Eve geciken Hazal bisikletini yaşadığı apartmanın bodrum katına bıraktı. Siniri hala yatışmamıştı. Aksine daha çok kabarmıştı. Eve girince saatin 16.55 olduğunu gördü. İş görüşmesine vaktinde yetişmesi mümkün değildi. Aklına Akın geldiğinde “*ruspu çocuğu!” dedi. “Allahın belası pislik!”
Hızlıca duşunu alıp üzerini giyindi. Küfür etmeye devam ederek yaralanan eline yara bandını yapıştırdı. Saat 17.45de makyajını yapmış, hazırlığı bitmişti. Tam evden çıkarken iyi şans dilemek isteyen Sezin aradı. Burnundan soluyarak “Ne şansı Sezin” dedi. “Evden daha yeni çıkıyorum. Şerefsizin biri yüzünden geç kaldım” diyerek yolda başına gelenleri anlattı.
“Sakin ol tatlım. O pislik insanları düşünme sen. İş görüşmene, borçlarına odaklan. Böyle parazitler Allahın her günü karşımıza çıkmıyor mu zaten. Alışığız biz.”
Sezinin söyledikleri azda olsa Hazal’ı yatıştırmıştı. Arkadaşı haklıydı. Hayatta böyle insanlar hep vardı, hep de olmaya devam edecekti.
***
Akında tıpkı Hazal gibi eve ulaştığında doğruca odasına gidip banyoya girdi. Bir an önce kıyafetlerinden kurtulmak için üzerini değiştirmeliydi. Aynaya bakarak kravatını çözerken gömleğinin manşetine bulaşan kanı gördü. O an Hazal’ın bileğini tuttuğu anı hatırladı. Kendi kendine “Deli cesareti” dedi. Kızın söylediklerinin ve yaptıklarının başka açıklaması olamazdı çünkü. Kim Akın Alptuğ’un karşısında böyle pervasız hareket edebilirdi ki. Ya o sözleri, hatırladıkça siniri bozuluyordu.
O anı o yaşanmamış sayarak üzerindeki gömleği çıkarttı, eline aldı. Travmaları tetiklenen Akın aynadaki yansımasına, sağ göğsünün üzerindeki derin yara izine baktı. İradesi dışında gözlerini kapattığında karanlık onu hızla içine çekti, zaman geriye sardı. O güne gitti. Kolları iki yandan duvara zincirlenmiş on yedi yaşında bir çocuktu daha. Karşısındaki adam elindeki bıçağın ucunu tenine batırarak aşağı yukarı çizerken “Konuş çocuk!” dedi. “Malı sana kim verdi”
Akın hissettiği acı nedeniyle haykırmamak için dişlerini sıktı, konuşmadı. O sustukça adam daha çok hiddetlendi. Öne düşen başını kaldırmak için kısa saçlarını ensesinden tutup geriye çekti. Yediği dayak yüzünden gözünün biri tamamen kapanmış, patlayan dudağından kan damlıyordu. “Sana son kez soruyorum. Ya bana malı kimden aldığını söylersin ya da bu bıçağı daha derine saplarım. Hatta hiç üşenmem etini kemiğinden ayırırım.”
Adamın nefesini üzerinde hisseden Akın sağlam olan gözünü hafifçe araladı fakat cevap vermedi. Konuşmak yerine ağzında biriktirdiği kanı üzerine püskürttü. “Ben… Hain değilim” dedi.
Bu hareket karşısında adam tepki vermedi. Şaşırtıcı derecedeki sakinliğiyle yüzündeki kanı eliyle sildi. Akının gözünün içine bakarak gülümsedi. “Kanın üzerime bulaştı çocuk” dedi. Gülümsemeye devam ederken birden bıçağın ucunu az önce çizdiği bölgeye sapladı. Akın o kadar büyük acı çekiyordu ki gözlerinden yaşlar akıyordu. Yinede ona işkence eden adamlara istediklerini vermemek için sesi çıkmıyordu. Ne konuşuyordu, ne de bağırıyordu. “Şimdi seni kuş gibi öttüreceğim” diyen adam bıçağın sapına bastırarak aşağı doğru kaydırdığında Akın dişlerini birbirine kenetleyerek başını geriye attı. Vücudundaki acı etini parçalayan metal kadar keskindi. Onu nefessiz bırakıyordu. Dayanması çok zordu. Pantolonunun kemerinde biriken kanın sıcaklığı yavaş yavaş bacağına inerken kanın kokusunu alıyordu. Midesi bulandı. Dünya dönüş hızını arttırdı. Üşüyordu.
