Kahretsin ki, yolda feci bir trafik vardı. Korna sesleri ile insanların sabırsız bağırışları kafamın içinde birbirine karışıyordu ve zaten olanlar yüzünden gergin olduğum için çığlık atmama bir saniye kalmıştı. Üstelik Gize'ye olan yolculuğum umduğumdan daha uzun geçmişti. Bu yüzden oraya vardığımda hava kararmak üzereydi. Emma'dan ödünç aldığım paranın tamamını taksiciye öderken pansiyona nasıl geri döneceğimi düşünmeyecek kadar şaşkındım. Güneşin son ışıklarını yakalayan gözlüğümün arkasından üç büyük piramidin olduğu tarafa baktım. Yüzümde düşünceli bir ifadenin kalıntıları vardı. Ne de olsa buraya son geldiğimde işler benim için pek yolunda gitmemişti ve şimdi bu devasa yapılara bakarken yüreğim sıkıntıyla dolup taşıyordu. Bir A planına ihtiyacım vardı ve o işe yaramazsa diye de bir B planına... Ve o da işe yaramazsa diye bir C planına... Tüm alfabeyi bile kullanmam gerekse umurumda değildi, yapacaktım.
Ama çözüm gülünç bir şekilde aniden geldi.
Kalabalığı şöyle bir süzdükten ve içlerinden üniformalı olan birini gözüme kestirdikten sonra gözlüğümün duruşunu düzelterek ona doğru yürümeye başladım. Güvenlik görevlisi kibar olmak için kendini zorlayarak tek başına yürüyemeyecek kadar yaşlı bir adamın taksi durağını bulmasına yardım ediyordu. Beni fark edince duruşunu düzeltti. Kendime güvenen bir edayla ona gülümsedim ve o da sorar gibi kaşlarını kaldırdı. Çaktırmadan yaka kartına baktım. Adamın adı Alex'di ama soyadı buradaki yerlilerden biri olduğunu ele veriyordu.
"Ah, güzel. Müsaitsiniz." diyerek gözlerimi tekrar yüzüne kaydırdım. Bir an kimse tepki vermedi. Konuştuğum zaman ortamı ılımlı tutmak için sesimi olduğu kadar tatlı çıkarmaya çalıştım. "Bende sizi arıyordum."
"Eh, senin için ne yapabilirim?" diye sordu.
Çok resmi, diye düşündüm kendi kendime. Hemen bende aynı havayı takındım ve çenemin ucuyla Keops'un olduğu tarafı işaret ettim. "Piramidin içini gezmek istiyordum ama turlar için kime gideceğimi bilemedim. Sizin bir fikriniz var mı?"
"Üzgünüm, teknik bir sorun nedeniyle tur saatleri sona erdi. Yarın deneyip yeni bir kayıt yaptırabilirsiniz."
Yarın mı?
Ama yarına kadar beklemek istemiyordum!
Aceleyle B planına geçiş yaptım.
"Aslında sormak istediğim tam olarak bu değildi."
"Peki o zaman neydi?"
"İçeride kolyemi kaybettim. O çok önemli bir aile yadigarıdır. Sadece bir bakabilir miyim? Söz veriyorum, fazla oyalanmayacağım."
"Buna gerek yok, hanımefendi. Muhtemelen kolyeniz kayıp eşya deposundadır. Bulunan her şey oraya gider." O an gözlük taktığım için şükrettim çünkü aksi halde Alex gözlerimden ne hissettiğimi okurdu ve ona yalan söylediğimi anlardı; Seni inatçı herif, neden sadece beni içeri götürmüyorsun ki? "Beni takip edin. Sizi oraya götüreceğim."
Gülümsemek için kendimi bir hayli zorlamam gerekmişti.
"Hemen arkanızdayım."
