-6-

3108 Words
Umut zil çaldığında arkadaşlarını peşi sıra sürükleyerek bahçeye çıkmış, şansını bir kez daha denemek istemişti. Pek beklentisi olmasa da elinde tostuyla pencereden bakan kızı gördüğünde yüzünde o kibirli tebessümü canlanmıştı. Doğa varlığından rahatsız olmuş gibi gözlerini kaçırırken bile keyfi bozulmamıştı. Gözlerini kızın bulunduğu yerden ayırmadan arkadaşlarına seslendi. “Bakın, küçük kayanızı nasıl da özenle besliyorum.” “Küçük kaya mı?” diyerek güldü Ali. Berk öfkeyle “Tostu da mı sen aldın lan?” diye homurdanırken Umut gözlerini hedefinden ayırmadan alayla güldü. “Ne sandın Berk’çik? Bana hayır diyebilecek bir kadın mı var?” Bunun biraz abartılı olduğunu biliyordu ama söz konusu aptal arkadaşını kızdırmak olduğunda Umut asla sınır tanımazdı. Sonuçta bu, hayatındaki birkaç eğlenceden biriydi. “İnanmıyorum lan sana, ispatla!” diyerek kaşlarını çattı Berk. Bu kız Umut’a kolay kolay kanacak birine benzemiyordu. Yanılmış olamazdı. Ne olmuştu da hemen ağa takılmıştı? O kadar aptal da görünmüyordu üstelik. “İspatlarız, ne olmuş? Bir karşılaşalım da küçük kayayla o zaman göreceksiniz.” Doğa pencereden iyice uzaklaşırken sırtını keyifle duvara yasladı. Biliyordu, az kalmıştı. Doğa kimdi de Umut’a âşık olmayacaktı? Umut isterse herkesin aradığı beyaz atlı prense dönüşebilirdi. Elbette bu saf kızın da ona gönlünü kaptırması çok sürmeyecekti. O da herkes gibiydi. O da diğerleri gibiydi. Belki tek farkı cahilliği olabilirdi. İnsanları henüz tanımıyordu. Daha önce bir ilişkisi olduğunu bile sanmıyordu. Değil birini öpmek, birinin elini tuttuğu dahi şüpheliydi Umut’a göre. “Kes zevzekliği. Zil çalıyor, hadi sınıfa,” dedi Berk ellerini ceplerine atarken. Umut böyle böbürlenirken sinirleri bozulmuştu. O haklı olmalıydı, Umut değil. Nöbetçi öğretmen onları azarlamadan önce birlikte kalabalığı aşarak sınıfa çıktılar. Okul her zaman olduğu gibi yoğun ve sıkıcıydı. Geçen birkaç dersin ardından sıkıntıyla sıralarına yayılmış, sıradaki ders başlamadan evvel gevezelik ediyorlardı. Berk normalde güzel kızlarla sohbet etmeyi sevmesine rağmen şimdi bununla bile uğraşmak istemiyordu. Hayat, okul, her şey… İnanılmaz sıkıcıydı. “Çok sıkıldım, çok! Biriyle uğraşsan olmaz mı be kardeşim?” Ali başını iki yana sallarken Umut kolunu Berk’in omzuna yerleştirdi. “Canım istemeden bir şey yaptığımı gördün mü güzelim sen?” Berk homurdanırken Ali de iç çekti. “Cidden sıkıldık be oğlum. Bugün geçmek bilmedi.” Aslında Dilek varken okul bile sıkmazdı Ali’yi ama şimdi Dilek yoktu. Onu defalarca aramıştı, mesaj atmıştı yine de cevap alamamıştı. Gerçekten ayrılmışlar mıydı? Nedense buna inanmak istemiyordu. Çok saçma ve anlamsız geliyordu yaşananlar. Birden içinin sıkıldığını hissederek cama çevirdi yüzünü, bahçeye bakınmaya başladı. “Kanka gördün mü, senin yüzünden çocuk depresyona girdi,” diye takıldı arkadaşına Berk. “Harbi oğlum, ağlayacaksan ben Ahmet Hoca’yı falan döveyim?” dedi Umut da. Ali önce iç çekti, ardından arkadaşlarına baktı. Bir şey söylese miydi? Bu iki aptala fikir danışılır mıydı? Büyük ihtimalle onu anlamayacak