Delal
Onur’un gözleri gözlerime değdiği an, sanki dünyamda bir çatlak oluştu. O çatlak, yıllardır biriktirdiğim bütün acıları ve kırgınlıkları yüzeye çıkardı. Yıllardır beni görmeyen, sesimi duymayan, varlığımı bile kabul etmeyen bu adam şimdi karşımdaydı. Ama o beni hatırlamıyordu. Hafızasında ben diye bir şey yoktu. Belki de olması gereken buydu; bir hayalet gibi yaşamıştım onun hayatında, şimdi de onun için bir hayalet olmuştum. Gerçi hiç yüzüme bakmamıştı, beni görmeye tenezzül dahi etmemişti. Hafızasını kaybetmese bile beni hatırlayamaz, sadece neden evlendiğini unutmuştu…
Gözlerini ısrarla üzerime diktiğinde, içimde bir ürperti hissettim. Yıllarca bu anı beklemiştim. Onur'un bana dönüp bakmasını, gözlerimin içine bakmasını, gerçekten var olduğumu hissetmesini beklemiştim. Çünkü bu yalıda kalmaya mahkumdum. Onur’un karısı olmaktan başka tercih hakkım da yoktu. Belki de mutlu olmalıydım. İki yıldır sevmediğim, tanımadığım bir adamın koynuna sırf kocam oldu diye girmek zorunda kalmamıştım.
Ama dönmüştü işte… Belki aklı yerine gelince yine çekip gidecek, bu evliliği ret edip beni yok saymaya devam edecek. Fakat iki yıldır tek başıma uyuduğum yatakta iri cüssesiyle boylu boyunca yatıyordu. Beni merak ettiğinin farkındaydım.
Sanki iki yıldır beni yalnızlık çukuruna atmamış gibi umursamazca bana bakıyordu ve bu bakışlar sanki içimdeki bütün yaraları yeniden kanatıyordu.
“Delal,” dedi, sesi sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi. Onun sesini bu kadar yakından duymayalı çok uzun zaman olmuştu. Evde olaylar olduğunda gidip gelirdi ama asla yanıma uğramaya, halimi hatrımı dahi sormaya gerek duymazdı. Ben ondan kocalık yapmasını istemezdim… Sadece ikimizde aynı kaderi paylaşırken sadece ‘nasılsın,’ diye sorması bana yeterdi. Bana bunu bile çok görmüştü…
İçimdeki kırgınlık, adımı Onur’un ağzından duyduğumda daha da büyüdü. “Ben seninle niye evlendim?”
Bu soru, içimdeki kırıklıkları daha da derinleştirdi. Onur’un hafızasını kaybetmiş olması, bana umut vermiyordu; aksine, beni geçmişteki acılarla yüzleştiriyordu. “Bu evlilik, ikimizin de isteği değildi. Evlenmek zorunda kaldık,” dedim.
“Yoksa benden hamile falan mı kaldın? Bebek de yok ortalıkta. Sahi, bebek var mı? Aşağda iki tane velet vardı, onlardan biri benimse boku yedim… Ben daha 17 yaşındayım babalık yapamam.”
“26 yaşındasın.”
“Haaa doğru, ama on yedi gibi hissediyorum. Yine de bebek falan yanıma yaklaştırma, ağlama sesinden nefret ederim.”
“Korkma, bizim bebeğimiz yok. Biz seninle bu sebepten evlenmedik.”
“Haaa… Ne diye evlendik o halde? Sana aşık olmadığıma da eminim. 10 yılda o kadar fikrim ve zevkim değişmemiştir herhalde. Ben sarışın ilik gibi çıtır kızları severim. Sen ise kumralsın. Tamam gözlerin güzel, safir gibi ama yine de seni severek evlenmiş olma ihtimali göremiyorum.”
İçimdeki duyguları bastırmak zorundaydım. O kadar saçma sapan konuşup duruyordu ki, şu an sağlam kolunu da ben kırarım diye korkmaya başladım. “Haklısın aşk evliliği de değil. Senin evlenmek istemediğin kadar, ben de bu evliliği istemiyordum. Ama amcam beni döverek bu eve getirdi…”
Onur’un yüzündeki ifade değişti, belki de acıdı bana ama bu yumuşak bakışlar bana hiçbir şey ifade etmiyordu. “Neden zorla evlendik?”