Alex'si takip ederken ve piramitlerin aksi yönüne yürürken her saniye hedefinden uzaklaştığımı biliyordum. Bunun pek istediğim gibi gitmediğinin de farkındaydım. Bir yandan da kara kara bu herifi nasıl atlatacağımı düşünüyordum. Neyse ki şans denen şey benden yanaydı. Tam da o anda Alex'sin cep telefonu çaldı. Gözlerim ilgiyle parladı ama gözlerimi örten gözlük yüzünden o bunu fark edemezdi. Telefonunu çıkarıp ekrana baktığında adamın yüzünde sıkıntılı bir ifadenin belirdiğini gördüm. Hemen aramayı açtı. O konuşurken benim gözlerim de üzerinde kalın harflerle 'ALEX - GÜVENLIK GÖREVLİSİ' yazan yazıya kaydı. Yaka cebinde bir de minik bir el feneri vardı...
"Hey," dedi Alex yüzümün önünde parmaklarını şaklatarak. Hemen ona baktım ve hafifçe gülümsedim. "Benim acilen bir yere gitmem gerekiyor. Kayıp eşya deposu ilerideki binaların arkasında. Kendin bulabilirsin, değil mi?"
Binalara baktım. Fazla uzakta değildi ama bu önemli değildi. Zaten oraya gitmeyecektim. Sonra elimi Alex'in göğsüne üç kez vurdum ve uzun, ince parmaklarım yaka kartını kavradı. "Hiç şüphen olmasın. Keyfine bak sen." diyerek kartla birlikte feneri de tutan elimi geri çektim. Onları avcumun içinde sakladım. Muhtemelen kartını ve fenerini bir yerlerde düşürdüğünü falan sanacaktı. Daha sonra bu ikisini 'Kayıp Eşya Deposuna' bırakmayı aklıma not ettim.
Alex bana garip bir bakış attıktan sonra telefonuna geri dönerek yanımdan uzaklaştı. Elimdeki karta baktım ve kendi kendime işe yaramasını umut etmekten başka çarem olmadığını düşündüm. Piramitlere geri yürüyüp giriş kapısından geçmek üzereyken bu sefer önümü benden daha uzun bir kadın kesti. Yaka katında hem İngilizceyle hem Arapçayla 'BAŞ GÜVENLİK' yazdığından, onun Alex'ten daha rütbeli biri olduğunu anlayabiliyordum.
"Hey! Nereye gittiğini sanıyorsun?" diye söze başlayarak kolunu önüme uzattı.
Olduğun yerde durdum ve bir an sonra Alex'in güvenlik kartını çıkarıp ona gösterdim. Kimliğin fotoğraf kısmında kocaman, beyaz bir boşluk vardı. Bu yüzden yaka kartında Mayal yazan kadın aslında Alex olmadığımı anlayamazdı. Kadın şüpheyle öne eğilerek elimdeki karta uzun uzun baktı. Geri çekilirken "Adın Alex mi?" diye sordu, ses tonu hem alaycı hem de şaşkındı.
Bende kayıtsız bir tavırla omuzlarımı silktim ve aklıma gelen ilk yalanı söyledim. "Ne diyebilirim? Babam her zaman bir oğlu olsun istermiş."
"Neyse ne. Burada ne arıyorsun? Anladığım kadarıyla senin görev yerin burası değil."
"İçeri girmem gerekiyor."
"Yaa? Nedenmiş o?"
Bu ses tonundan hiç mi hiç hoşlanmamıştım. "Küçük yeğenim giriş kısmında ilacını düşürmüş." diye yanıtladım kadını. "Onu alıp hemen çıkacağım. Sorun olmayacaktır."
"Kayıp eşya deposuna bak. Oradadır."
Beni başından savmaya çalışmasını görmezden gelmeye çalıştım. Sonra, çenemi kaldırarak, tatlı bir sesle "Baktım. Orada değil." dedim.
Soğuk bir şekilde gülümsedi. "O zaman hanımefendi, onlara veda etmen gerekecek."
"Bak." dedim ağır ağır, pes etmeye hiç niyetim yoktu ve tam bir yalancı olduğum için "Bu ilaçlar sitotoksik ilaçlar ve yeğenimin gerçekten onlara ihtiyacı var." dedim.