ve dalga geçeceklerdi. Ama derdini anlarlarsa canını sıkmazlardı. İki elini başına yerleştirip sertçe saçlarını çekiştirdi. Sinirlendiğinde, gerildiğinde genelde saçlarını çekiştirmek gibi bir huyu vardı. Ne olacaksa olsun, diye düşünerek homurdandı. “Dilek yok.” “Ayrıldınız oğlum, tabii olmayacak kız.” Berk’in sözleriyle içinin sıkıldığını hissetti. Yüzünü buruşturarak saçlarını bir kez daha çekiştirdi. “Ali, sen bu kızı önemsiyorsun galiba?” Umut’un ciddi sesiyle birlikte ona doğru döndü. Bir kahkaha atıp Dilek hakkında atıp tutmasından korkmuştu ama arkadaşı şaşırtıcı bir şekilde, ciddiyetle onu izliyordu. Ali de bir süre Umut’a baktıktan sonra omzunu silkti. “Elbette önemsiyorum. O, Dilek.” “O zaman niye ayrıldınız?” “Ben…” Ali gözlerini kaçırarak gelebilecek alaycı gülüşlerden kendini sakınmaya çalıştı. Dilek’le tartıştıklarını, ayrıldıklarını söylemişti ama detayları elbette dile getirmemişti. Çünkü buna pek inanmamıştı. Dilek akşam pişman olur, Ali aradığında ağlayarak telefonu açar, sabah Ali onu almaya giderdi ve tüm sorunlar çözülürdü. Tabii böyle olmamıştı. Dilek onu yok saymış, okula bile gelmemişti ve çok uzun süre geçmediğini biliyordu ama Dilek’i neredeyse her teneffüs görmeye o kadar alışmıştı ki okul sanki haftalardır, aralıksız devam ediyormuş gibi hissediyordu. “Söylesene oğlum.” Berk omzuna hafifçe vurduğunda iç çekti. Arkadaşları, ilişkileri pek önemsemezdi. Eğer bu yaşananlar, Umut ya da Berk’in başına gelseydi büyük ihtimalle kıza “Keyfin bilir güzelim,” deyip elleri ceplerinde yollarına devam ederlerdi. Belki söz konusu olan kız Dilek olmasa Ali de öyle yapardı, bilmiyordu ama yoluna devam falan edemezdi. “Bana, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de sevdiğimi söyleyemedim.” “Yani?” dedi Berk. Hiçbir şey anlamamıştı. “Seviyor musun yoksa?” derken yüzünü buruşturmuştu Umut da. “Bilmiyorum! Nereden bileyim? Bu yüzden, o aniden sorduğunda kafam karıştı.” Umut, arkadaşının sıkıntılı hâlini izlerken rahat bir tavırla arkasına yaslandı. Dağınık saçları, gün ışığı altında daha parlak görünen güzel gözleri ve alaycı tebessümüyle hayran kitlesinin gözlerini kamaştırdığının farkında bile değildi. “Demek sana bunu sordu.” “Evet ama ben cevap veremedim. Sonra benden uzak durursan sevinirim deyip gitti. Arıyorum ama açmıyor bile. Okula da gelmedi.” Berk elini sallarken gayet umursamazdı. “O zaman bırak gitsin.” “O kadar kolay değil!” “Nedenmiş?” Çalan zil sesiyle birlikte Ali pes edip onlarla konuşmanın anlamsızlığını kabullendi. Onu anlamayacaklardı tabii ki. O bile kendini anlamıyordu. Huysuz bir şekilde yüzünü masaya yerleştirip arkadaşlarını görmezden geldi ve ders boyunca da başını sıradan kaldırmadı. Teneffüs zili çaldığında arkadaşlarına hiçbir şey söylemeden bahçeye, basketbol sahasına indi. Şu an kendini Umut ve Berk’in umursamazlığına katlanamayacak kadar rahatsız hissediyordu. Dilek hakkında konuşmak da istemiyordu. Hiçbir şey istemiyordu. Eline aldığı bir topu sektirmeye başladığında sahaya giren arkadaşlarını fark etti. “Kıvırcık! Bizsiz mi oynayacaksın?” Berk’in