Hazal aldığı haberin şokunu atlatamıyordu. Savaş’ın ölmüş olabileceği gerçeği, ona o kadar uzak ve imkânsız geliyordu ki, bu gerçeği kabullenmek yerine içgüdüsel olarak reddetmeye başladı. İçinde bir yerlerde, bunun sadece kötü bir rüya olduğunu, uyanınca her şeyin normale döneceğini umuyordu. Reddetme hali, saatler boyunca sürdü. Ta ki adli tıbbın soğuk, kasvetli morgunda nişanlısının cansız bedenini görene kadar... O an, zaman sanki durmuştu. Hazal, sevdiği adamı son bir kez görmek zorunda kalmanın dayanılmaz ağırlığını omuzlarında hissetti. O anki hissettiği korkunç acı öylesine yoğundu ki, yaşamaktansa ölmeyi diledi.
Hayatının en büyük yıkımını yaşıyordu. Birkaç ay sonra hayatını birleştireceği adam, tek bir kurşunla, acımasızca kalbinden vurulmuştu. Bu kadar basit, bu kadar acımasız… Savaş’ın kanı donmuş yüzü, gözlerinin önünde solmuş bir çiçek gibiydi. Kimse böyle bir ölümü hak etmiyordu; böyle bir son, en kötü düşmanına bile reva görülemezdi. Hazal, ayakta durmakta zorlanıyordu. Dizleri titriyor, bacakları onu taşıyamayacakmış gibi hissediyordu. Elleri, Savaş’ın soğumuş tenine dokunurken titredi. Gözyaşları, onun artık geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığını kabullenmenin ağırlığıyla hıçkırıklarla dökülmeye başladı. “Nasıl kıydılar sana! Kim yaptı bunu? Neden?” diye acı içinde haykırdı, ama cevap yoktu. Artık hiçbir cevap, hiçbir teselli, onu geri getiremezdi.
Hazal’ın yaşadığı üzüntü o kadar derindi ki, bedeni bu acıya daha fazla dayanamadı, bayıldı. Karanlığa gömüldü, belki de bu dayanılmaz gerçeklikten kaçmanın bir yoluydu. Kendine gelmesi uzun sürdü. Her gözlerini açışında, gerçeklerle yüzleşmenin dehşetiyle yeni bir sinir krizine giriyordu. Zihni, yaşananları kabullenmekte zorlanıyordu, kalbi ise bu acıyı taşımakta… Ertesi gün, öğleye doğru biraz toparlanabildiğinde, kendini emniyette buldu. Vakaya bakan komiserle görüştü, ancak duyduğu her detay Hazal’ı daha da perişan etti. Savaş’ın aracı, gece otobanda terk edilmiş halde bulunmuştu. Savcı, onun başka bir yerde öldürülüp araca taşındığını tespit etmiş ve otopsi yapılmasını istemişti. Bu soğuk gerçekler, Hazal’ın yüreğine yeniden bir bıçak gibi saplandı. Kendisine yöneltilen soruları gözyaşları içinde, zar zor cevapladı.
Verdiği ifadede, “Düşmanı yoktu. Savaş kendi halinde bir adamdı. Bırakın düşmanı, benden başka bir yakını bile yoktu. Yetiştirme yurdunda büyüdü,” dedi. Bu sözler, onun Savaş’a ne kadar derin bir bağlılıkla bağlı olduğunu ve onun geçmişine ne kadar üzüldüğünü gösteriyordu. Sorular arka arkaya geldiğinde, Hazal’ın içindeki acı daha da büyüdü. İfade vermek, onun için sadece bir zorunluluk değil, aynı zamanda yaşadığı travmayı yeniden ve yeniden hatırlatan bir işkence gibiydi. Nihayet emniyetten ayrıldığında, dışarıda annesini aradı. Olanları anlatırken sesi titriyordu; kelimeler ağzından dökülmekte zorlanıyor, her cümle onun için bir azap gibiydi.