"Sitotoksik ilaçlar her neyse, onları gidip eczaneden alabilirsin."
"Onlar kanser ilacı." diye ekledim tek bir mimiğimi bile oynatmadan. "Yani öylesine bir 'her neyse' değiller."
Basit olmadıklarını biliyordum çünkü hastanedeyken annemin ve annemin yanındaki odada kalan küçük oğlan çocuğunun bu ilaçları kullandığını hatırlıyordum. Çocuk hem öksüz hem de yetimdi ve seksen küsur yaşındaki büyükbabasından başka kimsesi yoktu. Hemşirelere o ilaçların ne kadar acı olduğu hakkında sürekli söylenip dururdu. Ne yazık ki, ilaçlar ne ona ne de anneme pek fayda getirmemişti. İkisi de birer hafta arayla ölmüşlerdi ve annemin o annesiz, küçük çocuğa ne kadar düşkün olduğunu düşünürsek önce ölen o olduğu için mutluydum. Biliyordum ki, o çocuğun öldüğünü görmek onu kahrederdi. Ama neden bunu düşünüyordum ki şimdi? Kanser yerine başka bir yalan uydurmalıydım. Astım deseydim belki de bunu bu kadar kafaya takmazdım.
Dişlerimi birbirine bastırarak biraz düşündüm ve sonra eskimeye yüz tutmuş, artık acıtmayan bu anıları düşünmemeye çalışarak konuşmaya devam ettim;
"Ve en yakın nöbetçi eczanenin nerede olduğu hakkında bir fikrin var mı? Ya da o ilaçların ne kadar pahalı olduğu hakkında?"
Sesim kulağa çok ukala geliyordu. Kadın da bunu fark etti. Gayet net bir şekilde gıcık olmuştu. Bana öyle bir bakış attı ki, bir an izin vermeyeceğinden korktum ama sonra işler benim için iyiye gitti. Kadın derin bir iç çekti. "Burada seni bekliyor olacağım." diye uyardı beni. Hemen başımla onayladım ve o da diğer güvenlik görevlilerine geçmeme izin vermeleri için kısa bir parmak işareti yaptı. Aslında içeri girmek için Alex'in kartına bile ihtiyacım yoktu, onu almıştım çünkü peşime görevlilerden bir tanesini takmalarını istememiştim.
Girişten geçtiğimde artık ona ihtiyacım olmadığı için gözlüğü çıkarıp attım. Elimden geldiği kadar acele ederek sabahki yolu takip ettim. Yasak dehlizi bulmam tek başıma olunca yirmi dakikamı aldı. Girilmez yazısı yazan şeridin altından ve aynı koridordan geçerek sabahki temel taşının olduğu yere vardım ama bir sorun vardı; Kapı açık değildi. Onu açmak için kullandığım zümrüt taş yere atılmış ve üç parçaya bölünmüştü. Muhtemelen Tony'nin işiydi. Kapıyı beni çıkarırken geri kapatmış olmalıydı ama bunu yapmak için kolyenin taşını parçalamak zorunda mıydı gerçekten? Şimdi oraya nasıl girecektim ben?
Diğer alternatifleri düşündüm ve iç çekerek fenerin ipindeki plastik, tutma kısmına dokundum. İşe yarar görünüyordu. Denemekten zarar gelmezdi, en azından. Parmaklarım işe yaramayınca ipi dişlerimle çekip kopardım ve kulağımı temel taşın yüzeyine yaslayarak plastiği anahtar kısmına soktum. Sistem yüzünden çarklar yine hareket ediyordu ve ilk seferde de olduğu gibi kapı kolayca yana açıldı. Sabahki kadar olmasa da tavandan düşen bir toz bulutu burnumu yaktı. Öksürdüm ve tek başıma hareket etmenin ne kadar ürkütücü olduğunu düşünerek tozlu koridorun içinde yürümeye başladım. Yürüdükçe adımlarım yavaşladı. Kulaklarım uğulduyordu. Etrafımı saran yalnızlık ve sessizlik öyle rahatsız ediciydi ki, normalde bu beni rahatsız etmeyecek olsa da bir anda Tony'nin varlığının aslında ne kadar rahatlatıcı olduğunu fark ettim. Huysuz ve huzursuzdum. Feneri örümcek ağlarıyla kaplı duvarlarda dolaştırdığımda ışık uzun, ürkütücü gölgeler oluşturdu. Bir akrep korkup duvarın içindeki çatlaklardan birine girdi. Düşük bütçeli bir korku filminin içinde gibiydim sanki. Kahretsin! Burası her zaman bu kadar ürkütücü müydü yoksa ben giderek paranoyak mı olmaya başlıyordum?
