Kara (iki gün önce)
Masum bir öpücükle başlamış olsam da, devamını günahkâr bir öpüşle tamamlamıştım. Dudaklarım hâlâ onun sıcaklığını taşırken, neden böyle yaptığımı sorgulamıyordum. Bildiğim tek şey, bu öpücüğün beni doyurmadığıydı. Daha fazlasını istiyordum. Ama durmam gerekiyordu; bir söz vermiştim. İpek istemeden ona dokunmayacaktım.
Bu söz, evliliğimizin tuhaf bir dengesi olacaktı. Dış dünyaya aşık ve mutlu bir çift, kapalı kapılar ardında ise iki yabancı gibi yaşayacaktık. Ancak bu İpek’in gönüllü olduğu bir durumda her şeyin değişmeyeceği anlamına gelmiyordu. Onun minicik bir hareketi bile kalbimde zincirlerini koparan bir kasırga yaratıyordu.
İntikam konusuna gelince... İpek bu meselede bir hedef değil, sadece bir aracıydı. Ama işte, ne zaman İpek'in canı yansa, benim de canım yanıyordu. Tuhaf bir bağ, tek bir kalple birbirimize bağlıymışız gibi hissettiriyordu. Bu saçmalıktan kurtulmam gerekiyordu. O Ömer itiyle yüzleşmek, belki de onu ortadan kaldırmak içimdeki öfkeyi dindirebilirdi. Çünkü İpek artık bana aitti, tamamen. Onu tutuklu bir mahkûm gibi görsem de, içimdeki sahiplenme duygusu bu işin önüne geçiyordu.
( Şimdiki Zaman )
Bugün gelen haberle evde görevli memurların geleceğini öğrendim. Işık’ı evlat edinirken yapılan rutin ziyaretleri hatırladım; bu da onlardan biri olacaktı, ama fazlasıyla önem taşıyordu. Çünkü artık evde sadece ben ve Işık yoktu, İpek de vardı. Onlara aile olduğumuzu kanıtlamak için her detayın mükemmel olması gerekiyordu. İşte bu yüzden İpek’e bir yüzük aldım ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattım.
“Evet... Çok güzel,” dediğinde gözlerindeki ışıltı içimde kararan dünyayı aydınlatmış gibiydi. Ama o ışıltı da kısa sürdü. Tıpkı benim yarım kalan mutluluğum gibi, bir an parladı ve söndü.
“Parmağına tak,” dedim, sesimdeki ciddiyeti korumaya çalışarak. “Gerçekçi olsun. Söylediklerimi unutma. Bu bir oyun ama gerçek gibi yaşamalıyız.”
“Peki,” dedi, sesi o kadar yumuşaktı ki o an dudaklarımda bıraktığım izi tekrar hatırladım. Yüzüğü kutusundan çıkarıp parmağına geçirirken gözlerim ondan bir an olsun ayrılmadı.
Yüzük, ince parmağında bir kraliçenin tacı gibi parıldadı. Ama bu taç, hükümranlığını değil, esaretini temsil ediyordu. İpek bu oyun için razı olmuştu ama gözlerindeki tereddüt, bir yanıyla hâlâ direndiğini gösteriyordu.
"Baba!" diye cıvıl cıvıl sesiyle Işık, küçük ayaklarının çıkardığı patırtılarla koşar adım kucağıma atladı. Minik ellerini boynuma dolarken yüzündeki saf mutluluğu görmek içimdeki karanlıkları bir an olsun dağıtıyordu. Bana "baba" diye hitap etmesi, kelimelerin ötesinde bir anlam taşıyordu. O olmasaydı belki de bu dünyada yaşama nedenim kalmazdı.
"Günaydın kızım. İyi uyudun mu?" dedim, saçlarını okşayarak. Annesinin izlerini taşıyan bu masum yüz, geçmişin gölgesinden sıyrılıp hayatıma bir anlam katıyordu. Annesi... Şimdi hapishanenin soğuk duvarları arasında bir şerefsizin kurbanı olmuştu. Ama en azından Işık, o kâbustan uzak bir hayat sürdürebiliyordu.
"Uyudum, babacım," dedi tatlı sesiyle, ardından gözlerini İpek’e çevirdi. "İpek abla, sen iyi uyudun mu?"