Akın yaşadığı acı yüzünden kendinden geçerken bulundukları odada onları izleyen adamın söylediklerini işitti. “Bu kadar yeter, çok kan kaybediyor. Çocuk ölecek”
Diğer adam sırıtarak cevap verdi “Bu kadar uzun süre direnebilmesi sence de takdire şayan değil mi?”
Geçmişe yaptığı yolculuktan irkilerek çıkan genç adam alnında biriken teri sildi. Onu geçmişe götüren gömleği tiksinir gibi yere fırlattı. Nefret ederdi kanın kokusundan, özelliklede üzerine bulaşmasından. Acil duş almalıydı.
***
Elindeki adrese ulaşan Hazal önünde durduğu devasa büyüklükteki kapıya baktı. Hayatında gördüğü en büyük kapıydı. Geri çekilerek iş için geldiği evin çevresinde göz gezdirdi. Bahçe duvarlarının yüksekliği yüzünden dışarıdan içeriyi görmesi imkansızdı. Ev, surları andıran duvarlarıyla evden çok kaleye benziyordu. Bu korunaklılık hoşuna gitmedi. İçine sinmeyen bir şeyler vardı. Geri dönmek istedi ama Savaştan hatıra kalan evini de kaybetmek istemiyordu. Sezin haklıydı. Biraz dişini sıkabilirdi. Eğer yapamayacağını anlarsa yeni bir iş buluncaya kadar tahammül edebilirdi. Kendini cesaretlendirerek tekrar kapıya doğru giderken onu güvenlik kamerasından fark eden güvenlik görevlilerinden birisi karşısına çıktı. Adam şüpheli gözlerle Hazal’a baştan ayağa bakarak “Yardımcı olabilir miyim?” dedi.
Genç kadın iş görüşmesi için geldiğini söyledi. Saatine bakarak “Normalde randevum altıdaydı ama geciktim. İsmim Hazal Güven.” dedi.
Telefonunun ekranına bakan güvenlik görevlisi saatin yedi buçuğa geldiğini görünce kulaklığından içeriye bilgi verdi. Kısa bir bekleyişin ardından “Emredersiniz” deyip Hazal’dan kendisini takip etmesini istedi.
Genç kadın görevliyle birlikte kapıdan geçtiğinde kendini Alice Harikalar Diyarına girmiş gibi hissetti. Etrafına büyülenmişçesine baktı. Bu sırada içerideki başka bir güvenlik görevlisi “Kimliğinizi alabilir miyim” dedi. Hazal çantasından kimliğini çıkartırken yeşilin her tonunu barındıran bahçeye hayranlıkla bakıyordu. Her yer daha önce hiç görmediği rengarenk çiçeklerle, ağaçlarla doluydu. Ev dışarıdan göründüğünden daha geniş bir arazi üzerine inşa edilmişti. Bahçenin ucu bucağı görünmüyordu. O kadar ki, iç kapıya ulaşmak için dakikalarca yürümek zorunda kaldılar.
Güvenlik görevlisiyle eve ulaştıklarında kapıyı orta yaşlarda bir kadın açtı. “Hoş geldiniz Hazal hanım”
Tanımadığı kadının ona ismiyle hitap etmesi Hazalın hoşuna gitti. Selam verip hizmetlinin yönlendirmesiyle geniş bir salona girdi.
