Kara
"Güzel olmuş," dedi yüzündeki o masum gülümsemeyle. Ama dudaklarının kenarına bulaşan çorbanın yağı çenesine doğru süzülmeye başlamıştı. O an ne düşündüm, ne hissettim bilmiyorum. Ancak tek bir şeyden emindim; o yağın ve o dudakların aynı anda tadına bakmak istiyordum. Bu içimde taşan bir arzuydu, öyle bir istek ki dizginlemek imkânsız gibiydi. İçimdeki bu dürtüye yenik düşerken, İpek'in kaşığı elinden düşürdüğünü fark ettim. Ve tam o sırada Ayşe’nin telaşla mutfağa dalmasıyla gerçekliğe geri döndüm.
O an İpek’i bir kenara ittirdim, refleks miydi yoksa Ayşe’nin gözlerinden saklanma isteği mi bilmiyorum, ama hissettiğim tek şey tatmin edilmemiş bir hayal kırıklığıydı. Çünkü o dudakların tadına hala bakmamıştım.
"Ne oldu İpek Hanım?" diye sordu Ayşe telaşla. Zamanı mıydı şimdi Ayşe?
"Bir şey yok," diye kestirip attım, İpek’in yerine. Çünkü onun şu an konuşacak durumda olmadığını hissediyordum. Gözlerindeki şaşkınlık, yanaklarına yayılan kızıl ton, her şey açıkça belli ediyordu bunu.
"Değil mi İpek?" diye ekledim, biraz toparlanmasını sağlamak adına. İçimde bir yer, Ayşe’nin ne olduğunu anlamamış olmasını umuyordu.
"Şey… evet," dedi İpek, sesi hâlâ kararsız ve titrek. "Kaşık sıcaktı, elimden kaydı. Toparlarım ben şimdi."
Ayşe, İpek’in elindeki kaşığı alarak "Ben hallederim, İpek Hanım," dedi. Ama ben o sırada çoktan başka bir plan yapmıştım.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordu İpek, kolundan hafifçe çekiştirdiğimde. Oysa cevaplar bende de net değildi, sadece içimde kaynayan bir merak vardı. Bir sınırı aşmıştım ve bu sınırın devamında ne olduğunu bilmek istiyordum.
"Anlamam gereken bir konu var," dedim. Bu cevabım ona yeterli gelmedi ki kaşlarını çattı.
"Nasıl yani?" diye tekrar sordu, sesi karışık bir tonla. Şaşkın ve ürkekti, ama bu halinin bile beni çektiğini inkâr edemezdim.
"Gidince görürsün," dedim, fazla uzatmadan. Onu odama doğru götürürken itiraz etmeye çalışmadı. Belki de şaşkınlık içinde beni takip etmeyi seçmişti.
Oda kapısına geldiğimizde duraksadı, gözleri kapıyı süzüyordu. "Burası…" dedi, tereddütle.
"Evet," dedim sakince. "Benim odam."
"Neden buradayım?" diye sordu, sesindeki tedirginlik artık daha belirgindi. İçeriye girmek istemiyordu, bu çok belliydi.
"Evlendiğinde burada kalacaksın," dedim basit bir açıklama yapar gibi. "O yüzden şimdiden prova yapıyoruz."
"Neyin provasını yapıyoruz?" diye sorarken yüzündeki ifadeden hâlâ ne olduğunu anlamadığını görebiliyordum. Ama gerçek şu ki, ben bile tam olarak ne yaptığımı bilmiyordum. İçimde bir karmaşa vardı, ama bu karmaşa İpek’in varlığıyla daha da büyüyordu.
"Gel. Yemem, korkma," dedim, sesime alaycı bir ton ekleyerek. Ürkek adımlarla içeriye girdiğinde gülümsedim. O an, belki de yememe garanti veremeyeceğimi fark ettim.