sesine aldırmadan potaya doğru ilerledi. Topu istediği gibi atamayınca yerden alıp sinirle Umut’a fırlattı. Umut topu yakalarken Berk neşeli tebessümü eşliğinde “Sakin ol yavrum!” diyerek kolunu Ali’nin omzuna attı. “Yengeyle konuşursun, barışırsınız. Sevdiğini söylesen ölmezsin ya?” “Konuşma da oyna Berk,” diyerek itekledi onu. Dilek’i önemsiyordu ama bunun sevgi olup olmadığını bilmiyordu. Ona yalan söylemek istemiyordu ama onu kaybetmek de istemiyordu. Galiba tüm sorun buydu. Bir süre düşünmemeye karar vererek arkadaşlarıyla oynamaya devam etti. Her zaman mükemmel oynayan Umut şimdi basket atamıyor, Berk de bunu fırsat bilip onunla dalgasını geçiyordu. Her zamanki saçma sapan hâlleri biraz olsun işe yaramış, Ali’yi sakinleştirmişti. İlk zil çalarken Berk topu Ali’ye fırlatıp gömleğinin birkaç düğmesini açtı, terlemeye başlamıştı. “Siz iki beceriksiz, birinden ders falan alın en iyisi. Ben su içmeye gidiyorum.” Arkadaşlarını sahada bırakıp hızlı adımlarla kantine doğru yürümeye başladı. Çoğu öğrencinin bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu ama aldırmıyordu. Üçü bir araya geldiğinde genelde tüm gözleri üstüne çekerdi. İyi veya kötü, bu durum değişmiyordu. Ya bir olay çıkardıkları için ya da dış görünüşleri sebebiyle… Berk bu durumdan hoşlanmıyordu ama bunu insanlara belli etmek yerine, kibirli bir şekilde gömleğinin bir düğmesini daha açmakla yetindi. Bu okuldaki insanları sevmiyordu. Kendi de pek matah bir şey olduğundan değildi ama soyunma odasında, okuldan birkaç kız tarafından izlendiğini fark ettiği gün gözünde her şey bitmişti. İnsanlara bu kadar kötü, alaycı davranması yadırganmamalıydı ona soracak olursanız. Bu yüzden iki arkadaşı dışında kimseyi umursamıyordu. Nasıl olsa bu yıl sondu. Üstüne dikilmiş bakışlar ve kulağına ulaşan fısıltılar kantine girdiğinde sona ermişti. Kantinci Erdal abinin uzattığı suyu kafasına dikip rahatladığında adam gömleğinin açık düğmelerine bakarak homurdandı. “Bu ne hâl oğlum? Kapatsana şu üstünü başını…” “Kimse kapatmamı istemiyor bence,” dedi alayla. Adam kaşlarını çatarak söylendi. “Siz beni dört senede on yıl yaşlandırdınız.” Berk gülerek omzunu silkti. Biten suyun şişesini, hep yaptığı gibi arkasına dönmeden çöp kovasına fırlattı. Nasıl olsa kantin şu anda boştu, çöpünün birilerine denk gelme ihtimalinden çekinmemişti. “Abi, spor salonunun anahtarını versene bana. Çok terledim, üzerimi değiştireyim.” Tezgâhın arkasında işleriyle meşgul olan adam, ona cevap bile vermeden çekmeceden aldığı anahtarı fırlatırken güldü. Okulda kimse Ali, Berk ve Umut’u sevmezdi ama Erdal abi bir istisnaydı. Büyük ihtimalle kötülüklerinin sınırını bilmediğinden onlara karşı bu kadar iyiydi. Berk’in de onun cehaletini düzeltecek hâli yoktu. Elindeki anahtarı sallayarak çıkışa yöneldiğinde “Hey!” diye ısrarla, üç kez seslenen bir kız sesi duyarak duraksadı. Kantinde biri olduğunu fark etmemişti. Sesin sahibine döndüğünde çöp kovasının yanında, orta boylu, sarışın bir kızla karşılaştı. Kız tek eli belinde, diğeri başının üzerinde ayakta duruyordu ve kelimenin tam anlamıyla