Boğazımı bıçak gibi kesen bir sesle "Hadi ama Eva. Karanlıktan, biraz yalnızlıktan ve birkaç zehirli akrepten korkuyor olamazsın." diyerek kendi kendimi yüreklendirdim. Garip bir şekilde bu işe yaradı. İnsanın istediği zaman kendini kandırması ne kadar da kolaydı.
Böylece sabah Tony'yle geldiğim yolu tek başıma arşınladım.
Tapınak odasında ateş hâlâ yanıyordu ama yanan yağ ya da her neyse artık, bitmek üzere olduğu için şimdi ışık çok daha cılız ve loş bir hâle bürünmüştü. Feneri artık ona ihtiyacım olmadığı için kapattım. Ne olur ne olmaz, yanan yağ biter de karanlıkta kalırım diye cebime sıkıştırdım. Sarı gözlerim yüzünden öyle endişeliydim ki, gözlerim raflardaki altından ve gümüşten eşyaları görmüyordu bile. O yüzden doğruca lahidin olduğu tarafa yöneldim. Kendimi o hendeğin içine attım ve dizlerimin üzerine düşmeme Anubis heykellerinden birinin burnuna tutunarak engel oldum. Bana dik dik bakan çakal başlı, siyah heykelin ürkütücü, kömür rengi gözlerine bakarken kendi kendime kıkırdadım.
"Merhaba Anubis. Beni özledin mi?"
Heykelin burnuna hafif bir fiske vurdum. Elbette ki cevap vermedi. Başımı iki yana sallayarak ve gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırarak 'Bir heykelle mi konuşuyorum gerçekten? Belki de cidden kafayı yemeye başlamışımdır.' diye düşündüm.
Lahide, kırdığım noktaya, sonra da o garip, yeşil taşı en son gördüğüm yere baktım. Elbette yoktu. Neden onu burada bulacağımı düşündüğümü bile bilmiyordum. Bu çok mantıksız ve düşüncesizceydi. Sanki birdenbire orada beliriverecekti! Sadece taşın parçalanırken geride bıraktığı kalıntılar vardı ve o kalıntılar avuçlarımda bile durmuyor, parmaklarımın arasından akıp gidiyordu. Kendimi çok kötü hissettim çünkü buradan hiçbir şey çıkmayacağı belliydi. Mahvolmuştum ben! Panikle ve endişeyle, omzumun üzerinden lahide tekrar baktım ve yemin ederim, bir an onu gerçekten açmayı düşündüm ama ne psikolojim ne de midem bir ceset görmeyi kaldırmazdı muhtemelen. Lahidi kırmak için kullandığım mızrak ise yerde duruyordu. Tüm o tozların ve kirlerin içinde bir yıldız gibi parlıyordu. Onu aldım, bir kere daha inceledim ve çıkmadan önce yerine geri koymak için yanıma aldım. Mızrağı raftaki yerine koyarken ateşin ışığı dalgalandı ve ensemdeki tüm tüyler diken diken oldu. Omuzlarımdaki tüm kaslar aynı anda gerildi. Topuklarımın üzerinde döndüm ve bunu o kadar hızlı bir şekilde yaptım ki saçlarım yanağıma yapıştı ama orada kimse yoktu. Duvarda hareket eden örümcekler dışında, en azından.
