Wilson odada dolaşırken her şeyin düzenli bir şekilde olduğunu gördü. Sanki çocuk ailesinin yanındaydı ve tatillerde büyükannesini ziyaret etmek için gelecekti. İçinden ‘Yazık olmuş’ diye geçirirken hemen sağ köşedeki kitaplık ve içindeki özenle dizilmiş kalın kitapları gördü. Kitaplığın yanında cama doğru dönük çalışma masası, masanın üzerinde diz üstü bilgisayar, içi kalemlerle dolu geniş kalem kutusu, büyük boy çizim defteri ve anne baba çocuktan oluşan resmin çerçevesi vardı. Yaşına rağmen klasikleri okumayı sevdiği belli oluyordu. Bazı seriler fantastikti ve hepsini okuduğu kitap sayfaları arasından dışarı sızan not kağıtlarından belliydi.
En çok yıpranan ve not kağıtlarının bol olduğu kitap Rus yazar Fyodor Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanıydı. Birkaç yıl önce kitabı okuyan ve beğenen Wilson uzanıp eline aldığında kapağındaki karalamaları fark etti. Sanki öfke anında kağıda atılan sert kalem darbeleri gibiydi. Acaba John okurken yazara mı yoksa o zamanın gidişatına mı sinirlenmiş diye aklından geçirirken sayfaları aralayıp göz gezdirmeye başladı.
Birçok paragrafta not kağıtları yapıştırılmıştı ve hepsinde “Her suçun bir cezası olmalı. Tüm suçlularsa ölmeli” yazıyordu. Bu sözler birçok yerde tekrar edilmiş bazen inci gibi bir yazı ile kaleme alınırken bazen de hızlı ve öfkeyle yazıldığı için kargacık burgacık duruyordu. Yatağa oturan Sarah genç kadının elinde tuttuğu romana bakarken burukça gülümsedi.
“Ne yazdığını okudunuz değil mi dedektif? Benim küçük John’um bir kuşu kediyi bile incitemezken suçluların ölmesinin gerektiğini yazmış. Tanrı biliyor ya ölümden ve birine istemeden de olsa zarar verme düşüncesinden çok korkardı. Her pazar birlikte ayine gider kurabiye satıp kiliseye bağış toplayan rahibe ile izci çocuklara yardımda bulunurduk. Benden çoğu kez ona tanrıyı anlatmamı, benim gençlik yıllarımda neler yaşadığımı merak ederdi. O iyi bir çocuktu.”
Buruşmuş dudaklarından bir hıçkırık kaçtığında ikilinin gözleri yine çakışmış işlerine yarayabilecek şeylerin sorgulanması gerektiğine karar vermişlerdi. Bu defa Taylor “Bayan Green acınızı anlamak imkansız umuyorum ki tanrı onu cennetine alır ama bunu isteyerek yapmadığı ya da biri ile alakalı olduğunu size ne düşündürdü? Hatırladığınız belki de bildiğiniz bir şey mi var?” dediğinde kadının yaşla dolu gözleri birden ateş aldı. Kalkıp çalışma masasına kadar ilerledi ve çekmeceyi çekip içinden dışı siyah tüylü ve köşesinde kilidi olan bir defter çıkardı. Titreyen elleri ile severken “Bu onun günlüğü, kitapları arasına saklamış çok sonra buldum. Polislere götürdüm ama dosyanın kapandığını yeniden işlem yapamayacaklarını söylediler. Defalarca kez gittiğim halde tek bir adım bile ilerleme olmadı. Çizimlerin, günlüğünde yazanların onun ölümü ile bağlantılı olduğuna kimseyi inandıramadım.” dediğinde dedektifler yan yana gelmiş önce günlüğe sonra da arasından kağıtların çıktığı çizim defterine bakıyorlardı.