Cenaze günü geldiğinde, Hazal ayakta durmakta zorlanıyordu. Aldığı sakinleştirici ilaçlara rağmen, vücudu sanki taş kesilmiş, ruhu ise çoktan bedenini terk etmiş gibiydi. Arkadaşları, annesi, ev arkadaşı Sezin; hepsi ona destek olmaya, koluna girip güç vermeye çalışıyordu. Ancak Hazal, çevresindekilerin söylediklerini duymuyordu bile. Onların sesleri, yaşadığı acının içinde kayboluyordu. Aklı, Savaş’la geçirdiği güzel günlere gidip geliyordu. Bu anılar, bir filmin fragmanları gibi zihninde dönüp duruyor, her biri Hazal’ın kalbinde derin yaralar açıyordu.
Ancak bu anılar arasında, Hazal’ın kalbini en çok yakan, Savaş’ın onu anne ve babasıyla tanıştırdığı o anıydı. İlişkilerinin altıncı ayında, Savaş onu bir mezarlığa götürmüş, yan yana yatan anne ve babasının mezarlarının başında durup, sevgilisini onlara takdim etmişti. O anı hiç unutamamıştı; Savaş’ın ailesizliğini, yalnızlığını o an iliklerine kadar hissetmişti. Şimdi ise, aynı mezarlıkta, Savaş’ın da yanına defnedildiği o an, Hazal’ın içinde onarılmaz bir yara açıyordu.
Defin işlemi bittiğinde, mezarlıkta kalan birkaç kişiden sadece Hazal, annesi ve Sezin kalmıştı. Zaten cenazeye gelen sayısı çok azdı. Savaş’ın ailesi yoktu, akrabaları da yoktu. Sadece çalıştığı gazeteden olduğunu söyleyen iki adam ve birkaç arkadaşı gelmişti. O da, tıpkı hayatı boyunca olduğu gibi, son yolculuğuna yine yalnız çıkmıştı. Bayramlarda, yılbaşlarında, doğum günlerinde boynu bükük kalan Savaş, şimdi de ölümünde yalnız bırakılmıştı. Hazal, bunun farkında olmakla kalmıyor, bu yalnızlığın Savaş’ın yaşamına nasıl derin bir hüzün kattığını düşündükçe acısı daha da büyüyordu.
Hazal, gözyaşları içinde annesi ve Sezin’e döndü, “İzin verirseniz ona veda etmek istiyorum,” dedi. “Bizi yalnız bırakır mısınız?”
İsteğini kabul eden annesi ve Sezin, ondan uzaklaştılar. Hazal, mezarın başında dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini, Savaş’ın üzerine atılan taze toprağa uzattı ve parmaklarını onun saçlarını sever gibi toprağın üzerinde gezdirdi. Gözyaşları, toprağa karışırken, Hazal içinden bir yemin etti. “Bunu yapanlar cezasız kalmayacak. Adalet er ya da geç yerini bulacak,” diye fısıldadı. Bu sözler, onun kalbinde filizlenen intikam duygusunun bir ifadesiydi. Hazal, sevdiği adamın öcünü alana kadar durmayacaktı. Bu, onun için bir görev, bir zorunluluktu.
Cenazeden sonra, yaşadığı derin acıya rağmen, içindeki kararlılığı yitirmemişti. Savaş’ın ölümünün ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. Sevdiği adamın neden hedef alındığını anlamak, onun için bir zorunluluk haline gelmişti. Bu nedenle, derin bir nefes alarak, Savaş’ın ölümünü araştıran komisere gitmeye karar verdi. İçindeki hüzün, öfkeye ve bir anlam arayışına dönüşüyordu. Adalet yerini bulmalıydı, ne pahasına olursa olsun.