Yanağımdaki saçları çekerken "Çok garip." diye homurdanarak gözlerimi kıstım.
Birisinin bana baktığını hissettim, eminim.
Kontrol etmek için etrafıma bakınırken kuşkuyla kaşlarımı çatmadan edemedim. Başımı iki yana salladım. "Hayal gücüm olmalı." diyerek derin bir nefes alırken birkaç metre önümde, gölgelerin içinde karanlık bir siluet belirdi. Biri buradaydı. Öyle beklenmedikti ki bu, dehşet içinde bir çığlık kopararak geriledim. Sırtım arkamdaki raflara kuvvetle çarptı ve çizgi karakter Marsupilami gibi yerimden iki metre yukarı sıçradım. Birkaç değerli eşya omuzlarıma çarparak ayaklarımın önüne düşüp tangırdadı. Bedenim buz kesmesine rağmen korkudan yanaklarım alev almış gibi yanıyordu. Neredeyse ağlayacaktım. Sonra karanlıktan genç, güzel bir adamın görüntüsü çıktı. Adam öyle uzun boyluydu ki, önce onu Kosey sandım- ki bu bir felaket olurdu ama Tanrı'ya şükürler olsun ki, bu çehre rüyamda gördüğüm çehreye hiç benzemiyordu.
Düzgün bir İngilizceyle, yabancı, "Korkuttum mu?" diye sordu. Sesi öyle hoştu, öyle kadifemsi bir yumuşaklıktaydı ki içim ürperdi. Bu kadar dehşete düşmüş olmasaydım bu ses kesinlikle beni sakinleştirirdi.
Kibar görünüyor...
Korkutucu değil, en azından...
Çok ani bir şekilde rahatladığım için karnımın ortasına yumruk yemiş gibi oldum. Hafif bir sesle güldüm. Sıradan biriydi işte. Tamam. Pekala. O kadar da sıradan değildi. Mükemmel bir dikkat dağıtıcıydı. Muhtemelen kadınlar etrafında pervane oluyordur, diye düşündüm kendi kendime. Klasik, düz bir burun, belirgin yüz hatları ve gururlu bir sima... Koyu ve bir aslan yelesi gibi yumuşak görünen saç tellerinin düştüğü yüz öyle soğuk ve asil duruyordu ki, bana masallarda okuduğum prensleri hatırlatıyordu. Ah, evet. Gayet açık bir şekilde ona bakıyordum ama o bana bakmıyordu. Gizemli gözlerini kalın, siyah kirpikleriyle örtmüştü. Yanan ateşin ışığı kirpiklerin gölgesinin elmacık kemiklerinin üzerine düşmesine neden oluyordu. O yüzden gözlerini göremiyordum ve ne renk olduklarını merak ediyordum. Hayır, bekleyin, umurumda değil. Herif beni korkuttuğunda IQ'mun yarısını kaybetmiş olmalıydım. Şu an en önemli sorunum kendimi bir Dizney filmindeymiş gibi hissetmem değildi.
Profesyonel olmaya gayret ederek ayaklarımın üzerinde durdum ve ellerimi kendimi savunmak için önümde tuttuğumu fark edince onları indirdim. Gururu kırılmış bir insanın ruh haliyle söylenmeye başladım. "Tanrı aşkına! Buradaki yetkili kim? Bu kahrolası yere canı her isteyen girip çıkabiliyor mu?"
"O kadar mı korktun?"
"Korkmaktan çok sinirlendim!" Ona bağırdığımı fark etmek bir anımı aldı ve silkinerek omuzlarımdaki görünmez yükü attım. Sonra aynı dilde, sakince söyledim. "Burada olmaman gerekiyordu." Fakat yabancı karşılık vermek yerine başını çevirip duvardaki eşyalara bakınca saçından bir tutam kaşının üzerine düştü. Kuşkuyla onu süzmeden edemedim. Aslında hiç de tehditkâr görünmüyordu. Biraz rahatladım ama ne olur ne olmaz diye gözlerimle onu takip etmeyi bırakmadım. Sonsuz gibi gelen bir sürenin ardından, "Bir şey mi kaybettin?" diye tekrar sordu bana.