İpek, bu beklenmedik soruyla hafifçe şaşkınlık geçirse de hemen ardından yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi. O tebessüm… Hayatımda gerçek olan ikinci huzur kaynağı belki de.
"Ben de iyi uyudum, Işıkcım. Hadi kahvaltıya geçelim," dedi İpek, yumuşak bir tonla.
Üçümüz birlikte masaya geçerken dışarıdan bakıldığında her şey o kadar doğal, o kadar normal görünüyordu ki... Bir yabancının gözünde mutlu bir aileydik. Ama gerçek farklıydı. Bu tablonun tek masumu Işık’tı. İpek ve ben... Biz gerçeğin tamamen dışında yaşıyorduk. Rol yapmaya mahkûm iki yabancı, aynı oyunda sıkışıp kalmıştık.
*****
Kahvaltıdan sonra çalışma odama çekildim. Önümde birikmiş dosyalar, kapanmamış davalar vardı. Ama aklımın bir köşesinde bambaşka bir hesap vardı. Akşama doğru İpek’e tecavüz etmeye kalkışan o herifin işini bitirecektim. Zaten kaç gündür o soğuk depoda aç susuz bekletiliyordu. Cezasını kesmeden ölmesine izin veremezdim. Onun son nefesini izlemek, içimdeki karanlığa bir nebze olsun ışık yakardı belki.
Geçen saatlerin ardından kapım nazikçe tıklatıldı.
"Efendim, Ayşe," dedim.
"Misafirleriniz geldi, Kara Bey," diye haber verdi Ayşe. "Geliyorum," deyip çalışma masamdan kalktım ve salona doğru ilerledim.
Salona girdiğimde İpek ve Işık yan yana oturmuşlardı. Karşılarındaki iki görevli memur; biri kadın, diğeri erkek, kanepe önündeki koltuklarda ciddi bir hava ile bekliyordu. Derin bir nefes alarak memurlarla tokalaştım ve konuya geçtik. İpek’e dönüp baktığımda gözlerinde bir anlık endişe gördüm, ama bunu gizleyip yüzüne güven veren bir ifade yerleştirdi.
Sorular rutin konularla başladı. Görevliler, kim olduğumuzu, Işık’a nasıl baktığımızı detaylıca sorguladılar. Ardından sıra İpek’e geldi. Kim olduğu, bu ilişkiye nasıl dâhil olduğu, durumun ne kadar ciddi olduğu gibi sorulara yanıt vermesi gerekiyordu.
İpek’in tek doğrusu, anne ve babasını çocukken kaybettiği ve bir abisiyle birlikte yaşadığıydı. Bunun dışındaki her detay, benim kurguladığım hikâyeden ibaretti. Görevlilere, evlilik teklifi ettiğim ve düğünümüzün yakında olduğunu, bu yüzden birlikte yaşamaya karar verdiğimizi söyledi. Gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu yalanı öylesine inandırıcı bir şekilde anlattı ki, adeta gerçeği yaşıyormuş gibi görünüyordu.
Eğer İpek yanlış bir kelime bile etseydi, Işık’ı elimden alabilirlerdi. Ya da daha kötüsü, öfkeme hâkim olamayıp burada İpek dahil üç kişiyi birden öldürebilirdim. Ama İpek, söylediklerimi bir ezber gibi değil, sanki kendi hikâyesiymiş gibi kusursuz bir şekilde dile getirdi. Onu izlerken içimde tuhaf bir his oluştu; gurur, şaşkınlık ve tarif edemediğim başka bir duygu...
Memurlar notlarını aldıktan sonra gözlerini bir kez daha üzerimize çevirdi. Her şey planladığımız gibi gidiyordu. İpek, söylediklerimi birebir takip ederek kusursuz bir rol sergilemişti.
Ama bu oyunda kimsenin fark etmediği bir gerçek vardı: İpek ve Kara kurdukları bu yalanların içinde birbirine dolanıyor, farkında olmadan birbirinin sınırlarını ihlal ediyordu.