Sarah devam etti. “Bir dönem Karen John’un zayıf olduğu matematik dersinde ona yardım etmek istedi. Başka çocuklara da ediyordu. Bunda ne vardı ki. İşte sorun ondan sonra başladı. Dersler çok sürmese de John artık gitmek istememeye başladı. Nedenini sorunca hırçınlaşıyor ya da hiç konuşmuyordu. Ölümünden sonra Karen birkaç kez ziyarete geldi. Acımdan fark edemiyordum ama ne zaman ki günlüğü ve çizimleri buldum o zaman bu işin içinde Karen’in da olduğunu anladım. İsmini yazmış silmiş. Karalamış. Onun için sürtük fahişe gibi şeyler yazıp değişik resimler yapmış. Ondan nefret ettiğini belirtmiş. Yaptığı ve yaşadığı şeylerin ölmek istemesine neden olduğundan bahsetmiş ama neler oldu olay neydi açıklaması yoktu.” dediğinde Taylor fikir yürütmek adına “Acaba John ona aşık olmuş olabilir mi? O yaşlarda kendinden büyük kızlara ilgi duyması normaldir.” dedi. Haklıydı aslında çünkü kendi bile okul yıllarında üst sınıflardaki kızlara ya da genç kadın öğretmenlerine ilgi duyar bedenini yeni yeni keşfettiği için hormon patlaması yaşardı. Sarah gözlerini kaçırırken başını olumsuz anlamda salladı.
“John, o gaydi.”
İkili kaşlarını bir an şaşkınlıkla kaldırsa da sonrasında hep tahmin ettikleri ama bir türlü delil bulup işte bu diyemedikleri düşüncelerini destekleyen ip ucunu yakalamışlardı. Yaşlı kadının evinden ayrılırken kilisede bulunan baş rahibe Wilson’ı ararken sesinde telaş vardı. Genç dedektif hemen cevapladığında “Dedektif? Lütfen hemen buraya gelebilirmisiniz?” diyen kadın ile duraksayan Wilson kaşlarını çatarken “Sorun ne baş rahibe?” demekten kendini alamadı. Şu an tüm ilgi ve alakası Hakimdeydi. Başka vakalar dikkatine pek takılmıyordu.
“Rahibe Rose’un erkek kardeşi geldi ve burada olay çıkardı. Onunla ilgili bizden bilgi almaya çalışıyor.”
“Yakını olarak bu normal değil mi?”
“Dedektif, Rose bir yetim. Yani değil erkek kardeşi anne babası dahi yok. Doğduğu dönemlerde geçirilen bir kaza sonucu yurda verilmiş.”
Arabaya bindiklerinde Wilson kaşlarını şaşkınlıkla kaldırdı. Duyduklarından sonra istikamet departmandan önce kiliseydi. Baş rahibe ise onlar hakaret edip bağıran adamı oyalama adına ikramlarda bulunuyor bir şeyler anlatarak yanında tutuyordu. Çok sürmedi dedektiflerin kiliseye gelmesi. Wilson içeri girdiğinde onu ilk gören baş rahibe oldu. Hemen önündeki adamın sırtının dönük olmasını fırsat bilip geriye doğru çekilirken belindeki silahına davranan adamı Taylor hızlıca öne atılarak engelledi ve yere düşürüp ters kelepçe ile zapt etti. Wilson silahını çekmiş adama doğrultmuştu.
Dakikalar sonra gelen üniformalı ekibe adamı teslim ederlerken hala onun hakaret ve tehdit dolu sözlerini dinliyorlardı. Baş rahibe ise ölen Rose’un bu adamla ne tür bir bağı olduğunu bilmiyordu. Wilson'ın isteği üzerine genç kadının kaldığı odaya girildiğinde her şeyin tertemiz olması çok absürt bir olay değildi. Sonuçta onlar bu işleri her gün yapıyor tanrıya hizmet ettiklerine inanıyorlardı.