"Evet, akıl sağlığımı. Bulursan haber ver, olur mu?" diyerek hıyarlık ettim. Yemin ederim, dudakları bir tebessümün izleriyle seğirdi. Eh, beni eğlenceli bulmana sevindim, dememek için kendimi zor tuttum. İç çekerek yineledim. "Cidden, burada ne arıyorsun?"
"Sadece meraklı olamaz mıyım?"
"Buraya giriş yasak."
"Öyle mi?" Ses tonundaki bir şey içimin ürpermesine neden olmuştu. Hiçbir şey anlamadan ona bakıp duruyordum. Şu tarih öğrencilerinden biri miydi yoksa? "Üniversite için mi buradasın?" diye sorarak teyit etmek istedim. Sonra birden durdum, onu baştan aşağı süzdüm. Bana kalırsa, en olası seçenek buydu. Profesör ya da uzmanlardan biri olmak için yeterince yaşlı görünmüyordu. Yirmili yaşlarının ortalarında olmalıydı.
Yabancı başını hayır anlamında salladı.
Şüpheyle karşılık tedirgin bir şekilde sordum. "Yoksa yetkililerden biri misin?"
"Hayır."
Oh, şükürler olsun! Hapse girmeyecektim!
"Ne rahatlatıcı." diye sürdürdüm ve yanlış bir şey söylememek için dilimi sertçe ısırdım. "Bak. Sen beni görmedin bende seni görmedim. Tamam mı? Güven bana, başımızı buradaki güvenlikle belaya sokmak istemezsin."
"Burada tek başına dolaşmak tehlikeli. Sana kimse bundan bahsetmedi mi?"
"Iıı... Şey..." İç çektim ve sadece kabul ettim işte. "Söylediler. Kesinlikle onları dinlemeliydim." diyerek bir kere daha iç çektim.
"Pek laf dinleyen biri değilsin, değil mi?"
Zaten yeterince gergindim. Yedi kat yabancı bir adam tarafından ödümün kopartılması ise sinirlerimi iyice yıpratmıştı. Belki de bu yüzden adamın yüzünü tırnaklarımla paramparça etmek istediğimi hissettim. Bunu yapmamak için de tırnaklarımı avcuma bastırdım. Sakin olmam gerekiyordu ve kesinlikle öfke kontrol problemim vardı. Hiç tanımadığım bir adama saldırma fikri çok saçmaydı. Bu herifin ne suçu vardı ki? Burada ne oluyorsa artık, hepsi benim suçumdu ve ben bu görmezden gelinmez gerçekten tüm benliğimle nefret ediyordum! Yabancı hareket ettiğinde sertçe irkildim ve düşüncelerimden hızla uzaklaşarak dikkatimi tekrar ona odakladım. Raftaki bir yüzüğü aldı ve zarif parmaklarının arasında yavaşça çevirerek tembel tembel inceledi. Seçtiği yüzük bir erkek yüzüğüydü. Siyah obsidyenden yapılmaydı ve halkanın üzeri boyunca eski dilde sonsuzluğu simgeleyen bir yılan figürü işlenmişti. Ayrıca herif hâlâ bana bakmıyordu. Biriyle konuşurken gözlerini senden kaçırması kadar rahatsız edici bir şey daha yoktur. Öyle ki benimle konuşmasa varlığımı unuttuğunu düşünürdüm. Keşke bana bir an olsun baksaydı.
Gözlerini elindeki yüzükten ayırmadan, "Seni ürkütüyor muyum?" diye sordu bana ama ses tonundan bunu yaptığını bildiği belli oluyordu.