“Babam… Abini vurduğu için berdel olduk. İkimizde berdele tutsak edilmiş kurbanlarız. Ama sen kurban olmaktan son anda kurtulup her şeyi ve beni arkanda bırakıp bu evi terk ettin…”
“O zaman neden buradasın? Neden hâlâ bu evde kalıyorsun? Ailenin yanına neden dönmedin ki?” diye sordu. “Yoksa burdaki imkanları mı bırakmak istemedin? Dur tahmin edeyim kesin ailen fakirdir, seni başlarından atıp zengin aileye gelin ettiler ya zaten geri almazlar eve, haksız mıyım?” diye sorarken sesinde hem merak hem de alay vardı.
Bu sorunun cevabı, yıllardır taşıdığım bir yük gibiydi. Neden buradaydım? Neden bu evde kalmıştım? Onur’un beni istemediğini bile bile, neden burada kök salmaya çalışmıştım? Cevap basitti: Gidecek hiçbir yerim yoktu. Bu ev, benim için bir hapishane olmuştu, ama aynı zamanda sığınabileceğim tek yerdi. “Bunu seninle tartışmak istemiyorum, Onur. Benim bu evde kalmam seni rahatsız etmiş olabilir ama başka bir seçeneğim yoktu.”
Onur’un bakışları üzerimde gezinirken, onun beni anlamadığını biliyordum. Anlamayacaktı da. Onun için ben, bu evde istemediği bir fazlalıktım. Bu hissi çok iyi bilirdim… Annemin öldürülmesinden sonra ben bu dünyaya bile fazla geldim. Eminim ki babam benden kurtulduğuna sevinmiştir. Bir gün arayıp sorsaydı eğer bunu sesini duyduğum da anlardım. Çetin abim dışında beni arayan kimse yoktu… Kız kardeşlerim de beni unutmuş, kaderime terk etmişti. Cabbar ağanın istenmeyen, berdel verilen kızını onlarda abla olarak görmek istemiyordur belki…
Gözümden bir damla yaş akarken pencereye doğru yürüdüm. Heval ile Mercan da kız çocuktu ama babam az da olsa onları severdi. Beni annem yüzünden sevmedi belki de… O yüzden anasının kızı deyip hep iteleyip darp etti…
Songül ana zaten hep kendi kızlarını önde tutardı. Bir de abime iyi davranırdı. Erkek çocukları kıymetli diye…
Songül ana ise Zerya ile abimin evlendiği dönem hastalık kapmıştı. O dönem ona hep ben baktım. Öleceğim diye korkup ağlarken elini ben tutmuştum. Ama ona rağmen bir gün olsun beni sevmeyi aklından bile geçirmedi. Erkek olsaydım sevilir miydim?
Ne baba ocağında sevildim, ne koca evinde… Gerçi burda kapılarımı herkese ben kapattım. Bu odadan dışarı lüzum dışında çıkmak istemedim. Dışarıya alışırsam burda kalmak daha zor gelirdi. Zerda ile Zerya’nın sevildiğini gördükten sonra kaderime daha çok ağlarım diye onlarla oturup kalkmak istemedim.
Ben kendimi bu odaya hapsederken kendimi korudum ama kader bu ya, beni istemeyen kocam, bana el sürmemiş adam şimdi karşımda ‘neden burda kaldın’ diye beni sorguluyordu.
“Giysilerin sanki bu yüzyıla ait değil, nereden buldun böyle antik şeyleri?” dediğinde, elbiseme baktım. Üstümdeki elbiseyi kuzenim bana vermişti. Babamın çok parası olsa da bana masraf yapmaya gerek görmemişti. Çetin abimde evlenip İstanbul’a taşınınca çarşıya çıkacak param bile kalmamıştı. Babam bize telefon da kullandırtmazdı. ‘Erkeklerle konuşur, başımı belaya sokarsın, zaten o namussuzun kızından ne beklenir!’ derdi. Öyle bir yapmıştı ki, telefona bile el sürmeye korkar olmuştum. Buraya getirilirken bile elime telefon veren olmamıştı. Çetin abim Merve ile telefon göndertmişti. O zaman abimle konuşma imkanı bulabilmiştim.
Abim her görüşmek istediğinde ise bahane uydurmuştum. Çünkü Saruhanlar abimden nefret ediyordu. Abimle onları karşı karşıya getirmek istemiyordum.
Yoksa abim bana en güzel üstleri de alırdı… Kuzenimin eskileriyle ya da tiftiklenmiş elbiselerle idare etmem gerekmezdi.