"Kapıyı kapat," dedim, sesimdeki kararlılığı hissettiğini biliyordum. Bir anlık tereddütten sonra dediğimi yaptı. Bu kadar itaatkâr olması beni şaşırtmıştı. Ben hep İpek’in inatçı, bana karşı sesini çıkaran savaşçı halini görmüştüm. Şimdi karşımdaki bu sessiz, sakin hali içimdeki çelişkiyi daha da büyütüyordu.
"Geç, otur," diye ekledim, yatağı işaret ederek. Önce biraz duraksadı, gözlerindeki kararsızlık çok belliydi, ama sonunda ağır adımlarla ilerledi ve oturdu. Ben de yanına oturdum, aramızda belki birkaç santimlik bir mesafe vardı, ama o mesafe bile içimdeki fırtınaları dindiremiyordu.
"Anlat. Ne istiyorsun?" dedi, gözlerini benden kaçırarak. Tırnak etlerini çekiştiriyordu, ince parmaklarının kanamış olduğunu fark ettiğimde içim sıkıştı. Daha bir hafta önce bu kızın acı çekmesini istiyordum. Ama şimdi ona acıyor, hatta onu koruma ihtiyacı duyuyordum. Ne değişmişti? Ona ihtiyacım olduğu için mi böyleydim? Cevabını hemen almam gerekiyordu.
Ellerini tuttum, sıcak avuçlarım soğuk ellerini sardı. Hâlâ yüzümü bakmıyordu
"Yeter artık. Ve yüzüme bak," dedim. Çenesinden nazikçe tutarak bakışlarını bana çevirdim. Göz göze geldiğimizde nefesim sıklaştı, o an fark ettim boğazındaki kızarıklıkları. Saçları boynunu örtmüş olduğu için bu izler hep gizli kalmıştı. Şimdi, elimle dokunurken gördüğüm bu detay, içimde bir şeyleri kırıp geçirdi. Neden onunla ilgili her şey hep sonradan fark ediliyordu?
"Test yapmamız gerek," dedim, sesim kontrolümden çıkmış gibi titrek bir ciddiyet taşıyordu.
"Ne testi?" diye sordu. Gözleri gözlerime kilitlenmişti ve sesi fısıltıyla karışık, rahatsız edici bir şekilde çekiciydi.
"Eğer seni öper ve hiçbir şey hissetmezsem benimle evleneceksin. Yok, eğer hissedersem, evlenmeyeceğiz," dedim. Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, kendime bile saçma geldi söylediklerim. Ama bu saçmalık o an için tek çıkış yolumdu.
"Böyle test mi olurmuş?" diye itiraz etti, ve sesindeki tedirginlik ve şaşkınlık çok belliydi.
"Sen olur mu olmaz mı onu bırak. Evet mi, hayır mı?" diye bastırdım. Cevap almak için sabrım kalmamıştı.
"Bilmiyorum," dedi sonunda, gözlerini kaçırarak. Bu kızın inadını kırmak, taş duvarları parçalamaktan daha zordu.
"Sinirlenirsem iyi olmaz biliyorsun. Acı çekmek istemezsin herhalde. Abin hâlâ hayattayken kabul et bence," dedim. Bu bir tehdit değil, gerçeği hatırlatmaydı. O ise hâlâ düşünüyordu. Masum bir öpücükten fazlasını istemediğimi biliyordum. Ama bu masumiyetin bile beni ne kadar çektiğini görmezden gelemezdim. Günahlarla dolu bir insanın masum bir öpücüğü istemesi ironik değil miydi?
"Evet. Kabul ediyorum," dedi sonunda, gözlerini kapatarak. Bu anı kabullenmiş gibiydi. Ancak gözlerini kapatması işimi daha da zorlaştırıyordu. Çünkü bu kadar savunmasız haliyle ne yapacağımı bilemiyordum. İlk kez, ne kadar güçlü görünsem de bir kadın karşısında elim ayağıma dolanmıştı.
