evlatlık edinirdi ki? Herhalde o büyük servetini paylaşmak için değildir? Bunu ona sormak için ağzımı açtığım anda Baris benden önce davrandı. "Biliyorsun, bana nerede kaldığını söylersen oraya daha çabuk gidebiliriz." diye adresimi istedi benden.
"Ah, tabii." diyerek camdan etrafa bakındım. Birilerini durdurup adres sormayı düşünüyordum ama buna gerek kalmadı çünkü tam olarak nerede olduğumuzu biliyordum. Sessizce tarifimi takip eden Baris beş dakika sonra arabayı pansiyonun önündeki kaldırımın kenarına park etti. Emniyet kemerimi çözerken göz ucuyla onun da aynısını yaptığını fark ettim. Sanırım o da benimle geliyordu. Bu küçük detayı çok da kafaya takmamaya çalıştım. Şu an en önemli derdim bu değildi ki. Harap olmuş kaportaya aval aval bakan insanları görmezden gelmek için ekstra çaba harcayarak pansiyonun kapısından içeri girdim. Huzursuz bir şekilde ceplerimi yokladım. Sonra anahtarımın yanımda olmadığını hatırladım. Doğru ya, Emma var diye yanıma almamıştım. Danışmada bekleyen yaşlı adama kendi anahtarlarımı odamda unuttuğumu söyleyerek yedek anahtarları istedim. Sorun çıkarmadan vereceğini, ancak daha sonra yedek anahtarları mutlaka iade etmem gerektiğini söyledi. Üzerinde bir sürü anahtarın dizili olduğu cam dolaba döndü. '17' numaralı anahtarı aradı. O bunu yaparken bende sabırsızca ayağımla yerde ritim tutuyordum. Ancak ve ancak bir tembel hayvan kadar hızlıydı. Bağırarak 'Acele etsene be!' dememe bir saniye kalmıştı ki, yaşlı adam 17 numaralı anahtarları cam dolaptan çıkarıp tezgâhın üzerinden bana uzattı. Şükürler olsun! Anahtarları kaptığım gibi gitmek için döndüm. Tüm bu süre boyunca Baris birkaç metre arkamda duruyor, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir halde sessizce işimin bitmesini bekliyordu. Yanından geçerken beni güvenli bir mesafeden takip ettiğini bilmek için dönüp bakmama gerek yoktu. Öyle yorgundum ki, merdivenler yerine şimdiye kadar hiç kullanmadığım asansöre yöneldim. Düğmeye bastığımda asansör sekizinci kata inip orada takılı kaldı. Uyarı düğmesi yanıp yanıp sönüyordu. Bir kere daha ve o işe yaramazsa diye bir kere daha bastım. Bu sefer her iki seferde de işe yaramadı.
Baris, "Çalışacağını zannetmiyorum." dedi.
Doğrusu bende pek zannetmiyordum.
Yumruğumu asansörün kapısına geçirdim ve yüksek sesle söylenmeden edemedim. "Oof ya! Asansör her gün çalışır ama bugün çalışmayacağı tuttu!" Baris tek kelime etmeden dönüp merdivenlerin olduğu tarafa yönelince arkasından bakıp omuzlarımı silktim. "Tabii. Bence de merdivenler harika fikir."
Normalde merdiven çıktığım için yorulmazdım ama tüm gece koşturup durduğumdan mıdır nedir, kaldığım odanın önüne geldiğimde yorgunluktan bayılmak üzereydim. İçeride beni neyin beklediğinden emin olamayarak anahtarı çevirdim. Ne de olsa Tony Emma'nın beni bulmak için pansiyona geldiğini söylemişti ama oda şüphe verici derecede sessizdi. İçeride biri var gibi de görünmüyordu. Umarım Emma aşırı panikleyip polise kayıp ihbarında bulunmamıştır, diye düşünerek kapıyı Baris için açık tuttum. "Önden buyur." derken kibar bir ev sahibi gibi davranmaya çalışıyordum. Otuz iki diş gülümsedim. Baris bana bir bakış attıktan sonra önümden geçip içeri girdi ve ben arkasından girerken pek de albenisi olmayan odayı inceledi. Çalışma masasının üzerinde duran ve daha önce bakıp da hiçbir halt anlamadığım Antik Yunan dilini anlatan kitabı eline alırken bende yedek anahtarları masanın üzerine bıraktım. Bir yandan da etrafa bakınıyor, gözlerimle kız kardeşimi arıyordum. "Dağınıklığın kusuruna bakma. Misafir beklemiyordum."