Zerya birkaç defa alışverişe gitmeyi teklif etmişti ama abimin eski eşiydi. Onunla yakınlık kurmakta istemedim. Peri zaten doğru düzgün yoktu. İtalyada eğitim görüyormuş diye söylemişti bir defa. Bana ordan birkaç parça hediye de getirmişti ama çok açıklardı. Ben onları hayatta giyemem…
Kendimi kötü hissediyordum ama belli etmemeye çalıştım. İki yıl şu odada kendi kabuğumda yaşarken şimdi Onur’un sözleri beni bir anda altüst etmişti. Başımı dik tuttum ve sakin bir sesle cevap verdim. “Bu elbiseyi severek kullanıyorum. Bizim orada herkes böyle giyinir. Eğer bunlar sana demode geliyorsa, sorun değil. Benim için önemli olan, kendimi nasıl hissettiğimdir.”
Onur alaycı bir kahkaha attı. Kalbimi kırmaktan çekinmeden alayla konuştu. “Eğer bu paçavralar içinde kendini iyi hissediyorsan, sana tarzını değiştir diyecek değilim. Ama İstanbulda böyle dolaşmamanı tavsiye ederim. Senin bu halinle dalga geçen çok olur. Dilenci sanan bile çıkabilir.”
Onun bu sözleri, içimdeki yaraları kazımıştı. Ben dilenci gibi mi görünüyordum? Sevgi dilendiğim doğruydu. İlla para mı dilenmek gerekir… Hep sevgi dilendim, analığımdan, babamdan kız kardeşlerimden… Abimden başka kimse beni sevmedi. Ruhum paramparçaydı. Ruhumu görse elbiseme şükrederdi. Giydiğim elbise onun için paçavra, ben ise omzuna binen bir kalburdan öte değildim. Ama bir gün bitecekti… Bir gün babam pişman olup ‘evine dön kızım’ diyecekti.
“Sen hafızanı kaybetmeden önce de böyle sığ bir adam mıydın, sadece bunu merak ediyorum. Şu an kendini 17 yaşında sanan ergen eğlencesi arayan adamla daha fazla konuşmayacağım. Kendine başka eğlence bul Onur Saruhan…”
Bir süre sessizlik oldu. Bu sessizlik, onunla aramda bir duvar gibiydi. Onur, bana ne diyeceğini düşünüyor gibi bakıyordu ama bu bakışlar beni daha da uzaklaştırıyordu ondan. Hafızasını kazandığında hayatımda kalmayacak bir kocam varken onunla uğraşmamın anlamı yoktu.
Odanın kapısına yönelirken, “Öyle laf sokup nereye gidiyorsun! Daha ben son sözümü söylemedim! Unutma ki senin kocanım!” dediğinde sinirlenerek ona döndüm. Ama gerçekten de aptal bir ergen gibi bakarken ona kızmam saçmaydı. O yüzden bir an için duraksadım. Ona dönüp sövmeden içimdeki bütün küfürleri kontrol altına almaya çalışarak konuştum.
“Hafızan yerindeyken bile kocam olduğunu unutan sendin Onur… Biraz önce sana ne şartlarda evlendiğimizi anlattım. İki yıldır bu eve gelmediğini de söyledim. Bu evlilik sadece kağıt üzerinde kalmış göstermelik bir evlilik olarak devam etmekte. Ve bu şartlarda değişmesi de mümkün değil. Bu yüzden benden beklentin olmasın.”
Bu sözlerle odadan çıktım. Kapıyı arkamdan kapattığımda, içimde büyük bir boşluk hissettim. Onur’un bu evde kalması, iki yıllık yalnızlığımı yeniden hatırlatıyordu. Ama dört duvar arasında yaşadıklarımdan sonra çıkıp gelmesi artık bana bir şey ifade etmiyordu. Çünkü Onur, benim için bir zamanlar bir umut ışığı olabilirdi ama şimdi, sadece geçmişte kalmış bir hayal kırıklığıydı.
Yalnız kalıp ağlamak istedim ama gözyaşlarım çoktan kurumuştu. Bu evde bir gölge gibi yaşamaya devam edecektim. Onur’un hafızası geri gelmese bile, onunla aynı evde yaşamak, benim için her gün biraz daha acı demekti. Ama belki de bu, olması gerekenin ta kendisiydi. Çünkü Onur, hiçbir zaman beni gerçekten görmedi, beni gerçekten sevmedi. Ve şimdi, onun hafızasında bile yerim yoktu.
***
Mutfağa inip su içerken evin en yaşlı yardımcısı Ayşe Gül Hanım beni görerek “Hadi gözün aydın, kocan eve döndü,” dedi.
Sandalye çekip oturdum. “Aman Ayşe Gül abla, dönmesini mi bekliyordum sanki. Keşke kaza geçirmeseydi de olduğu yerde kalmaya devam etseydi.”
“Niye kız, belki akıllanıp yuvasını bilir artık.”