burnundan soluyordu. “Bana mı seslendin?” “Eh, burada başka öküz görüyor musun?” Minel bu sözleri öfkeyle, homurtuyla söylemişti. Tam kantinden çıkmayı planlarken kafasına şişe atılmasıyla neye uğradığını şaşırmıştı. Hayatı boyunca böyle bencil, kaba bir insanla karşılaşmamıştı. Ne insanı? Mağara adamı! Dağ ayısı! Evet, bu dağ ayısı, resmen kafasına şişe atmıştı. Canının ne kadar yandığını hesaplayabilecek kadar beyni olduğunu dahi sanmıyordu. Bir insan nasıl olurdu da çöpünü gelişigüzel bir şekilde etrafına fırlatırdı? Düşündükçe sinirden başı zonkluyor, elleri titriyordu. “Öküz?” Berk sırıtarak kıza yaklaştı. Anlaşılan şişe ona ihanet etmişti. Kızın bu kadar öfkeli olmasına şaşırmamalıydı. “Cimcime,” dedi mırıltı hâlinde. “Dur bakayım,” diyerek kızın başında duran elini teklifsizce çekip tuttuğu yere dokundu. Başını biraz inceledikten sonra gülümsedi. “Merak etme birazdan geçer, şişmemiş bile.” Çocuğun aptal suratına bakarken sinirden ağlamamak için kendini zor tutuyordu Minel. Başına dokunan elini itekleyerek homurdandı. “Çok sağ ol ya! Ben zaten tıbbi yardım için seslenmiştim sana. İyiysem eve gideyim?” “Olur, keyfin bilir.” Daha fazla konuşmaya gerek görmeden arkasını dönüp yürümeye başladı. Çok terlemişti ve bir an önce üzerini değiştirmek istiyordu. Kız da iyiydi zaten. Ortada bir sorun yoktu. “Hey, özür dilesene!” Peşinden koşturan kıza dönüp kaşlarını kaldırdı. “Ben? Senden?” Onaylamayan ifadesiyle birlikte başını iki yana salladı. “Saçmalama ufaklık, bunun mümkün olmadığını bilmen gerek.” “Sen kimsin de özür dilemeyecekmişsin benden? Ufaklık sensin ayrıca! Öküz!” Kaşlarını çatarak bir süre kıza ciddiyetle baktı. Sabrı taşmaya başlamıştı. Çocukları sevmez, gerekmedikçe onları korkutmazdı ancak bu kız onun sabrını zorluyordu. Biraz daha peşinde dolanırsa onu fazlasıyla korkutacaktı. Sonra on metre yakınında bile duramazdı nasıl olsa. Kıza cevap vermeye bile tenezzül etmeyerek yürümeye devam etti. Kantinin arka kısmında spor salonunun soyunma odasına geçebildikleri kestirme bir yol vardı. Aradaki kapının anahtarı da Erdal abideydi. Bahçeyi dolaşıp bir öğretmene yakalanma korkusu olmadan salona girebildikleri mucizevî bir yoldu bu. Elbette üç arkadaş, bu nimetten uzun zamandır faydalanıyordu. Soyunma odasına girdiğinde kızın hâlâ peşinden geldiğini görerek duraksadı. Arkasını dönüp yapmacık bir tebessümle kızın bedenini süzdü. “Şimdi anladım ben senin derdini. Beni izlemek için farklı bir yol deniyorsun demek ki?” Tiksintisini gizlemeye çalışarak aralarındaki mesafeyi aştı. “Pek benim tipim değilsin. Hiç hoşlanmam senin gibi kızlardan ama madem bu kadar çok istiyorsun, içeri girmene izin verebilirim.” Bu yeterli olurdu herhalde? Minel boş bakışlarla çocuğu izlerken neden bahsettiğine dair en ufak bir fikri bile yoktu. Tek istediği, hak ettiği özrü duymaktı. Birisinin kafasına şişe fırlattıktan sonra nasıl olur da özür dilemezdi? Hiç böyle bir insanla karşılaşmamıştı daha önce. “Ne diyorsun anlamıyorum ama benden özür dilemek zorundasın. Kafama şişe fırlattın. Hatırladın mı? Özür dile de gideyim