Umurumda değil, der gibi omuzlarını silkti.
"Şey," dedim ve onun aksine benim umurumda olduğu için yüzümü buruşturdum. Üstelik dağınık görünen tek şey de oda değildi. Bir de ben vardım. Giydiğim tişört toz toprak içindeydi ve tüm gece üzerimde kaldığı için her yeri kırış kırış olmuştu. Surat asarak parmaklarımı tişörtümdeki kırışıklıkların üzerinde gezdirirken birden kendimi çok pasaklı ve çirkin hissettim. "Bak. Kendi evin gibi rahat et, olur mu? Benim bir duş almam lazım. Şu anda muhtemelen berbat görünüyorumdur."
Baris, karşılık vermeden önce Emma'nın kitabını masanın üzerindeki yerine geri bıraktı. "Bence nasıl göründüğün dert edeceğin son şey olmalı Eva."
"Yine de duş alacağım, teşekkürler." diyerek yanından geçtim ve gardırobun bana ait olan bölümümden bedenime tam oturan beyaz, V yaka, temiz bir bluz ile dizimin üstünde biten kot eteklerimden birini aldım. Bir de iç çamaşırı takımı... Temiz olup olmadıklarını kontrol etmek için kumaşları kokladım. Kıyafetler kuru temizlemeden yeni geldiklerini belli edercesine sabun ve misk kokuyordu. Temiz kıyafet giymek kadar güzel bir şey daha yoktu. Ve evet, kabul ediyorum, etek ve bluz pek bu saatte giyilecek kıyafetler değildi ama bu gece uyuyabileceğimi sanmadığım için gecelik takımı giymeyi düşünmemiştim. Ayrıca odada daha bugün tanıştığım bir erkek varken bu bana kendimi çok garip hissettirirdi. Bu düşünceyle Baris'e bakmadan edemedim. Asıl garip olan da buydu işte; Neden garip hissedecektim ki? Onun ne olduğunu biliyordum. Buna rağmen onu herhangi bir 'erkek' olarak mı görüyordum yani? Baris ne düşündüğümden habersiz bir şekilde kalçalarını masanın kenarına yasladı ve kaşının üzerine düşen tutamı çekmek için bir hamle yapmadan kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. Bir an gözlerim kollarındaki kaslara, sonra da tekrar yüzüne kaydı. Neden ona böyle baktığımı anlamadığı için kaşlarını kaldırmıştı. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırarak başımı yana çevirdim. Ah, tamam, beni öldürmeye çalışmadığı sürece kesinlikle onu bir erkek olarak görüyordum. Banyoya girmeden önce Baris'e son bir kere daha bakmak istememe rağmen bu dürtüye direndim. Belki de duştan çıktığımda buradan gitmiş olacaktı. Doğrusu, şizofreni olmayı bunların gerçek olmasına yeğlerdim.
Banyoya girdiğimde içgüdüsel bir şekilde kapıyı kilitleme ihtiyacı hissettim. Kendime gelmek için yüzümü buz gibi suyla iyice yıkadım. Başımı kaldırıp aynada kendime baktığımda aslında düşündüğüm kadar da berbat görünmediğimi fark ettim. En azından saçlarım düzgün bir şekilde omuzlarımdan dökülüyordu ve çenemden akan sular da yüzümdeki tüm kirliliği temizlemişti. Fakat sarı gözler hâlâ oradaydı. Bunu Baris'e sormayı aklımın bir köşesine not ettikten sonra üzerimdeki tişörtü eteklerinden tutup çıkararak kirli sepetinin içine attım. Tamamen soyunup uzun, sıcak, gevşetici bir duş aldım. Şimdi içi üzerinden dumanlar tüten suyla kaplı küvetin içindeyken ve yapayalnızken, her şey kötü bir kabustan ibaretmiş gibi geliyordu; Taşa dokunmam, sanrılardaki insanları görmem, Baris'le karşılaşmam, Kosey'le yüzleşmem... Hepsi, hepsi uzak bir hayalin hatıraları gibiydi...