Komiserin odasına girdiğinde, Hazal'ın yüzündeki donuk ifade, içinde yaşadığı acının ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu. Gözleri yorgundu, uykusuz gecelerin ve sürekli ağlamanın izlerini taşıyordu. Ancak tüm bu yorgunluğa rağmen, gözlerinde bir parıltı vardı; bu, sevdiği adamın katilini bulma kararlılığıydı. Komiser, Hazal’ın odaya girmesiyle birlikte ciddi bir tavır takındı. Onunla karşı karşıya otururken, Hazal’ın içindeki fırtınayı anlamaya çalışıyordu. Hazal derin bir nefes aldı ve gözlerini komisere dikerek titreyen sesiyle konuşmaya başladı. “Nişanlım son zamanlarda önemli bir araştırma yapıyordu. Bana çok fazla detay vermemişti, ama tehlikeli bir şeylerin peşinde olduğunu hissediyordum. Bir dosya üzerinde çalışıyordu ve bu dosyanın çok önemli olduğunu söylemişti. Bence katiller onu bu araştırma yüzünden öldürdü.”
Komiser, Hazal’ın söylediklerini dikkatle dinlerken kaşlarını çattı. Bu, daha önce duyduğu bir şey değildi. Hazal’ın anlattıkları yeni bir ışık tutabilirdi, ama elde ettikleri delillerle çelişiyordu. Komiser, Hazal’a güven vermek için sakin ve yumuşak bir sesle konuştu. “Nişanlınızın evini, bilgisayarını, telefonunu, e-posta adresini inceledik,” diye başladı. “Ancak, bahsettiğiniz gibi bir dosya ya da araştırma bulamadık. Eğer böyle bir şey vardıysa, şu an elimizde değil.”
Hazal bu sözleri duyduğunda, içindeki umut bir anda yerle bir olmuş gibi hissetti. Savaş’ın araştırması, onun için tek ipucuydu ve şimdi bu ipucu da kaybolmuştu. Yine de vazgeçmeye niyeti yoktu. Gözlerinde bir an için beliren çaresizlik yerini yeniden kararlılığa bıraktı. Dosyanın gerçekten var olduğuna emindi ve Savaş’ın onu bir şekilde sakladığını düşünüyordu. “Bakın, o dosyayı gördüm ben. İçinde her ne varsa Savaş görmemi istemedi. Bakacağım sırada tedirgin oldu. Savaş’ın araştırdığı şey her neyse, ulaştığı bilgi, onun ölümünün anahtarı olabilir. ”
Komiser, Hazal’ın üzüntüsünü gördüğünden moral vermek istiyordu. “Yine de bu bilgiyi göz ardı etmeyeceğiz,” diye devam etti. “Tekrar gözden geçireceğiz, belki atladığımız bir şey vardır. Rahat olun, Hazal Hanım. Hiçbir suç cezasız kalmaz. Savaş’ın katilleri er ya da geç adaletin önüne çıkacak. Bunun için elimizden gelen her şeyi yapacağız.”
Komiserin sözleri, Hazal’a bir nebze de olsa güven verdi. Savaş’ın başına gelenlerin peşini bırakmayacaklardı. Savaş’ın ölümünü araştırmaya devam edecekti. Sevdiği adamın hayatını elinden alanların cezasını bulana kadar, durmaya niyeti yoktu.
Hazal, komisere teşekkür ederek odadan çıktı. Onun için bu konuşma, Savaş’ın ölümünü araştırmak için atılan ilk adımdı. Ancak, önünde çok daha uzun ve zorlu bir yol olduğunu biliyordu. Adaletin yerini bulması için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıydı. Savaş’ın ölümünün ardındaki sırları çözmeden durmayacaktı. O andan itibaren, Hazal’ın hayatının tek amacı bu olmuştu: Savaş’ın ölümüne neden olanları bulmak ve onları adaletin önüne çıkarmak.