"Beni ürkütmek o kadar kolay değil," diye inkâr ederek ona manalı bir bakış attım. Adamın büyüleyici görüntüsü beni sakinleştirdi ve öfkem biraz olsun azaldı. Üstelik hiç de tehlikeli görünmüyordu. "Sadece şaşırdım, o kadar. Misafir beklemiyordum."
"Bende beklemiyordum." diye ekledi.
"Peki." dedim yavaşça. Hiçbir şey demeden obsidyen yüzüğü parmaklarından birine geçirdi. Yüzük parmağına tam oldu ve bunu fark edince kaşlarımı sertçe çattım. Sonra uzun bir sessizlik oldu. Bu garipti. Gerçekten garip. Hâlâ bana bakmıyordu. Gözleri şimdi raflardaki eşyalarda dolanıyordu. Belki de fazla utangaçtır, diye düşündüm kendi kendime; Çok, çok fazla utangaç. Gerçi şimdiye kadar hiç bu kadar utangaç bir erkekle karşılaşmamıştım. "Tamam. Beni yakaladın. Cidden bir şey arıyorum. Yani sessiz ol ve... Şey... Hiçbir şeye dokunma, özellikle de parlak şeylere." Parmaklarımı etrafta salladım ve nedenini asla anlamayacak olsa da kıkırdadım. "Tecrübeyle sabit, inan bana."
Beni duymazdan gelerek "Aradığın şeyin ne olduğunu söylersen belki sana yardım edebilirim." dedi.
"Teklif için minnettarım ancak yardımına ihtiyacım yok." diyerek onu geçiştirip etrafıma bakındım. Sonra biraz düşündüm ve vazgeçtim. Bir çift gözden zarar gelmezdi herhalde. Her ne kadar o gözler bana bakmasa da. "Hey!" diye seslendim. "Buralarda bir taş görmüş olma olasılığın kaç?"
"Taş mı?"
Konu ilgisini çekmişti anlaşılan çünkü gözleri aynı yerde takılı kalmıştı. Sessizlik aramızda asılı kaldı. Sessizliğinin tek sebebinin devam etmemi istemesi olduğunu anlamam biraz zaman aldı ve anlayınca iyice sabırsızlanarak konuşmayı sürdürdüm.
"Evet. Bir taş. Avuç büyüklüğünde, yeşil ve parlaktı... Ovalimsi bir şekli vardı sanırım. Pek hatırlamıyorum ama güzeldi. Gerçekten güzeldi." Devam edemedim çünkü adam sessizce orada duruyor, hiçbir şey demiyordu. Ne kadar utangaç olursa olsun, söylediklerim karşısında bir tepki vermesi gerekmez miydi? Belli ki konuşmayı da biliyordu. "Ne var?" dedim huysuz huysuz. "Niye bir şey demiyorsun?"
"Sanırım bir konuda bu kadar hırslı olduğunu görmek beni heyecanlandırıyor. Her ne arıyorsan, gerçekten değerli bir şey olmalı."
"Evet. Bana aitti, onu kaybettim. Buralarda düşürmüş olmalıyım."
Yalandan kim ölmüş?
Fakat yabancının tereddüt ettiğini görebiliyordum. Kılını kıpırdatmadan, benden çok kendi kendine söylercesine, "Sana aitti." diye tekrar etti.
"Evet." diye cevap verdim ve pek fazla düşünmeden devam ettim. "Eski bir aile yadigarıydı... Yani ne? Gördün mü?"
Cevap vermedi ve yalan söylediğimde dudağının kenarındaki seğirmeyi gördüm, bunun ne olduğunu biliyordum, kuşkusuz saf tiksintiydi. "İşte bu, hiçbir eğitimin düzeltemeyeceği bir şey." diyerek yüzüğü çıkarıp raftaki yerine geri bıraktı. Şimdi soğuk, kültürlü bir tonla konuşuyor ama hâlâ bana bakmıyordu. Çenesini tutup gözlerini benimkilere döndürmekten beni alıkoyan tek şey birbirimize tamamen yabancı olmamızdı. Dişlerimi sıkmaktan çenem sızlıyordu.