İç çekerek küvette kayıp omuzlarıma kadar suyun içine girdim. Sıcak su omuzlarımı yakıp karıncalandırırken başımı hızla iki yana salladım. "Gerçek olduğunu biliyorsun."
Garip ama kendime söylediğim bu cümle aklımı başıma getiren asıl şeydi. Başım beladaydı ve sorunlarımdan kaçıp durarak onları çözemeyeceğimi beş yaşındayken öğrenmemiş miydim? Düşüncelerimden aniden sıyrılarak suyun içinden çıktım. Saçlarımı saç kurutma makinesiyle kuruttum ve dişlerimi de iyice fırçaladıktan sonra vakit kaybetmemeye çalışarak çabucak giyindim. Aslında çabucak giyinme kısmını abartmasam iyi olurdu; Eteğin kumaşı ayak parmaklarıma takılınca az daha yerde top gibi yuvarlanacaktım. Bluzumun uçlarını kot eteğimin içine sokarak son bir kez daha aynada kendime baktım. Eteğin yamuk duran kemerini düzelttim. Derin bir V yakaya sahip olan bu beyaz bluz belimi oldukça ince gösteriyordu ve bu eteği neden daha sık giymediğimi de anlamıyordum çünkü belli ki bacaklarımın olduğundan daha uzun durmasını sağlıyordu. Ah evet, kesinlikle daha temiz ve daha mutlu görünüyordum. Odaya geri döndüğümde duvardaki saat gece yarısına vurmak üzereydi. Demek ki bir saattir banyodaydım. Tahmin ettiğimin aksine Baris hâlâ oradaydı. Pencerenin önündeki kahverengi, tekli koltukta oturuyordu. Beni bekliyor olmalıydı çünkü varlığımı neredeyse hemen fark ederek kafasını kaldırıp bana baktı. Kolumu tutarak 'Selam!' der gibi başımı eğdim. Kardeşimi arayıp iyi olduğumu haber vermeden önce bir şeyler içmem gerektiğini düşünerek mini buzdolabına yöneldim. Aslında açtım da ama anladığım kadarıyla ölümün kıyısından dönünce insanda iştah miştah kalmıyordu.
Buzdolabının köşesine iliştirilmiş soğuk, kırmızı şarap şişesini görünce sevinçle çığlık atmadan edemedim. Sıcak havalarda çorba gibi olmasın diye dolaba bir tane bunlardan attığımı unutmuştum. İşte bu böyle bir geceden sonra tam da ihtiyacım olan şeydi! Kollarımı yakacak kadar soğuk olmasını umursamadan şişeye bir çocuğa sarılır gibi sarıldım. "Ah, canım benim! Seni nasıl da özlemişim ben!" Tepkimin ne kadar tuhaf olduğunu ancak Baris başını yana eğince ve 'Sen ne yapıyorsun?' der gibi kaşlarını kaldırınca fark ettim, neredeyse utanarak homurdandım. "Ne var? Şarap beni gevşetiyor."
"Umarım sarhoş olmayı düşünmüyorsundur."
Şişeyi havada sallayarak "Endişelenme. Bu bebeklerin alkol oranı düşüktür. Hem ben asla sarhoş olacak kadar içmem ki." dedim. Dolaplardan birinden temiz bir şarap kadehi çıkarmak için döndüm. Sonra da sırf kibarlık olsun diye sordum. "İçecek bir şeyler ister misin? Ya da yiyecek? Herhalde karnın acıkmıştır."
Aslında yemek yapmaktan gram anlamazdım ama eminim burada sandviç hazırlayabileceğim bir şeyler vardır.
Neyse ki buna gerek kalmadı çünkü Baris yiyecek ve içecek teklifimi kestirip atarak, "Hayır." diye reddetti. Omuzlarımı silktim. Keyfi bilirdi. Çekmeceleri karıştırdım ve şans eseri bulduğum bir tirbuşonla şişeyi açtım. Şimdi tüm dikkatimi yerdeki halıyı mahvetmeden kadehi şarapla doldurmaya vermiştim. Baris'in sesi düşüncelerime karışarak "Biraz konuşabilir miyiz?" diye sordu. "Bana sadece birkaç dakika ver."