artık!” Berk gözlerini devirerek kızın başına hafifçe vurdu. “Beni izlemek için peşime düştüysen içeri gir, izin veriyorum. Özür beklemeye devam edeceksen çık git buradan da işimi halledeyim.” Sonunda çocuğun neden bahsettiğini fark ederek kıpkırmızı bir hâlde geri sıçradı. Bu çocuk onu soyunma odasına mı çağırıyordu yoksa o mu yanlış anlamıştı? “Seni pis sapık!” diyerek eline bir kez daha vurdu. Arkasını dönüp koşmaya başladığında çocuğun gülüşünü duyabiliyordu. Öfkeyle peşine düştüğünde nereye gittiğini bile fark etmemişti ama belli ki kantinin arka tarafında da soyunma odalarına giden bir yol vardı. Minel henüz okulu o kadar iyi bilmiyordu. Beden derslerinde spor salonuna iniyorlardı ama kantinle bağlantısı olduğunu fark etmemişti bile. Gerisin geri kantine dönüp çocuğu beklemeye karar verdi. Ona dersini vermek istiyordu. Zaten zil çalalı çok olmuştu, şimdi sınıfa gitmesinin bir anlamı yoktu. Bir yolunu bulup bu yüzsüz, hadsiz sapığa dersini vermeliydi. Kantinci varlığını sorun etmemiş, bir şey istemediğini söyleyince televizyonuna dönmüştü. Demek ki onu kimseye şikayet etmeyecekti. Minel boş bir masaya yerleşip etrafını incelerken aklına herhangi bir şey gelmesi için dua ediyordu. O da bir şişe alıp çocuk geri döndüğünde kafasına mı fırlatsaydı? Denk getirebilir miydi? Aralarında boy farkı vardı ve Minel atış konusunda bir yeteneği olduğunu anımsamıyordu. Daha önce kimseye bir şey fırlattığı da olmamıştı. Sinirle dudaklarını ısırarak beklediği saniyelerin ardından gözü tekrar kantinin tezgâhına takıldı. Kantinci televizyona dalmıştı ve bu hâldeyken Minel’i elbette göremiyordu. Saniyeler geçerken nefesi hızlanmaya başlamıştı. Çocuk her an geri dönebilirdi ve Minel hâlâ ne yapacağını bulamamıştı. Ona vurmalı mıydı? Müdür yardımcısına mı gitmeliydi? Hoş, o zaman derse girmediği için onun da başı derde girecekti. Hatta her koşulda, bu yüzden başı dertteydi ama… Kantinci ekranda gördüğü bir şeye gülmeye başladığında irkilip ayağa kalktı ve o an gözüne tezgâhta duran ketçap şişesi takıldı. Sessiz adımlarla, gözünü kantinciden bir an ayırmadan yürümeye başladı ve adamın onu hâlâ umursamadığına karar verdiğinde şişeyi alıp dışarı çıktı. Kapının yanında bir köşeye sinip yere çöktü ve yüzünde kendinden memnun bir tebessümle beklemeye başladı. Birileri, birazdan yaptığı şeye gerçekten pişman olacaktı. *** Umut, Berk’in derse gelmediğini fark edince merakla çocuğa mesaj atmıştı ve keyif yapmakta olduğunu öğrenmişti. Kendi devamsızlık hakkı bu kadar sınırda olmasaydı şu an o da yangın merdiveninde sigara içiyor olurdu. Ne sinir bozucu bir durumdu ama! Berk pisliği keyif yaparken o derse giriyordu. Sıkıntıyla telefonunu cebine attığında gözü Ali’ye takıldı. Hâlâ canı sıkkın görünüyordu. Belli ki Umut ve Berk’le oynamak bile sıkıntısını atmasına yetmemişti. Kendini tutamayarak çocuğun omzuna hafifçe vurdu. “Eee Mecnun, rahatladın mı biraz?” Ali iç çekerek başını iki yana salladı. Bu hareketiyle iyice uzamış olan saçları da sallanıp yanaklarına çarpmıştı. Dilek onun saçlarını o kadar çok severdi ki bunu hatırlamak nedenini