“Sizi biraz bekleteceğiz efendim”
Hazal salonda yalnız kalınca oturduğu koltukta etrafına bakındı. Duvardaki tablolardan mobilya renklerine kadar her şey oldukça soğuk ve karamsardı. Bahçenin aksine evin havası kasvet doluydu. Bahçe ne kadar canlıysa ev o kadar ruhsuzdu. Ona göre ev sahipleri soğuk ve resmi insanlar olmalılardı. Yani en sevmediği insan tipleri. Yanılıp yanılmadığını az sonra görecek olmasının heyecanını taşırken uzaktan gelen bebek sesini duydu. Ağlıyordu. Hiç dayanamazdı bir bebeğin ağlamasına. Çocuklar ağlamamalıydı. Sabırla sesin kesilmesini bekledi. Onunla ilgilenen birilerinin olabileceğini düşündü fakat ses dakikalar geçtikçe kesilmek yerine daha çok arttı. Dayanamadı. Yerinden kalkıp salondan çıktı, sese yöneldi. Etrafta kimseler görünmüyordu. Ev terk edilmiş gibiydi. Ürperdi. “Kimse yok mu, bebek ağlıyor” diye seslendi ama yanıt alamadı. Bir yanı bir an önce bulunduğu ortamdan kaçmasını söylerken diğer yanı bebeğin neden ağladığını merak ediyordu.
İkilemde kalan Hazal bebek için endişelendiğinden sesin geldiği yöne doğru adım attı. O adım attıkça bebeğin çığlıkları daha da yükseldi. Sanki canı yandığı için ağlıyormuş gibi hissetti. Anaç ruhuyla evin içinde bebeği ararken ses onu bir merdivene yöneltti. Ahşap basamakları çıkmadan elini korkuluğa attığında üst kata baktı. Hala ortalarda kimse görünmüyordu. Bebek ise ağlamaya devam ediyordu. Düşünmeden basamakları hızlı adımlar tırmandığında önünde aydınlık bir koridor ve açık olan bir kapı vardı. Koşarak odanın kapısına gittiğinde nihayet bebeği görebildi. Üniformasından ev personeli olduğu anlaşılan bir kadının kucağındaydı. Kadın susturmak için salladıkça bebek daha çok ağlıyordu. Yanlarına yaklaşıp neyi olduğunu sordu.
Görevli kadın bilmediğini söyledi. “Az önce karnını doyurdum, gazını çıkarttım. Sonra birden ağlamaya başladı. Susturamıyorum.”
Hazal müsaade istemeye gerek görmeden bebeği kucağına aldı. Küçücük yavrunun tanıdık gelen gözleri yaşlarla doluydu. “Ben hemşireyim. İş görüşmesi için gelmiştim” açıklamasını yaparak bebeği yatağına yatırdı, ateşine baktı. Vücut ısısı normaldi. Buna rağmen hareket ettikçe çığlık çığlığa bağırıyordu. Bir yerinin ağrıdığından emin oldu. Vücudunu kontrol etmeye başladığında emziğinin takılı olduğu zinciri fark etti. Üzerindeki tulumu tutan kıskacın kenarı mekanizmasından çıktığından sivri köşesi tenine batıyordu. Çocuğun omzundan tulumunu sıyırdığında noktalar halindeki kırmızılıkları gördü. Her bir kızarıklığın üzeri kan toplanmıştı.
Hazal bebeğin üzerini soyduğunda ağlaması durdu. “Çok mu canın yandı minik prens” diyerek görevli kadının uzattığı patikli altı aldı. Giydirmek için ayağını eline aldığında gıdıklanan bebek ayağını geri çekti. Hazal güldü “Demek gıdıklanıyorsun” dediğinde bebek onu anlıyormuş gibi gülümsedi.
Bebeğin giydirme işlemi bittiğinde görevliden emziği zincirinden çıkartmasını istedi. “Lütfen bunu mecbur kalmadıkça takmayın. Zincir boğazına da zarar verebilirdi.” Dedi.
Görevli kadın tekrar tekrar teşekkür ederken emmesi için emziği bebeğe verip kucağında sallamaya başladı.
Bebek ağır ağır uykuya dalarken Akın, Macit ve Tahir onları çalışma odasındaki kameradan izliyorlardı.
Macit “Efendim, şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz” diye sordu.
Gözlerini ekrandan ayırmayan genç adam cevap vermedi. Hazalın kucağında uykuya dalan bebeğin saçlarına öpücük kondurmasını, kollarında tıpışlayarak yatağına yatırmasını izledi. Genç kadın bebeğin üzerini örterken oturduğu koltuktan kalktı. “Planladığımız yoldan devam” dedi.