Cevap olarak kafamı aşağı yukarı salladım.
Bundan kaçamayacağımın farkındaydım.
İçeceğimi doldurduktan sonra kıçımı kaldırdım ve Emma'nın yatağının ucuna, Baris'in oturduğu koltuğa yakın olacak bir şekilde oturdum. Bir yudum aldığımda soğuk içecek anında gevşememe neden oldu. Yatağa sırt üstü yığılmama engel olan tek şey başımı kaldırıp Baris'in altın rengi gözlerine bakmamdı, bunu yapınca kendi gözlerim aklıma gelmişti. Huysuz bir şekilde "Gözlerim hep böyle mi kalacak? Hem de bu ne demek oluyor?" diye sordum çünkü yemin ederim, kendi gözlerimi özlemiştim. Bunlar da fena değildi ama çok dikkat çekiciydiler ve tartışmasız bir şekilde ürkütücülerdi.
"Bu endişelenmen gereken bir şey değil. Eski insanlar 'Gözler ruhun aynasıdır' derler." İçlerinde güzel, altın sarısı parıltıların uçuştuğu gözlerinin kenarına dokundu. Gözleri oldukça güzeldi. "Birkaç saat içinde ikimizinki de normale dönecektir."
Bunu duymak kesinlikle rahatlatıcıydı. İçeceği çevirerek kadehin içinde küçük bir girdap oluştururken, yavaşça "Tamam." diye kabullendim. Acaba gözleri ne renkti? Sonra iç çekerek bu düşünceden kurtulmaya çalıştım. Neden hep en önemsiz detaylara takılıyordum ki? Sonra bir kere daha iç çektim. "Bak. Seni suçlamak istemiyorum ama birinin taşa dokunmasını engellemek senin görevin falan değil miydi?"
Vay be. Bu kulağa kesinlikle suçlayıcı geliyordu. Ve aptalca...
Baris bana öyle ters bir bakış attı ki, çenemi kapamak için hemen dudaklarımı birbirine bastırdım. "Sen gerçekten küstahsın değil mi?"
Ellerimi iki yana açtım, neredeyse kadeh elimden kayıp yere devrilecekti. "Sadece soruyorum yahu."
Baris hiç de öyle düşünmüyor olacak ki, "Sakın suçu bana atmaya kalkma," diye uyardı beni. "Başına gelenler için kendimi sorumlu tutuyor olabilirim ama hâlâ hırsızlık yaptığın için hatalısın."
Az da olsa utandığımı hissettim.
"Bu arada sen nasıl..." Doğru kelime neydi ki? Aklıma gelen her seçenek ya gülünçtü ya da söyleyemeyeceğim kadar aptalcaydı. Bir tane bulunca hızla devam ettim. "Hayattasın?" Bundan emin olamayınca "Hayattasın, değil mi?" diye yineledim.
"Sayende." diye yanıt verdi. "Taşa dokunduğunda beni özgür bıraktın."
Özgür mü? Bu kulağa o kadar da kötü gelmiyordu sanki? Ama bana teşekkür etmeye niyetli gibi de görünmüyordu. Çaktırmadan derin bir nefes aldım. Buna karşın ne diyeceğimi bilemeyerek şarabımdan BÜYÜK bir yudum içtim. Sonra da içmeye bir son vermem gerektiğini düşünerek kadehi yatağın ucunda duran beyaz, tahtadan komodinin üzerine bıraktım. "Rica ederim bu arada."
"Bunu demiş olamazsın." dedi ölümcül bir sakinlikle.
"Ben olmasaydım o mezarda kalmaya devam edecektin, değil mi? Tekrar, rica ederim."
İşte, gene kaşlarını çatmıştı. Susmasının sebebinin ne diyeceğini bilememesinden mi yoksa bunu cevap vermeye bile layık görmemesinden mi olduğunu anlamıyordum. Hafif bir tebessümle ona baktığımda "Beni bilerek kızdırmayı mı çalışıyorsun?" diye sordu. "Sözlerine dikkat et. Sen beni kurtarmadın. Aksine, beni istemediğim bir oyunun içine soktun. Küstahlık edeceğine biraz sağduyulu olmayı ve öngörülebilir bir gelecek için bana güvenmeyi dene."