"Işık’la yalnız görüşmek istiyorum," dedi görevli kadın, nazik ama otoriter bir tonla. Bu talebi bekliyordum. Sessiz bir hareketle Ayşe’ye işaret ettim, o da görevliyi Işık’ın odasına yönlendirdi. Kızımın odasında yalnız kalmalarına izin verdim, çünkü aksi bir hareket, Işık’ın durumu üzerinde şüphe uyandırabilirdi.
Salonun ortasında, İpek ve erkek görevliyle baş başa kalmıştık. İçimde bir huzursuzluk vardı, ama bunu belli etmeden yerime oturdum. Tam o sırada telefonum çaldı. Müvekkilimden gelen bir arama olduğunu görünce, istemeyerek de olsa onları salonda yalnız bırakıp çalışma odama geçtim.
Telefon konuşması birkaç dakika sürdü, ama bana bir ömür gibi gelmişti. İçimde tarif edemediğim bir his büyüyordu; kontrol edemediğim, boğazımı sıkan bir gerginlik. Salona döndüğümde gördüğüm manzara ise bu hislerimi zirveye taşıdı: İpek ve görevli erkek kahkahalarla bir şey konuşuyorlardı. İpek’in o sıcak tebessümü, gözlerindeki parıltı… Her ikisi de beni çileden çıkarmaya yetmişti.
"İpek," dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. Ama içimde fırtınalar kopuyordu. Gözleri hemen bana döndü, ama suratındaki gülümseme beni görünce solup gitmiş gibiydi. Sinirlerim iyice gerildi. O an her şeyi unutup, karşımdaki adamın suratına bir yumruk indirmenin hayalini kurmaya başladım. Ama bunu yapamazdım. İpek’in gülerek konuştuğu bu görevlinin ağzını burnunu kırmak, Işık’ın geleceğini riske atmak demekti.
"Efendim, sevgilim," dedi İpek, tatlı bir sesle. O an bir an duraksadım. Ne? Bana mı söyledi bunu? Gözlerim istemsizce adamın yüzüne kaydı. Eğer bu söz, karşımdaki adama yönelik olsaydı, şu an ikisini de toprağa gömmek için bir an bile tereddüt etmezdim. Ama hayır, nişanlısı rolünü oynayan bendim. Bu kelimenin bana yönelik olması gerekiyordu.
Yine de içimdeki o kontrolsüz kıskançlık büyümeye devam ediyordu. Neden böyle hissettiğimi bilmiyordum, ama İpek’in o adamla kahkahalar atarak konuşması, benden başka birine yakınlaşması fikri, sinirlerimi zıplatıyordu. Ellerimi istemsizce yumruk yapmıştım. Sakin olmaya çalışsam da bu his, damarlarımda dolaşan zehir gibi beni yavaş yavaş ele geçiriyordu.
"Her şey yolunda mı?" diye sordu erkek görevli dikkatle bana odaklandı. Gözlerim İpek’e kaydı, sonra tekrar görevliye. Cevap vermek yerine dudaklarımı sıkıca kapattım. Konuşursam, sesimdeki öfke tüm ortamı altüst edebilirdi.
İpek, ortamın gerildiğini hissetmiş olacak ki, hafifçe bana doğru yaklaştı.
"Bir şey mi oldu, sevgilim?" diye sordu, bu sefer daha dikkatli bir ses tonuyla. O an, rolünün hakkını verdiğini biliyordum. Gerçekten bana sevgilim diye hitap etmediği için de kızgındım. Ve içimdeki kıskançlık ateşi bir türlü sönmek bilmiyordu.
Bu karmaşanın ortasında gözlerim onun o tatlı tebessümüne takıldı. Daha önce İpek’i böyle gülerken hiç görmemiştim. Şimdi, bu gülüş bana değil, başka birine yönelik olduğunda, içimdeki öfke iki katına çıkmıştı. Neden böyle hissettiğimi anlamıyordum, ama bu rol oyunu artık bir savaş meydanına dönmüştü. Yalanların ağırlığı altında boğulurken, İpek’in o gülüşü en büyük düşmanım haline gelmişti. İçimdeki kıskançlık ateşi öylesine büyüyordu ki, bir kere daha o adamla böyle güler gibi konuşursa kesin elimde kalacaktı.