anlayamasa da canını yaktı. “İçim daralıyor,” dedi usulca, omuz silkerek. “Şu ‘böğrüme öküz oturdu’ meselesi…” Çocuk bunu söylerken bile üzgün görünmeyi başarmış olmasa Umut söylediği saçma tabire gülerek onunla alay ederdi ama bunun yerine iç çekerek arkasına yaslandı. Aslında bu durumdan hoşlanmıyordu hatta arkadaşının bir kıza bu denli bağlandığını görmek onun için iğrençti. Yine de onu üzgün görmek nedense daha kötüydü. Aptal Mecnun hâlâ anlayamamıştı besbelli ama Dilek’e körkütük âşık olduğunu Umut bile görebiliyordu. “Bence hata sende…” dedi sonunda. Bunu yaptığı için bir gün pişman olur muydu acaba? Bu yaptığı Ali’ye bir iyilik miydi yoksa kötülük müydü onun için tartışmaya açıktı. Ama yapacaktı. Ne de olsa kıvırcık, onun can dostuydu. “Sen bu kıza zaten âşıksın. Neden aptallar gibi kaçasın ki?” “Âşık mıyım?” “Öylesin. Şu hâline bak. Daha kızla ayrılalı bir gün oldu ama aptal gibisin, mutsuzsun. Belki evde gizli gizli ağlıyorsundur da.” Ali ona hayretle bakarken Umut hafifçe güldü ve elini tekrar Ali’nin omzuna koydu. “Seninle aynı görüşte olmamam, bir gerçeği inkâr etmeme sebep olmaz Ali. Bu kadar acı çekmen sence de bir işaret değil mi? Hem kızı sevmiyorsan bile bunu ancak zamanla anlarsın. Acı çekmeye değmez.” “Ona yalan söyleyemem. Eğer onu sevmiyorsam ileride söylemek daha zor olur.” İç çekerek başını salladı Umut. Yine kendine ait o karanlık dünyaya çekilmişti. Annesini düşündü, gözlerinin içi yanarak konuşmasını sürdürdü. “Onu seviyorsun. Emin ol senin kalbin ona ait… Bu değişir mi bilmiyorum, ama şu an gördüğüm bu. Öyle olmasa incinmesinden bu kadar korkmazdın.” Dudağını yana doğru kıvırdı Ali. Onu seviyor muydu gerçekten? Dilek’i düşünerek gülümsedi. Eğer insanların sevgiden kastı, Dilek’i gördüğünde içinin erimesi, onun düşündüğünde kalbinin titremesiyse seviyordu. Ya da onu delice sahiplenmesi, kimseyle paylaşamamasıysa yine seviyordu. Ama işin aslı sevgi kelimesine biraz yabancıydı. Ne kadarı sevgi olurdu, ne kadarı değer vermek? Bunun bir ölçütü var mıydı? Onun için yapamayacağı ne vardı? Düşündüğünde aklına bir şey gelmiyordu. Dilek istese ihtiyaç duysa Ali arzusunu gerçekleştirmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Onun acı çekeceğini bilse o acıyı almak için kendini bile öne atardı. Düşünüyordu, hâlâ düşünüyordu. Sevgi gözünün önündeydi ama bunu tanımadığı için ayırt edemiyordu. Bunlar mıydı? Bu kadarı yeterli miydi? Bu hisler gerçek ve kalıcı mıydı? Nasıl bilecekti? “Sence ben birini sevebilir miyim Umut?” Umut alayla güldü. “Evet bonus, sen o kıza âşıksın. Bir aptal gibi hem de…” “Ne kadar da kendinden eminsin.” “Çünkü senin ciğerini biliyorum.” Ali’nin dalgın hâlini görünce sabırla devam etti. Sabırdan kastı huysuzca iç çekerek çocuğun kafasına hafifçe vurmaktı elbette. “Düşün. Ayrıldınız, değil mi? Eğer Dilek artık başka biriyle birlikte olsa şu an başka biriyle geziyor olsa ne hissederdin? Sen değil, bir başkası… Belki başka bir Ali…” Bu hissi tanıyordu, gerçekten tanıyordu hem de. Tüm bedeninin, ciğerlerine kadar yandığını hissederek dişlerini sıktı. “Dilek beni