"Sana güvenmek mi? Çok şey istiyorsun. Bu şekilde anlaşamayız."
"Ya ben sana nasıl güveneceğim?" diye karşılık verdi. Bakışları bana son bir hafta içinde olanları hatırlatıyordu. O anda üzerimdeki etkisinden ve haklı olmasından ne kadar nefret ettiğimi düşünüyordum. Doğru. Bana neden güvenecekti ki? Üstelik onun bana güvenmeme nedeni, benim ona güvenmeme nedenimden daha mantıklıydı. Bakışlarımı görünce ne yaptığını fark ederek avcunu yüzünde gezdirdi. "Tanrı aşkına, her şey hakkında tartışacak mıyız Eva?"
"O taşa dokunmam büyük hataydı fakat o anda bunu düşünemedim. Böyle olacağını bilsem yapar mıydım sanıyorsun? Ama ahlaki değerlerim hakkında daha sonra konuşabilir miyiz? Yani, planın nedir? Bir planın var değil mi?" Huzursuzca yerimde kıpırdandığımda yatak altımda gıcırdadı. Yeniden şarap bardağına uzanmak istedim ama daha fazla içersem olmam gerekenden daha rahat olacağımı biliyordum. Durumu zaten olduğundan daha kötü bir hâle getirmek istemiyordum. "Dinle. Kosey'in niyeti beni öldürmek değildi bence. İsteseydi sen gelmeden önce bunu yapardı."
"Amacı kesinlikle seni öldürmekti. Sadece doğru silaha ihtiyacı var." Aklıma kazımamı ister gibi güçlü bir sesle söylemişti bunu.
"Doğru silah mı? Bekle." Şaşkınlıktan kısık bir sesle homurdandım. "O tuhaf hançerden bahsediyorsun, değil mi? Fakat o..."
Fakat o gerçek miydi? Ben onu sanrıların bir ögesi sanıyordum. Ne de olsa ne Helen ne de diğerleri buradaydı. Oof. Tüm bunlar ne kadar da kafa karıştırıcıydı.
"Hançeri gördün mü?" diye sordu Baris. "Kosey'de miydi?"
Afallamış bir halde "Onda olduğunu sanmıyorum." dedim, öyle bir şey görsem hatırlardım herhalde.
"Bu neden hâlâ hayatta olduğunu açıklıyor öyleyse."
Sen ölürsen bende ölürüm dememiş miydi bu? Sanki öyle değilmiş gibi üzerinden güçlü bir kararlılık yayılıyordu. Belki de sadece cesurdu ama aynı şeyi, ne yazık ki, kendim için söyleyemeyecektim. Hançerin keskinliğini hatırlayınca huzursuz olarak kıpırdanıp saçımın ucuyla oynamaya başladım. Lanet olsun. Tüm bu beni öldürme meselesi beni geriyordu...
"Yani başka bir şeyle beni öldürmeye çalışmaz mı?"
"Hayır."
Omuzlarım gevşedi.
Bu, tüm bir günün tek iyi haberiydi sanırım.
Bunun hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyerek "Neden?" diye sordum.
"Hançer dışında başka bir şeyle ölürsen üzerindeki güç kimse onu alamadan yok olur. O hançer kara büyüyle yapıldı. Bir cadıya aitti."
Bir cadıya!
Cadılar - onlar da mı gerçekti?
Verebildiğim tek karşılık, gözlerimi sertçe ovuştururken yüksek sesle "Ah, Tanrım!" diye haykırarak verebildiğim karşılıktı.
Baris'in "Keşke taşa hiç dokunmasaydın." dediğini duydum. Dünden beri kaç kere bu cümleyi kendime söyleyip durduğumu hatırlamıyordum ama benim aksime iş işten geçtiği için pişmanlık duymama neden olmayacak bir sakinlikle söylemişti o bunu. "Tam bir belasın. Bunu biliyorsun, değil mi? Sırf kimse taşa ulaşmasın diye bir piramit yapılıyor ve sen yine de gidip onu oradan alıyorsun."
"Bir dakika... Bana o piramitlerin taşı saklamak için mi yapıldığını söylüyorsun?"
Ne hissettiğini anlamama imkân vermeyen bir sesle "Ne olduğunu sanıyordun?" diye sorduğunda ağzım bir karış açık kaldı.