1 YIL SONRA
Savaşın katili hala bulunamamıştı. Komiser’in “Hiçbir suç cezasız kalmaz” demesinin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Bu sözler, Hazal’ın zihninde yankılanmaya devam ediyordu. Ancak zaman, acıyı tamamen silmese de bir nebze olsun hafifletmişti. Hazal, normal yaşamına dönmekte zorlanmıştı, ama bir şekilde hayata tutunmayı başarmıştı. Günler geçiyor, hayat, acısıyla tatlısıyla devam ediyordu. Sabahları, ayağına geçirdiği rengârenk spor ayakkabılarıyla bisikletine biniyor, rüzgâr saçlarını savururken şehrin sokaklarında pedal çeviriyordu. İşine, dünyaya gelen bebekleri sevgisiyle sarıp sarmalamaya odaklanmıştı. O anlarda, Savaş’ın ölümünü düşünmemeye çalışıyordu. Kendini işine verdiğinde, zihni bir an olsun huzur buluyor, kalbindeki acı bir nebze olsun dinliyordu.
Gündüzleri hayatını normal bir şekilde sürdürmeye çalışsa da, geceler Hazal için daha zor geçiyordu. Evde yalnız kaldığı o sessiz saatlerde, nişanlısının katilini düşünmekten kendini alamıyordu. Yatağında uzanırken, tavana boş boş bakar ve zihni bir yıl önce yaşananlara geri dönerdi. Savaş’ın gülüşü, ona sarıldığı anlar, birlikte kurdukları hayaller… Tüm bu anılar, Hazal’ın içini kemiren bir sızı gibi yeniden canlanıyordu.
Fakat onu en çok rahatsız eden düşünce, Savaş’ı hayattan koparan kişinin hâlâ bir yerlerde nefes alıyor olmasıydı. Savaş, genç yaşında hayatının en güzel zamanında bir kurşunla hayattan koparılmışken, onun katilinin serbestçe dolaşıyor olması Hazal’ı derin bir öfkeye sürüklüyordu. Savaş’ı öldüren kişi ya da kişiler, belki de hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlardı. Bu düşünce, Hazal’ın içini yakan bir ateş gibiydi.
Hazal, katilin her gece yatağa yattığında Savaş’ın yüzünü görüp görmediğini merak ediyordu. Kendine sık sık şu soruyu soruyordu: Acaba Savaş’ı öldürdüğü için vicdan azabı çekiyor muydu?
***
Masasında raporları inceleyen Akın, başını iki yana sallayarak, “Yakınlarım genellikle bir vicdanım olmadığını söylerler,” dedi.
Karşısında dizleri üzerine çökmüş halde yalvaran adam, bu söze rağmen merhamet dilenmeye devam etti. Hatta çöktüğü yerden kalkıp Akın’ın ayaklarına kapanmak istedi fakat Macit ve Akın’ın ondan sonra gelen adamı Tahir omzuna çökerek engel oldular.
“Akın bey ne olur affedin beni. Söz veriyorum bir daha olmayacak.”
Genç adam bir sayfadan diğerine geçerken göz ucuyla adama bakıp, “Merhametten maraz doğar,” dedi. Sonra umursamaz tavrıyla tekrar önündeki dosyaya döndü, başını kaldırmadan kalemiyle, yalvaran adamı işaret etti. “Götürün bunu!”
Macit ile Tahir adamın kollarına girip sürükleyerek odadan çıkartırlarken, arkalarından yapmaları gerekeni söyledi. “Ellerini kırmadan öldürmeyin!”
Akşam olmuştu ve Akın o saate kadar bir toplantıdan diğerine girmekten, ekstra çıkan saçma sapan işlerle uğraşmaktan yorulmuştu. Binada güvenlik görevlileri ve kendisinden başka kimse kalmamıştı. Bir süre gözleri kapalı sessizliği dinledi ama bu sessizlik sevgilisi Hande’nin aramasıyla son buldu.
“Akın ben hazırım. Beni alır mısınız yoksa orada mı buluşalım?”
O akşam, ortak iş yaptığı şirketin kuruluş yıldönümü kutlaması vardı. Gitmezse olmazdı. “Birazdan seni aldırırım,” dedi.