“O sersem mi akıllanacak? Kendini 17 yaşında sanan liseli bir ergen gibi makara peşinde… Giydiğim elbiseye bile laf edip dilenciye benzetti beni. Ne var ki elbisem de? Babam gilin aşireti hep böyle giyinirler. İstanbula gelin geldim diye aslımı inkar mı edeyim? Üstelik bu evde misafir gibi yaşarken kimin için, neden değiştireyim giyimimi?”
“Sen yine de öyle deme. İki güzel entari giyin, biraz boyan süslen de görsün paşam dilenci dediği kızın güzelliğini. Hoş makyaja da ihtiyacın yokki, su gibi dupdurusun, maşallah.”
“Sağol Ayşe Gül abla, ama ben ona kendimi beğendirmek derdinde değilim ki. Bir an önce iyileşip gitsin, başka bir şey istemiyorum. Odamdan bile oldum… Acaba yalıda bana başka oda verirler mi?”
“Kızım, öyle deme. O senin helalin, kocan. Bak fırsat ayağına gelmiş, seni biraz tanısa sever, buna hiç şüphem yok. Ama sen kaçarsan, geri durursan kocan gitti mi burdan daha takar koluna başka kadın, seni de kapıya koyar. O zaman baba evine bile sığamazsın.”
Beni dinleyen, derdimi bilen tek kadındı Ayşe Gül abla… Dediklerinde haklıydı. Azı var çoğu yoktu.
Ailem Adana’ya Bingöl depremi zamanı göçmüş. Aslen Bingöl’lüydük. Ben o zamanlar daha doğmamışım. Kültürümüz farklıydı. Yetiştirme tarzımız şehirli kadınlar gibi değildi. Saruhan ailesi bizim yanımızda çok çağdaştı. Zaten Onur’un ailesi duyduğuma göre çok önceden İstanbul’a göç etmiş. Buraya uyum sağlamış, değişmişler…
Üstümdeki entarinin küçük çiçek desenlerine bakarken bana kırlarda özgürce dolaştığım günleri hatırlatıyordu. Bir gün Karlıova’ya dönersem yine o çiçeklerin içinde koşacağım. Annem hayattayken beni götürdüğü o köyü hiç unutmamıştım. O köyde kalabilseydik, annem belki ölmezdi… Öldürülmezdi…
Babamın annemin katili olduğu gerçeğiyle bu yaşıma gelirken bazen vicdanım avaz avaz bağırıyordu. Babamı ihbar etmediğim için o suça sanki ortak olmuştum. Ama annem namussuzluk yaptığı için hak etti denilerek büyütülmüştüm. Bir de babasız kalmaktan korkuyordum belki de… Ya da namussuz kadın ölmeyi hak eder düşüncesi bilinç altıma yerleştiyse diye düşünürdüm kimi zaman…
Ya Onur beni kapıya koyarsa, babamın ‘ne namussuzluk ettin de kocan seni kapıya koydu’ dediğini duyar gibi oldum. O zaman beni de öldürür müydü?
İçim titredi. Eteğimin uçlarını sıktım. Nefesim sıkışırken panik atak sanki beni yokluyordu. Derin birkaç nefes aldım. Panikten uyuştuğumu kendi içimde tekrarladım. İyiyim, geçecek, derin nefes al ve ver… Bunları içimden tekrarlayıp durdum.
Sakinleşince bir bardak su içtim titreyen parmaklarımı kontrol etmekte zorlanırken. Ayşe Gül abla anlamayarak bakıyordu. “Seni korkuttum herhalde, kusuruma bakma kızım. Dur kapıyı açayım da hava al,” dedi.
“Yok abla, korkutmadın. Bana doğruları söyledin, Onur elbet bir gün birini sevecek. Resmi nikahımız da yok, pekala başka bir kadını nikahına alıp beni burdan kovabilir. Zaten Yekta Bey davasından vazgeçti. Ben burda sırf babam beni kabul etmediği için kaldım. Beni gönderse ne diyeceğim ki…”
Elini dizime koydu, “Onun için kızım, aklını başına topla. Ayağına gelmiş fırsatı kaçırma. Sokul kocana, erkektir sonuçta. Hem de kendini 17 yaşında sanan kanı kaynayan bir erkek ne kadar geri durabilir ki? Sen koynuna girdin mi gerisi gelir. Boşuna dememişler nikahta keramet var diye. Onun aslı yatakta keramet de işte büyüklerimiz yumuşatmışlar,” dedi.
“Ben bunları düşünürüm abla. Sağ olasın…”
“Sen sağ ol kızım.”