Yaklaştım, nefesiyle karışan yasemin kokusu içimi daha da yaktı. Dudaklarına hafif bir öpücük bıraktım. Geri çekildiğimde gözlerini açtı, o bakışları bana neredeyse çıldırtıcı geldi. İpek’in gözlerindeki o mahmur ifade, o istemsiz yumuşaklık, daha fazlasını istiyormuş gibi görünüyordu. Ya da belki, ben daha fazlasını istiyorum diye öyle düşündüm.
"Siktir," diye mırıldandım, kendi kendime. O masum öpücüğün yerini, günahkâr bir ihtiras aldı. Dudaklarına yeniden kapandım, bu kez daha derin, daha sahiplenici bir şekilde. İpek önce şaşırmış gibi kımıldandı, ama geri çekilmeyerek bana karşı koymadığını da gösteriyordu. Ellerimi beline doladım, onu kendime doğru çektim.
Bana karşılık veremiyor, ama engel de olmuyordu. Bunu hissetmek beni daha da cesaretlendirdi. Ellerini boynuma doladım ve parmakları, kendini istemsizce bana teslim etmiş gibiydi. Oysa ben bu teslimiyetin bile ateşimi körüklediğini fark ediyordum.
*****
İpek
Dudaklarımdan, nefes nefese kalmış bir halde ayrıldığında, içimdeki karmaşa daha da büyümüştü.
"Sonunda, " dedim çünkü bu anın ne zaman biteceğin izler gibi hareketlerini izlemiştim. Ama asıl soru şuydu: Peki, ben neden izin verdim ona? Neden, abimin tehdit edilmesiyle yeniden bir kez daha kolum kanadım kırılmış gibi teslim mi oldum? İçimdeki bu teslimiyet, her defasında kendime duyduğum öfkeyi daha da derinleştiriyordu. Ama artık bir şeyden emindim: Kara, benim iznim olmadan bana dokunmazdı. İzinsiz bir şekilde sahiplenmek onun doğasında yoktu. Bu garip bir güven duygusuydu belki de, ama beni ona inandıracak kadar içime işlemişti.
Belki de, bu güvenin verdiği cesaretle öpüşüne evet demiştim. Alnı alnıma yaslanmış, düzene sokmaya çalıştığı nefesiyle yüzüme bakıyordu. Gözleri, sanki benden bir cevap bekler gibiydi ama neyin cevabını istediğini anlamıyordum. O bakışlarda bir yargı mı vardı, yoksa bir beklenti mi? İkisini de çözemedim. Bana karşı ne hissedebilirdi ki? Ben onun intikam aracıydım. Kara, her duygusunu, her öfkesini farklı yollarla ifade eden biriydi. Bazen öpüşüyle, bazen soğuk bir sözle, bazen de farklı intikam planlarıyla. Her biri, onun intikam için geliştirdiği farklı bir yöntemdi.
Dudaklarının kenarını yavaşça yaladığında, o anın getirdiği bir başka anlam daha vardı ama ne olduğunu çözemedim. Bununla hangi intikamı almayı düşünüyordu? Bu hareketin altında nasıl bir plan yatıyordu? İçimdeki karmaşayı çözmek, onun karmaşıklığını anlamaktan daha zor geliyordu.
"Evleniyoruz," dedi birden, soğukkanlı ve kesin bir tonla.
Bu kadar direkt, bu kadar net bir cümleyle karşılaşmayı beklemiyordum.
"Nasıl?" dedim şaşkınlıkla, gözlerim irileşmiş, dudaklarım titreyerek. Ama benim iznime fazla ihtiyaç olmayan bir evlilik.
"Seni öptüm ve bir şey hissetmedim. O zaman evleniyoruz. Hayır deyip mızıkçılık yapmayı da düşünme," dedi, dudaklarındaki kesin ifadeyi koruyarak. Cümlesini bitirir bitirmez, arkasını dönüp beni odada tek başıma bırakarak çıkıp gitti.