Telefonu kapatır kapatmaz sağ kolu Macit’i aradı. Adamına Hande’yi almaları emrini verirken ofisindeki banyoda duşunu aldı, yedek takımlarından birini giyindi.
Bir saat sonra kutlamanın yapıldığı oteldeydiler. Davetin gözde çifti kalabalığa karıştığında, insanlar onların her hareketlerini dikkatle izliyorlardı. Bunun farkında olan Akın’ın gözünden kaçmayan başka bir şey daha vardı. Hande’nin morali bozuk görünüyordu. Çevresine gülümseyerek bakarken, sevgilisinin kulağına eğildi. “Suratının bu hali ne? Burada olmaktan memnun değil misin?”
Üçüncü kadehini bitirmek üzere olan Hande, sorunun bulunduğu ortam değil, Akın’ın kendisi olduğunu söyledi. “Bana yanında taşıdığın bir aksesuarmışım gibi davranıyorsun. Senin için hiçbir önemim yok, öyle değil mi? Katıldığın partilerde davetlerde kullandığın vitrin malzemesiyim sadece.”
İşittikleri genç adamın hoşuna gitmedi. Kadın ya da erkek hiç fark etmezdi, birilerine bir şeyi açıklamaktan, memnun etme zorunluluğundan nefret ederdi. Çevresinde bulunan hiç kimse onun yaptıklarını ve söylediklerini sorgulayamaya cesaret edemezdi. Öfkesi yavaş yavaş yükselmeye başlamasına rağmen, salonda bulunan diğer insanlar sinirlendiğini anlamasın diye gülümsedi. Ortamdaki davetlilerin çoğu, özellikle de geceye davetli olan medya üyelerinin göz takibindeydiler. En çekici yüz ifadesini takınarak, sıktığı dişlerinin arasından sevgilisine cevap verdi. “Bu ilişkideki yerini biliyorsun. Seni bu birlikteliğe anlam yüklememen konusunda en başından uyarmadım mı? Eğer yapamayacaksan s*ktir olup gidebilirsin!”
Akın’ın tehdidiyle afallayan Hande, onu kaybetmemek için geri adım attı. Elini tutarak özür diledi. “Amacım seni kızdırmak değildi,” dedi. “Affet beni.”
Akın’ın yüzü çevreye karşı gülse bile siyah renge yakın olan kara gözleri öfke saçıyordu. Sevgilisinin elini narince tutup gülümsemesini genişletti. Birlikte yanlarından geçtikleri insanlara gülerek selam verirlerken, Hande’nin parmaklarını kıracakmış gibi sıkıyordu. Az sonra davetin yapıldığı kattan çıktıklarında, Hande korkudan nereye gittiklerini sorma cesaretini gösteremedi. Onun sinirlendiğinde gözünün nasıl döndüğünü, neler yapabileceğini çok iyi biliyordu. Avcının eline düşen av misali az sonra kopacak kıyamete hazırladı kendini. Birlikte asansör kabinine girdiklerinde, ikiside konuşmuyordu. Hande aynadan onun yüzüne baktı. Her solukta inip şişen burun kanatları, sesli şekilde nefes alıp verişi korkuyla titremesine neden oldu. Çünkü Akın dengesizdi. Sağı solu belli olmazdı, tehlikeliydi. Hiç beklenmedik bir anda, onu yirminci kattan aşağıya atacak kadar manyaktı.
Asansörün kapısı açıldığında, Hande’nin kalbi korkudan duracak gibi çarpıyordu. Akın kolunu çekiştirerek, “Yürü!” dediğinde itaat etti. Ses tonu tehditkar, son derece ürkütücü çıkmıştı.
Saniyeler sonra otel odasına girdiklerinde, genç adam kapıyı tekmesiyle kapattı. “Az önce saçma sorularınla cami duvarına işediğinin farkında mıydın acaba!” derken, neredeyse kükrüyordu. “O fındık kadar beyninle beni avucuna almaya mı çalışıyorsun!”