"Hayır. Her şey yolunda," dedim, sesimi mümkün olduğunca sakinleştirerek. "Işık geldi mi diye soracaktım da." İpeğin elini tuttum ve onu kanepeye doğru çektim. Yan yana oturduk, ama bu hareketin altında yatan gerilimi yalnızca ben hissediyordum.
"Biz geldik," dedi kadın görevli, ses tonunda bir memnuniyetle. Elinden tuttuğu Işık’ı bize doğru getirdi. Işık’ın yüzünde, masumiyetin en güzel yansıması olan bir gülümseme vardı.
"Biz artık gidiyoruz," diye devam etti kadın. "Ama yine geleceğiz. Düğüne bizi davet ederseniz mutlu oluruz."
"Elbette," dedim, zoraki bir gülümseme ile. "Davetiyenizi bizzat yollayacağım." İçimden, Bir siz eksiktiniz zaten, diye düşünüyordum.
"Hadi Fırat, gidelim," dedi kadın, yanındaki adamı da kaldırarak vedalaştı. Nihayet gitmişlerdi. Kapının kapanışıyla üzerimdeki yük biraz hafiflese de, içimdeki huzursuzluk hâlâ dinmiyordu.
Işık, ne konuştuklarını sorduğumda, kadının ona bu evde yaşamayı sevip sevmediğini sorduğunu söyledi. Işık, sorulara gereken cevapları vermişti. Bu küçük kızın güçlü duruşu, bana her zaman cesaret vermişti. Yine de içimde, İpek’in az önceki davranışlarına duyduğum öfke alevlenmeye devam ediyordu.
Öğlen yemeği için Işık’ı Ayşe’ye bırakmayı düşünüyordum ki İpek birden ortaya atıldı. "Ben yaparım," dedi kendinden emin bir sesle.
"Ayşe yapar. Bizim konuşmamız gerek," dedim, gözlerimi onun yüzüne dikerek. Ama o inatçıydı.
"Sonra konuşuruz," dedi, sertçe. "Çocuk aç."
"İpek!" Sinirle kükremem, odanın içinde yankılandı. O an, neden bu kadar sinirlendiğimi anlamış gibiydi ve kaçmaya çalıştığı da çok belliydi.
Tam o sırada Işık araya girdi. "Baba, İpek abla yemeğimi yedirsin," dedi masum bir sesle. Onun bu isteği, tüm planlarımı altüst etti.
Derin bir nefes alarak, "Peki kızım," dedim ve salondan çıktım. Dışarıda halletmem gereken işler vardı. Akşama kadar, İpek’in bu sınırları zorlayan tavırlarının hesabını sormak için sabredecektim. Ama o gülüş... O gülüş bir kez daha başka birine yönelecek olursa, işler daha da kontrolden çıkabilirdi.
Kapıyı çarparak çıktığımda, içimde hâlâ dinmeyen bir fırtına kopuyordu. Ve o fırtına, akşama kadar bir şekilde dizginlenmek zorundaydı.
*****
Adamın o iğrenç sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. "Ben değil o İpek fahişesi beni yoldan çıkardı. Parayı az bulunca istemedi ben de zora kalkıştım." Bu sözlerle beynimde bir öfke çığlığı koptu. Daha fazla dayanamadım ve elimde olmadan ona sert bir tokat indirdim. Tokadın etkisiyle sandalyeden yere düşerken yüzünde beliren acı ifadesi, içimdeki öfkeyi söndürmeye yetmiyordu. Yalan mı söylüyordu yoksa? İpek böyle bir şey yapar mıydı? Ama yapmazdı... değil mi?
Bir yandan ona inanamıyor, diğer yandan da İpek’i ne kadar tanıdığımı sorguluyordum. Kafamın içinde yankılanan sorular beynimi zonklatıyordu. İçimdeki şüphe, kalbimi sıkan bir mengene gibiydi.
"Yalan konuşma!" dedim kükreyerek. "Cezan birken iki olur."
Adam ise alaycı bir şekilde gülümsedi ve ağzındaki kanı yere tükürdü. "Benim şahidim İpek orospusu. Ama o da dönek çıktı," diye lafını sürdürdü.