Odaya yayılan sessizlik, hislerimle baş başa kalmamı sağladı. Kara'nın arkasından bakakalmıştım. Şimdi ne hissetmem gerekiyordu? Bana karşı bir şey hissetmediği için mutlu mu olmalıydım? Yoksa öpüşmemizin onun için hiçbir anlam ifade etmediği için üzülmeli miydim? Kafam karmakarışıktı. Ama tek bir şeyden emindim; onun öpüşü, adeta başımı döndürmüştü.
Kendi dudaklarımı elimle kontrol ettim, sanki hala onun dudaklarının sıcaklığı üzerimdeydi. Demek ki, bu baş dönmesini tek hisseden bendim. Oysa onun gözleri...
Kendi kendime mırıldandım: "Evleniyorum..."
*****
İki gün sonra
Kara’yla olan konuşmamızın üzerinden iki gün geçmişti. O gün "evet" dediğimden beri bana ne öfkeyle yaklaşıyordu ne de fazladan bir şey söylüyordu. Aramızdaki mesafe, soğuk bir duvar gibi yükselmişti. Onunla bu denli az konuşmak, bir yandan huzur verse de diğer yandan canımı sıkıyordu. Öpücük meselesi ise sanki hiç yaşanmamış gibi kapanmış, sessizliğe gömülmüştü. Ama Kara’nın soğuk ve umursamaz halleri, içimde tarifi zor bir ağırlık bırakıyordu.
"Beni neden bu kadar etkiliyor?" diye kendi kendime sorup duruyordum. Bu sorunun cevabını bulamıyordum. Ama şunu biliyordum ki, beni pis işlerine sürükleyip aşağılamasındansa, burada onun soğuk bakışlarına katlanmayı tercih ederdim.
Bugün kritik bir gündü. Kara hakkında yapılan şikayetler üzerine yetkili kişiler İnci'yi ve yaşadığı evi görmek için buraya gelecekti. Bu, aramızdaki zoraki bağın bir sınavı olacaktı. Dün bu konuda Kara’yla biraz konuşma fırsatımız olmuştu. O olmasa belki dün tek kelime bile etmezdik. Sohbet dediğim de zaten bir planlama gibiydi; "Işık ve Kara’nın neleri sevdiğini, neleri önemsediğini iyi bilmen lazım," diye başlamıştı konuşmaya. Bu rolü layıkıyla oynamamız gerekiyordu. "Ben de sana her şeyi anlatacağım," dediğinde yüzünde alışılmadık bir ciddiyet vardı.
Sonra sıra bana geldi. Ona kendi sevdiğim ve önemsediğim şeylerden bahsettim, aslında kendimden çok bahsetmeyi sevmem ama bu zorunluydu. Birbirini yakından tanıyan, mutlu bir çift gibi görünmek zorundaydık. İki aşık ve nişanlı rolü... Bu düşünce bile içimi ürpertmişti.
İçimde garip bir huzursuzluk vardı. Çünkü hem Işık’ın Karadan uzaklaşmasını istemiyordum, hem de kendi durumum için sürekli endişeleniyordum. Işık’ın varlığı, Kara’nın korkunç dünyasında benim tek nefes alabileceğim limandı. Eğer o olmasaydı... düşünmek bile istemiyordum. Belki şimdi birilerinin pis işlerini temizliyor, canımı kurtarmak için Kara’ya boyun eğmek zorunda kalıyordum. Ama Allah’tan böbreğim tamamen iyileşmişti. En azından fiziksel olarak biraz daha güçlü hissediyordum. Aksi halde bu halde Kara’ya karşı koymam mümkün bile değildi.