Genç dedektif odanın içinde yürürken parkelerin gıcırtısı sinirlerine dokunuyor ama tepki vermiyordu. Sade bir düzene sahip odada bulunan iki kapaklı giydi dolabında parmak uçları gezindi. Her ihtimale karşı eldiven takmayı ihmal etmemişti. Ardından küçük bir İsa heykeli bulunan duvara yaklaştı ve gözlerini kısarak öylece izledi. Kafasında onlarca soru ve düşünce vardı. Ardından geri yatağın yanına kadar dönüp dümdüz şekilde sıkıştırılmış örtünün üzerine oturdu ve eli ile hafifçe yatağa dokundu.
“Burada uyuyordun Rose. Sade ve sakin hayatında günlerin sıradan geçiyordu. Peki ama ne oldu? Kendini asmanı sağlayan şey neydi? Ya da kim?”
Kendi kendine konuşurken ayağının altındaki döşeme yeniden gıcırdadı. Gözlerini kapatıp açarken bir an önce departmana gidip o adamı sorgulamayı ve kafasında kurduğu sorulara cevaplar almayı istiyordu. Ayağa kalktı. İki adım atmıştı ki döşeme hep olduğundan daha farklı gıcırdadı. Bu dikkatini çekmişti. Topuğu ile aynı noktaya yeniden baskı uyguladı. Yumuşak baskında sonuç alamayınca sertçe vurdu. Hafiften oynadığını hissetti. Yere dizleri üzerine çöküp yumruğu ile aynı şeyi tekrar ettiğinde döşemedeki yarım parçayı ve o parçanın çıktığını fark etti. Hemen altında ise koyu lacivert deri kaplamalı bir defter kendini belli etti.
Uzanıp defteri alırken kenara takılan elini çizen tahta parçası ile küfretse de kutsal bir mekanda olduğunu kendine hatırlatması gerektiğini biliyordu. Rose'un ölümü ile ilgili eline bir delil daha geçtiğini biliyordu. Döşemeyi yerine koyup kalktığında onu kapıdan içeri giren baş rahibe gördü. Tek kelime etmedi ama yanından geçerken tedirginliğin kokusu ciğerlerine dolmuştu.
***
Gülüyorsun. Hayatının son gününde son gülüşlerin olduğunu bilmeden atıyorsun domuz böğürmesine benzer kahkahanı. Herkes seni izliyor. Sana hayranlar. İyi bir baba, eş ve çalışansın. Sağlık sektöründe olman bir şey değiştirmiyor. Bu gece av sen avcı benim.
Laborant olarak çalıştığın şehir kliniğinden ayrılıp eve gitmek için aracına yönelirken beni görüyorsun. Yanımdan geçerken baş selamı veriyorsun çünkü sen tam bir göt olduğun için nefes alan her canı sikinin tadına bakmalı. Bu yüzden de şansını deniyorsun. Benden aldığın tatlı gülümseme hoşuna gidiyor. Aracına binerken bile gözlerin bedenimde. Merak etme bu gece göreceğin son kişi ben olacağım.
Ailen şehir dışında Jeff ve sen önce bir barda birkaç kadeh içip sonra da misafirinle eve geçeceksin. İçki. Ah Jeff içki tüm kötülüklerin anasıdır sana bundan hiç bahsetmediler mi? Zihni uyuşturur, hareket ve algı kabiliyetini kısıtlar, görüş açını neredeyse sıfıra indirir. Bir yandan da benim gibiler için en iyi silah. Öyle ya ayık haldeyken baş etmek mi daha kolay olur en savunmasız halde mi? Cevabı biliyorum. Sen içkini içip kucağına bir sürtük alana kadar eve gidecek yerimi alacak ve sizi bekleyeceğim. Aslında keşke getirdiğin kadın da listemde olsaydı demeden edemiyorum. İki kurban aynı yerde.