Bir an için elim bir kez daha kalkacak gibi oldu, ama kontrolümü kaybetmedim. "Götürün bunu polise teslim edin ve dosyayı da eline tutuşturun," dedim yanımdaki adamlara. Adamın kabarık bir dosyası vardı zaten. Şimdi içeride gün yüzü görmesi zor olurdu. Sesini kesip sikerdiler şerefsizi. Gerektiği zaman suçluların cezasını ben, gerektiğinde de adaletin ellerine teslim ediyordum.
Arkamdan gelen yalvarışlarına aldırmadım. "Hayır, yapma. Bir daha yapmam," dese de umursamadım. Herkes bu hayatta yaptığının bedelini ödemeliydi.
Depodan çıkarken derin bir nefes aldım, ama bu nefes öfkemin ateşini söndürmeye yetmedi. Şimdi sıra kendimle hesaplaşmadaydı. İçimdeki bu bitmeyen intikam duygusu neden vardı? Annesiz ve babasız büyümenin bıraktığı yara mıydı bu? Belki de onların yokluğu ve hesaplaşamamanın getirdiği bu boşluk beni intikama itmişti.
Ama eve gitmek istemiyordum. O yüzden meyhaneye gittim. Masamı çilingir sofrasıyla donattırdım. Uzun zamandır yalnız başıma içmemiştim. İlk birkaç kadehte kendime hakim olabilmiştim, ama içtikçe kontrolümü kaybetmeye başladım. Zaten en son İpek'le uyuduğumda eskisi gibi rahat uyumuştum. Ben hastalığımın düzeldiğini sanarken yeniden uyumamaya başlamıştım. Uykusuz olduğumda daha bir sinirli oluyordum.
Şerefsizin söyledikleri, İpek’in Fırat’la kahkahalar atarak konuşması zihnimde sürekli dönüp duruyordu. İçtikçe şüphe tohumları büyüyordu.
Sonunda bir taksi çağırarak eve gitme kararı aldım. Anahtarı zar zor deliğe yerleştirdim ve kapıyı açıp kendimi içeri attım. Eve girerken aklımda tek bir şey vardı: İpek’le bu meseleyi konuşmak. Yoksa içimdeki bu şüphe beni boğacaktı.
Kapısının önüne geldim ve sert bir şekilde yumruklamaya başladım. "Aç kapıyı!" diye bağırdım, ayakta durmakta zorlanarak. Kapı bir anda açıldı ve İpek’in şaşkın yüzüyle karşılaştım. Dengemi kaybederek onun üzerine doğru düştüm.
"Sen sarhoşsun," dedi, kaşlarını çatarak.
"Bravo. Doğru bildin," diye alay ettim. Sesim, alkolün etkisiyle biraz bulanıktı.
"Odana götüreyim seni," dedi İpek, koluma girerek beni desteklemeye çalıştı. Ama o an beline sarılıp onu kendime çektim ve ayağımla kapıyı kapattım.
"Konuşmak istiyorum ben," dedim ısrarla.
"Yarın konuşuruz. Sarhoş kafayla ne konuşacağız ki. Git uyu" .
"Hadi gidelim. Yatalım o zaman," dedim sinsice.
"Seninle uyumam ben," dedi, sesindeki tedirginlik barizdi.
"Uyursun," dedim ve kendimi yatağa attım. Alkolün verdiği sersemlikle düğmelerimi açmaya çalıştım ama beceremeyince ona baktım. "Çıkar üstümü," dedim emir verircesine.
"Sen sarhoşsun. Ne dediğini bilmiyorsun," dedi, elleriyle beni durdurmaya çalışarak ve yataktan itmeye çalıştı.
Ama kafamda alkolün etkisiyle kontrol edemediğim bir öfke vardı. "Neden?" dedim alaycı bir şekilde. "Şerefsiz Haluk parayı az mı verdi de onun altına yatmadın? Ben sana yeteri kadar iyi para veririm. Hadi, göster marifetini. Bu gece benim fahişemsin. Soy beni!"
Sözlerim ağzımdan çıkar çıkmaz, yüzümde patlayan tokatla donup kaldım. O tokat, içimdeki bulanıklığı daha da derinleştirdi. Zaten bulanık olan zihnim şimdi tamamen allak bullak olmuştu.