Odaya gelen gün ışıkları pencereden süzülürken kendi kendime mırıldandım: "Bu oyunu oynayacağım... Başarılı olmak zorundayım." Ancak içimde, adı konulamayan bir korku vardı; ya bu oyunda bir hata yaparsam? Ya Kara’nın öfkesini tekrar üzerime çekersek? Bu düşünceler kafamı kurcalarken yataktan hızla kalktım ve banyoya doğru yöneldim. Serin su yüzüme çarptığında biraz kendime geldim. Aynada kendi yansımama baktım; gözlerimdeki karanlık, yüzümdeki yorgunluk apaçık ortadaydı.
"Güçlü olmalısın, İpek. Başka şansın yok," diye kendi kendime fısıldadım.
Üzerimi giyindikten sonra salona indim. Sessizlik hâkimdi; Işık henüz uyanmamıştı. Bu sabah erkenciydim. Oturma odasına geçerken koridorda Ayşe ile karşılaştım.
"Günaydın, İpek hanım," dedi nazik bir gülümsemeyle. "Hanım" kelimesi hâlâ kulağıma yabancı geliyordu, ama idare ediyordum.
"Günaydın, Ayşe," dedim kısa bir cevapla.
"Size çay getireyim mi?" diye sordu.
"Hayır, teşekkür ederim. Herkes uyansın, öyle içerim," deyip onu işine geri gönderdim. Sessizlik beni yalnız bırakınca yine aklım abime kaydı. Gözlerim dolmaya başladı. "Kim bilir nasılsın, neredesin, ne yapıyorsun?" diye düşündüm. Soruların cevabı yoktu. Telefonum bile yoktu ki arayıp sorayım; Kara onu çoktan elimden almıştı. Ellerim dizlerimde, bomboş duvara bakarken içimde bir özlem büyüyordu.
Sessizliğimi sert bir ses bozdu.
"Günaydın." Kara uyanmıştı.
Başımı kaldırıp ona baktım.
"Günaydın," diyerek karşılık verdim. Ama o sert, mesafeli tonu günün henüz başlamadığını hissettiriyordu.
Kanepenin boş kısmını işaret etti. "Oturabilir miyim?"
"Burası senin. İstediğin yerde otur," dedim, ama içimde bir huzursuzluk vardı. Yanıma oturdu ve elini cebine soktu. Küçük beyaz bir kutu çıkardı. Kara’nın ellerinde o beyaz kutu, garip bir zıtlık oluşturuyordu. Kara ve beyaz... Tıpkı onun karmaşık ruhu gibi.
"Bunu senin için aldım," dedi, kutuyu avucuma bırakarak.
Şaşkınlıkla baktım. "Teşekkür ederim," dedim ama kutuyu açmak içimden gelmiyordu. Elimde tutup öylece bakakaldım. Bu ne anlama geliyordu? Kara bana neden bir hediye alsın ki? Yüzümdeki karışıklığı fark etmiş olmalı ki, sesindeki sabırsızlıkla sordu:
"Açmayacak mısın?"
Başımı kaldırıp ona baktım. O sert ve keskin yüzünde, hafif bir merak seziliyordu. Neden beni bu kadar şaşırtmak istiyordu? "Açıyorum," dedim ve derin bir nefes alıp kutuyu açtım. İçindeki şeyi görünce gözlerim büyüdü, nefesim kesildi.
"Yüzük..." dedim, kelime ağzımdan istemsizce döküldü. Kutunun içinde, taşı neredeyse yumruğum kadar büyük bir tektaş pırlanta vardı.
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Ellerim titrerken, Kara’ya bakmadan edemedim. İçimde hissettiğim karışıklık, yüzüme yansımıştı. O ise, sanki hiçbir şey olmamış gibi rahat görünüyordu.
"Beğendin mi?" diye sordu. Sesi soğuktu ama bakışlarında bir şeyler vardı. Ciddiyet mi? Beklenti mi? Çözemedim.
"Evet... çok güzel," diye mırıldandım. Ama bu yüzüğün anlamı neydi? Kara bu kadar ileri gidiyor muydu gerçekten? Sahte bir evlilikti oysa.