Hande ağlayarak hayır anlamında kafasını sağa sola salladı. Başına gelecekleri düşündükçe, son saniyelerini yaşıyormuş gibi hissetti. Tekrar tekrar özür diledi. Akın öldürücü bakışlarını gözlerinden ayırmadan üzerine doğru yürüdü. O yaklaşmak için her adım attığında, Hande uzaklaşmak için geriye doğru bir adım çıktı. Sırtı duvara çarptığında artık kaçacak yerinin olmadığını biliyordu.
Akın bir nefes kadar yaklaştığında sağ eliyle çenesini kavradı. Baş parmağı ve işaret parmağını acımasızca kullandığından, hem çenesi hem dudakları acıyordu. “Şu dilini nasıl kullanacağını öğretemedim sana,” diyen adamın karanlık bakışları, Hande’nin makyajı dağılan gözleri ile dudakları arasında gidip gelirken, bir anda dudaklarına kapandı. Hande bu harekete şaşırdı. Onun ne yapacağını anlamaya çalıştığı sırada, Akın öpücüğü yarım kesip ellerini genç kadının omuzlarına yerleştirdi. Önünde diz çökmesi için bastırdı, “Ne yapman gerektiğini biliyorsun. Seni affetmem için hadi beni ikna et.” Dedi.
Duyduklarıyla Hande gülümsedi. Taşıdığı korku yerini heyecana bıraktı. Yere diz çöküp bir saniye düşünmeden sevgilisinin kemerini açtı. Gözlerinin içine bakarak fermuarını indirdi. Er*ksiyon halindeki erkekliğini okşamaya başladığında, Akın, “Vazgeçtim, Seni becermek istiyorum” diyerek bileğinden tutup ayağa kaldırdı, elbisesini etek ucundan tutup başından çıkardı. Çıplak kaldığında yatağa itti. Yatağa sırt üstü düşen Hande’nin üzerinde sadece alt iç çamaşırı vardı. Genç adam üzerindeki kıyafetlerinden kurtulup yatağa yaklaştı. Bacaklarından tuttuğu kadını yatağın ucuna kadar çekip yüzüstü çevirdi. Bir eliyle belini kavrayarak kendine çekerken, diğer eliyle belinin ortasına bastırdı. Rahat girebilmesi için kalçasını önünde yükselttiğinde, iç çamaşırını indirdi, uzun saçlarını eline dolayarak çekiştirdi. Hande bu hareketle daha çok tahrik olurken, vajinasına giren sertlikle inledi, kendini katıksız zevke bıraktı.
Akın içine seri hareketlerle girip çıktıkça, zevkten çığlık atmamak için ağzını yatağa bastırdı. Fakat üzerine eğilen genç adam darbelerine devam ederken, arkasından iki eliyle göğüslerini kavradığında, dayanamadı. İniltisi odada duyulmaya başladı. Akın kendini ona daha sert ittikçe, göğüslerini acıtarak sıktıkça kendinden geçiyordu. “Daha sert!” diyordu kesik kesik çıkan nefesiyle. Onun bu talebi ile duran genç adam geri çekilip yatağa uzandı. “Devam et!” dedi. Az önce şehvetten gözlerini açamayan Hande, Akın’ın üzerine konumlanıp aletinin üzerine oturdu. Ona göre Akın psikopattı, manyaktı falan ama o güne kadar sekste onu en çok doyuran adamdı. Üzerinde dans eder gibi yavaş yavaş hareket ederken, genç adam belinin iki yanından tutup sıkarak, “Hızlan,” dedi. “Partiye dönmemiz gerekiyor.”
Akın, onun daha hızlı hareket etmesi için tuttuğu belini indirip kaldırırken, son noktaya gelmişti. Boşalacağını anladığı an kadını üzerinden fırlatır gibi itti. Sonuçta cebinde kondomla gezmiyordu.