"Şey... Kibirden yapıldı sanıyordum." diyerek düşüncemi açıkça söyledim. Bu bana çok komik geldiği için de hafifçe güldüm. Sonra merakla sordum. "Peki ya diğer iki piramit? Kefren ve Mikerinos? Onlarda da taş var mı?" Gidip onları da çalacağımdan değildi hani. Merak etmiştim sadece. Basit, öylesine bir soruydu ama Baris gözlerini yavaşça benimkilerden kaçırdı. Birden sormamam gereken bir şey sorduğumu fark ederek pişman oldum. Artık o kadar da eğlenmediğim için ellerim kucağımda yumruk şeklini almıştı. "Sanırım ne olduğunu anladım."
Çenesindeki kasların hareket ettiğini görebiliyordum. Bir an için yüzünde bir acı belirip kayboldu. "Kaba olmak istemem ama bunların hiçbiri seni ilgilendirmez, Eva. Zaten bir önemi de yok."
Bir öneminin olmadığını düşündüğümden değil ama neden benimle konuşmak istemediğini anlayabiliyordum. Ölmüş insanlar hakkında konuşmayı zaten bende istemiyordum. "Tamam. Hançer." dedim kendi asıl sorunuma odaklanmaya çalışarak. Avuçlarımı eteğimin açıkta bıraktığı dizlerime vurdum. "Hançeri bulmamız gerek, değil mi? Sonra bu lanetten kurtulacağım."
"Sen lanetlenmedin ama evet, onu bulmak bir adım."
"O zaman hadi bulalım şu şeyi. Bakalım internette bir şey bulabilecek miyim?"
Birden ayağa kalktım ve çalışma masasına yürüyüp Patrick'in ön ödemesiyle aldığım bilgisayarı açmadan önce onu fişe taktım. Google'da o hançer hakkında bir şeyler bulabileceğimden şüpheliydim ama denemekten ne zarar gelirdi ki? Önce antika eşyaların satıldığı yerleri gösteren online bir Web site bağlantısına tıkladım. En güvenilir bu gibi gelmişti fakat sitede tarihi eşyalar yerine klasik eserlerin ilk baskıları satılıyordu. Gurur ve Önyargı'yı on beş bin dolara satın almak için İngiltere'ye uçmanın hiç mantıklı olmaması bir yana, o hançere benzeyen başka bir hançer bile bulamadım.
Kahretsin ki, işler benim adıma hiç de iyiye gitmiyordu.
Tüm dikkatimi bilgisayar ekranına vermiştim. O yüzden bir el omzumun üzerinden oturduğum sandalyenin arkasına dokununca bunu beklemiyordum. Tüm bedenim gerilirken Baris tam yanımdan ekrana doğru eğildi. Saçları hafifçe yanağıma değdiği için o saçların inanılmaz derecede yumuşak olduğunu hissedebiliyordum. Parmaklarım farenin üzerinde donup kalmıştı. "Bir şey buldun mu?" diye sordu ilgiyle.
"Fiyatını asla ödeyemeyeceğim kitaplar ve garip süs eşyaları dışında hiçbir şey." Alnımı sert bir biçimde ovuşturup durdum. "Ne umuyordum ki? Hançerin internetten sipariş edebileceğim bir şey olduğunu mu?"
Yani, evet, bu şüphesiz işimizi kolaylaştırırdı ama bazen çok düşüncesiz oluyordum.
Baris başını çevirip bana baktı ve konudan tamamen alakasız bir şekilde "Uyumaya ihtiyacın var. Yorgun görünüyorsun." dedi. Oysa uyumak aklımda olan son şey bile değildi. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda sırtından tutarak sandalyemi kendine çevirdi ve gözlerime bakmak için eğildi. Bir eli sandalyemin arkasındayken, bir eli de masanın üzerindeydi. Bilgisayarın ışığının yüzünün bir tarafını aydınlattığın görebiliyordum. Uykusuzluğun gerçekten sorun olmadığını göstermek için omuzlarımı silktim ama görün, birkaç saat daha, bulduğum ilk yerde uyuyakalacaktım. "Ne yapacağız şimdi?" dedim müthiş bir hayal kırıklığıyla.
"Sorun değil. Eminim onu bulmanın başka bir yolu vardır."