"Efendim?" Tabi ki hiçbir şey anlamıyordum. "Ne neyi düzeltemez?"
"Tavrını, hiçbir şey."
"Yaa... Ne varmış tavrımda?"
"Söylediklerinin yüzde doksanı yalan ve bu kadar rahat yalan söylemen bence çok çirkin bir şey."
Dudaklarım hayretle aralandı. Açık sözlülüğü karşısında burada olmasından daha çok şaşırmıştım. Gözlerimden bir öfke parıltısı geçti. "Sana çirkin olan başka bir tavrımı daha gösterirdim ama işim başımdan aşkın." diye alay ettim. Gerçi değil ondan çalmak, ona dokunmak bile istemiyordum. Sonra ellerimi ovuşturarak "Ve ben yalan söylemiyorum!" diye yalan söyledim. Bunu derken sesim kulağa acayip geliyordu ve yabancının ifadesini göremezsem de bana inanmadığı çok açıktı. Yine de bu konu hakkında başka bir şey söylemeden, bir anda "Adın ne?" diye sorarak konuyu değiştirdi.
Usulca "Ne?" dedim.
"Adını öğrenmek istiyorum. Bir adın var, öyle değil mi? Söyle bana."
Hareketlerinde merakla öfke karışımı bir hâl vardı. Hoşnutsuzlukla homurdandım çünkü bu yabancı adamın adımı öğrenmesini istemiyordum. Sonuçta birbirimizi hiç tanımıyorduk. "Şey... Bence bu seni ilgilendirmez." dedim kabaca ve bana bakmadığı için fark etmeyecek olsa da ona ters bir bakış attım. "Ayrıca söyle mi? Siz yerlilerin yabancılara karşı daha nazik olması gerekmez mi? Adetlerinizden biri değil miydi bu?"
"Yerlilerin adetlerini bilmem ama benim geldiğim yerde senin gibi yabancılar pek hoş karşılanmaz."
Gözlerimi devirmeden edemedim. Benim gibi mi? Ne tuhaf bir diyologdu bu böyle. İrlandalı mıydı acaba? Bir keresinde birinden İrlandalıların yabancılardan nefret ettiği hakkında bir şey duymuş olmalıydım.
Düşüncelerim o andan uzaklaşırken gözlerim istemsizce lahidin olduğu tarafa odaklandı. Buradan lahidi göremiyordum ama oradaki varlığını iliklerime kadar hissedebiliyordum. Üzerindeki hiyeroglifleri yeniden gözden geçirip geçirmeyeceğime karar verirken yabancının buna kızıp kızmayacağını düşündüm. Birdenbire ne yaptığımın farkına vardım. Eğer bir uzman ya da görevli değilse bu adamın buraya girmesine imkân yoktu! Yabancı hâlâ orada duruyor, hiç hareket etmiyordu. Ellerimden biri boğazıma gitti ve nefes alıp verişlerimi kolaylaştırmak için tişörtümün yakasını çekiştirdim. Omurgamdan aşağı soğuk bir ürperti inerek beni huzursuz etti. Adam hâlâ orada duruyor, hiçbir şey yapmıyordu. Başımı iki yana salladım ve gerginlik her bir hareketimden okunurken nefesimi tutarak konuştum. "Burası... Biraz sıcak olmaya mı başladı ne..." Tam o anda alevlenen bir düşünce zihnimi erittiği için sustum. Hissettiğim endişenin Kosey'leyken hissettiğim terörün yanında esamesi okunmazdı ama nasıl oluyorsa, bu daha rahatsız ediciydi. Belki de nedenini anlayamadığım içindi.
Hafızamın derinliklerinde unutulmaya yüz tutmuş o ismi hatırlamaya çalışırken kaşlarımı çatıp şakağımı ovdum. Keşke Tony burada olsaydı. O kesinlikle hatırlardı. Sonra birdenbire aklıma geldi. İsmi dile getirirken sesim boğuk çıktı;
"Baris?"