Gözlerimi kapatıp bunun gerçekliğini hayal ettiğimde hafiften karıncalanan parmak uçlarım heyecanıma ortak oluyor. Üstelik polisler geldiğinde yüzlerinin alacağı şekli de çok merak ediyorum. Her ne kadar tahmin etsem de. Ama aptal değilim. Olay yerinden geçen her araba cadde de izleyici olan her insan dikkatlice izlenecek. Yakalanmalarının imkansız olduğunu bildiğim halde riske girmiyorum. Şimdi bile yüzümde olan slikon maske tüm hatlarımı değiştirmiş durumda. Önceleri çok izlediğim bir diziden nefret ettiğim karakterin yüz maskesini çıkardım. Klinik çevresinde görünen o. belki de bu yüden başı ağrıyacak ama kimin umurunda.
Karanlığın çökmesini fırsat biliyorum. Evinin diğer evlere biraz da olsa uzak oluşu işimi kolaylaştırıyor. Elimde küçük ama işlevi muhteşem tabletim var. Sokak ve caddedeki kameralar saniyeler sonra tekrara düşecek. Bense o tekrardan yararlanıp içeri sızacağım.
***
Işte buradayım. Düzenli sağında solunda çocuk oyuncaklarının fırladığı sıcak aile yuvasında. Jeff karını nasıl ikna ettin bilmiyorum ama ölümün onun da ödünü patlatacak. Bir daha ki listede sırada karın da olacak. Sadece suçu işleyen değil ona sessiz kalan da cezasını çekmeli. Ne demiş Fyodor Dostoyevski “Hiçbir suç cezasız kalmamalı.” sence de öyle mi? Işlediğin yüz kızartıcı suçların cezasını çekme zamanın gelmedi mi?
Özenle tüm ekipmanlarını hazırlıyorum. Kadını sabaha kadar uyutacak kadar kloroform yanımda. Senin içinse o lezzetli iğnelerimden bir tanesi göz kırpıyor. Derince soluyorum. Ağzımın ve burnumun içine dolan havadan slikon kokusu bolca gelse de eğlence zamanı bunu düşünmeyeceğim bile.
Evde dolaşıyorum. Ayaklarımdaki ayakkabının numarası büyük ve izleri belirgin. Vücut ağırlığına göre ayarladım. Herkes geniş ve büyük ayaklı bir katil hayal edecek. Kesinlikle erkek olduğuma kanaat getirecekler. Kim bilir belki erkek belki kadınımdır. Oyun yeni yeni şekil alırken onlara bu bilgiyi verip tat kaçırmak istemiyorum.
Mutlu ama sahte aile resimlerine bakıyorum. Çocuklarına acıyorum. Onlara da uzanan ellerin var olduğunu biliyorum. Büyük kızın iki gün önce psikolog da seanstaydı. Kabusları var ve bunların ne olduğunu zihni çözemiyor. Beyin korkunun yüksekliğinden ötürü doğru anları perdeliyor ve bom. Yaşadığın her şeyi aslında sadece düşündüğünü zannediyorsun.
Evin içi karanlık. Ayak seslerim benden başkasının kulaklarına dolmuyor. Üstelik yarın sabah güneş doğduğunda polisler ve sevgili oyun arkadaşlarım dedektifler için oldukça kötü ve uzun bir gün olacak.
Bahçe kapısının önünde duran araç sesi ile usulca cama yöneliyorum. Oradasın. Kendi aracını barın önünde bırakacak kadar sarhoş ve daha on sekizinde olduğu belli olan kız ile sağa sola yalpalayarak geliyorsun.
Hadi, al son nefeslerini, kaldır başını bak karanlık gökyüzüne. Yıldızlar senin ölüm senfonini çalıyor duyuyor musun? Avuçlarım, genzim ve kokuya hasret ciğerlerim dört gözle kapıdan girmeni bekliyor. Sana göre zevk dolu bir gece olacakken bana göre kan gölünde çalan senfoninin melodisini dinlemek olacak.
Jeff Burns, ölümün kollarına, tanrının gazap geline, Hakim’in ölüm oyununa hoş geldin. Ruhunu kanınla temizlemeye hazır mısın?