seviyor.” “Emin misin? Sevgiyi bu kadar tanıyorsan neden buradasın? Ya da Dilek neden okula gelmedi?” Ali’nin damarına basıyordu Umut. Annesinde de görmüştü bu aptal bakışları, tanıyordu sevgiyi. Belki sevgi, annesine acı vermişti ama Dilek’e ön yargılı davranarak Ali’yi mutlu edemezdi. Hem ayrı olsalar da belli ki arkadaşı mutsuz olmayı sürdürecekti. En iyisi, istemese de kıza bir şans vermekti. Belki o, arkadaşını incitmezdi. “Çünkü üzgün ve evde...” “Emin misin?” “Umut!” diye gürledi Ali derste olmalarına aldırmadan. “Gördün mü? Böyle bir şeyin ihtimaliyle bile öfkeleniyorsun. Aptal mısın sen? Dilek güzel bir kız. Bir sürü kişi peşinde koşacaktır. Bir başkasını sevdiğinde ne yapacaksın? Onun başkasına gülümsemesini izleyip yavaş yavaş geberecek misin?” Ali bir şey demedi. Zaten öğretmen de susmalarını söyleyip duruyordu. Ona da aldırmıyordu ama Umut haklıydı. Bir başkası… Bu ihtimali neden hiç düşünmemişti? Dilek’in bir başkasıyla olma ihtimalini bile neden düşünememişti? Çünkü Dilek’e bağlıydı, güveniyordu. Ama onu üzmüştü. Canını o kadar yakmıştı ki her şeyine anlayış gösteren, ona sinirlense bile asla yalnız bırakmayan kız şimdi yoktu. Gitmişti. Hızlı bir şekilde telefonunu çıkardı ve konuşamayacağını bildiğinden mesaj attı. “Konuşmamız gerek, neredesin?” Umut sözlerinin Ali’ye ulaştığını, o idrak anını gördüğünde yüzünde farkında bile olmadığı içten bir tebessüm vardı. Ali telaşla telefonunu çıkarırken Umut’un da içi rahatlamıştı. Şimdiden arkadaşının acısının azaldığının farkındaydı. Başını sıraya koyup gözlerini kapattı. Madem bugün yalnız geçecekti, o hâlde uyuyabilirdi. Ali sabırsızca telefonuna bakıyordu. Neden cevap atmamıştı Dilek? Konuşmayacak mıydı yani onunla? Yüzüne bile bakmayacak mıydı? Umutsuz bir hâlde ekrana bakarken kızdan mesaj geldiğini fark etti, hemen açıp okudu. “Ne konuşacağız?” “Mesajla olmaz, acil. Neredesin?” Kalbi deli gibi atıyordu. Sadece saatler geçmişti, belki bir gün bile olmamıştı ama Dilek’i çok özlemişti. Ondan günlerce uzak kaldığı da olmuştu ama bu bambaşkaydı. Kalbi böyle göğsüne çarpıp dururken daha iyi anlamıştı: Hata yapmıştı. “Evdeyim.” “Hemen sana geleceğim, sakın bir yere ayrılma. Annenleri de bahane etme, bizim merdivene gel.” “!” Sırıtarak Umut’a baktığında uyuduğunu ya da dinlendiğini fark etti. Dersten nasıl kaçacağını bilemiyordu. Bu hoca üçüne de gıcık olurdu ve hiçbir yere gitmesine izin vermezdi. Ama dersin ve okulun bitmesini bekleyemezdi. Kaçması gerekiyordu. “Hocam lavaboya gidebilir miyim?” diye sorarak şansını denedi yine de. Zilin çalmasına kısa bir süre kalmıştı ama öylece oturup beklemeye dayanamıyordu. “Birazdan zil çalacak.” “Çok acil ama,” dedi Ali ciddiyetle. “Lütfen hocam,” demeyi de ihmal etmedi. Öğretmen gözlerini Ali’ye dikip bir süre yüzüne baktı, ardından başını iki yana salladı. “Olmaz, bekleyeceksin.” “Pislik,” diye mırıldandı Ali sinirle. Söylediğini duyan birkaç sınıf arkadaşı gülmeye başlamıştı ama aldırmadı. Ayağını ritmik bir şekilde yere vururken gözlerini saate çevirdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD