2- BEN ANLATIRIM SENİ SANA

3664 Words
Evinin çelik kapısına varınca, kapıya hızlı hızlı vurup kız kardeşinin veya erkek kardeşinin açması için dua ederken, eğilip botlarının bağcıklarını çözmeye başladı. Duaları kabul olup kapıyı en küçük kardeşi Asım açınca sırıttı. "Nasılsın aslan parçam?" dedi kardeşinin kendisi gibi kıvırcık saçlarının üzerine sert bir öpücük kondurup içeri geçerken. "İyiyim abi. " dedi Asım, saçlarının arasına karışan parmaklarla refleksle gözleri kapanırken. "Yüzüne ne oldu yine?" "Halil Abin beni yine çok sinirlendirdi, duvara kafa attım." diye takıldı çocuğa. Asım yaşına göre bile saf bir çocuktu ve abisi ne derse inanıyordu. Ali de onun büyümüş gözlerine bakıp kendi kendine eğleniyordu. Pek de iyi bir abi olduğu söylenemezdi. Asım'ın gözleri beklediği gibi kocaman olurken, "Duvara mı?" diye sordu teyit etmek için. Ali kafasını sallayıp, kapıyı arkasından kapatınca Asım kıkırdadı. "Abi ya, hiç duvara kafa atılır mı? Kafan kırılır ki!" "Attım işte oğlum ama benim kafam çok kalın olduğu için kafam yerine duvar kırıldı." diye devam etti. O sırada parkasının düğmelerini çözüyor, pişkin pişkin sırıtıyordu. "Neee? Duvar mı kırıldı gerçekten?" dedi Asım, büyümüş gözleriyle iki elini de ağzına kaparken. Ali, onun tepkisine yüksek sesle gülüp kafasının üzerine sert bir öpücük daha kondururken kız kardeşi Akile'nin sesi duyuldu. "Abim yine seni kandırıyor Asım. Çok safsın ya!" "Sus kız sen." dedi Ali şakacı bir şekilde kız kardeşine çıkışırken. "Neyse, Nuriye Sultan nerede?" Akile abisine gözlerini devirip, evdeki tek sıcak yer olan kömür sobasının kurulu olduğu oturma odasına girerken, "Yemek yapıyor. O görmeden yüzünü yıka. Kalbine indireceksin bir gün kadının." dedi. Ali, onun arkasından şaşkınca bakıp kaşlarını çatarak erkek kardeşine döndü. "Bu ablan büyüdükçe fena fettan bir şey oluyor Asım. Kulağını çekelim bir ara şunun." diye fısıldadı. Asım abisine kafa sallayıp, "Çekelim abi." diye onu onaylayınca Ali tekrar sırıttı. "Aferin aslanım! Erkek dayanışması işte be!" dedi, yumuşak kıvırcıklara bir öpücük kondurmayı daha ihmal etmeden. Ardından kardeşini geride bırakıp lavaboya girdi. Yüzündeki hasarı tespit etmek için girer girmez lavabo mermerinin üzerine konumlanmış kenarları mavi plastikten olan aynadaki aksine baktı. "Çüş anasını! Ellerinin ayarı yokmuş resmen! Gavura vurur gibi vuruyor kahpeler!" diye söylendi kaşlarını çatarak. Elmacık kemiğinin üzerinde hafif bir morluk, burnunun kenarında kurumuş bir parça kan, yine sağ kaşının üzerinde minik bir sıyrık vardı. Zaten asıl çalışma yüzünde değil, karnındaydı. Sabahtan beri kimseye çaktırmıyor olsa da sırtının sağ tarafı ve karın boşluğu fena sızlıyordu. Suyun buz gibi akacağını bildiğinden, çeşmeye kederli bir bakış atsa da birkaç sene önce yaşadıkları çileleri düşünüp bu duruma şükretti. İki sene önceye kadar mahallelerinde su altyapısı yoktu. Her hafta başında belediyenin tankerleri mahalleye gelir, onlar da evde ne kadar bidon, leğen, kapkacak varsa içini su ile doldurur, bir hafta- bazen iki hafta o su ile idare etmeye çalışırlardı. Elbette mahallenin 2-3 km aşağısındaki mezarlığın yakınlarında bir çeşme vardı ama çok zor durumda kalmadıkça oraya kadar gitmezlerdi. Sonunda mahalleye su boruları döşenmişti de tüm mahalle olarak bayram etmişlerdi. O yüzden içinden yaptığı söylenmeyi bırakıp, soğuk suya şükrederek çeşmeyi açtı. Zaten buz tutmuş ellerini, eksilerde seyreden suyun altına sokup birkaç ağlamaklı nida bıraktı. Yüzündeki kurumuş kanları ovalayarak çıkardıktan sonra, lavabo dolabından bulduğu yara bandını kaşının üzerine yapıştırdı. Pansumanı bu kadardı. Kıpkırmızı kesilmiş ellerinin neticesinde daha fazla oyalanmadan kendini oturma odasına attı. Sıcak hava yüzüne vurur vurmaz iliklerine kadar titredi. Cayır cayır yanan ve içindeki harlı ateşle hafifçe kızıllaşmış sobanın yanına gidip, ellerini üzerine tutup bir süre ısınmaya çalıştı. Utanmasa hazla inleyecekti. Bir süre orada durup, ara ara karıncalanan televizyonda çizgi film izleyen Asım'a ve yemek masasına serdiği kitaplarla ders çalışan Akile'ye takıldı. Üzerindeki kıyafetlerin hala toz-toprak içinde olduğunu hatırlayınca odasına yollandı. Odasının ahşap kapısını açıp buz gibi odaya girince bir kez daha titredi. Üzerindeki kıyafetleri çıkarıp, daha sonra banyodaki kirli sepetine atmak amacıyla yere bırakırken dolabını açıp rahat bir kot pantolon ve kalın bir kazak çıkardı. Halil ile yemekten sonra mahalle kahvesine gideceklerine emindi. Gündüzleri mahallenin ihtiyarları tarafından işgal edilen kahve, akşamları gençlere kalıyordu. Yaz-kış koyu sohbetlerin döndüğü kahvehane mahallenin ender sosyalleşme mekanlarından biriydi. Onun haricinde arada boş arsada maç yaparak ya da güzel havalarda mahallenin meydanındaki ufak parkta şarkı-türkü söyleyerek birlikte vakit geçirirlerdi. Eh, bahar gelmesiyle torun-tombalak toplanıp halk plajına akın etmeleri ya da gördükleri ilk yeşilliğe çöküp piknik yapmaları da vardı tabii. Bu gezilerde çok sık utandırıcı anlar yaşansa da birbirlerini bu kadar seven bir topluluk olmalarının en büyük nedeni bu birlikteliklerdi. Sonunda titreye tireye üzerine giyip yemek saatine kadar vakit öldürmek adına küçük, 4 raftan oluşan kitaplığına adımladı. Dizlerini kırıp eğilirken, gözlerini ve işaret parmağını kitaplar üzerine dolandırdı. İlk rafın sonunda kitaplardan arda kalan boşlukta gördüğü çerçeve ile kitap arayışı sekteye uğradı. Yüzünü engelleyemediği bir tebessüm sarmalarken, kitap arayışını sekteye uğratan çerçeveyi eline aldı. Fotoğrafta omuz omuza vermiş, dudakları yırtılırcasına gülümseyen iki delikanlıya bakarken yüzündeki sırıtış buruk bir hal aldı. Üniversitenin ilk yılında, giriş gününde çekinmişlerdi bu fotoğrafı. Üzerinden neredeyse 3 yıl geçmiş olmasına rağmen dün gibi hatırındaydı o günün bütün detayları. Kampüsün giriş kapısının önüne pusu kurmuş bir şipşak fotoğrafçının ısrarlarına dayanamamış, hatıra olsun diye iki pozluk kıymışlardı paralarına. Biri Halil'e, biri Ali'ye. Gözleri fotoğrafın detaylarında dolandı. Önce kendi kumral kıvırcıklarında, parlak yeşil gözlerinde dolandı. Yüzünde Halil'inkine eş kocaman bir gülümseme vardı. O gülüşün yüzünde yarattığı bütün kıvrımlar huzur ve mutluluk kokuyordu resmen. Belki de yüzünün çocuksuluğundandı, emin değildi. Üzerinde seneye de giyersin mantalitesiyle alınmış büyük kahve kazağı, altında o zamanlar üzerinden hiç çıkarmadığı İspanyol paça keten pantolonuyla çok komik duruyordu. Kendini yeterince inceledikten sonra gözleri Halil'in suretine kaydı. Yine çok yakışıklıydı allahsız. Kara saçlarını jönler gibi arkaya yatırmış, geniş alnını ve biçimli kara kaşlarını ortaya çıkarmıştı. Kara gözleri yine deli deli bakıyordu kamera merceğine. Yüzünde mağrur bir gülümseme, üzerinde şık gömleği ve koyu renk kot pantolonuyla Ali'nin aksine üniversitenin ilk gününe yaraşır bir şıklıktaydı. Bu fotoğraftan bir ay kadar sonra okulda birlikte gezmeyi bırakmışlardı. O zamana kadar et-tırnak gibiydiler. Aynı mahallede doğmuş ve büyümüş haylaz iki çocuktu onlar. Altı bezlenen birer bebeyken bile yan yanaydılar. Şimdi böyle ayrı düşmek çok koyuyordu Ali'ye. Kampüste her karşılaştıklarında birbirlerine göstermelikte olsa ters bakışlar atıyor olmak kanına dokunuyordu. Halil ona her düşmanıymış gibi baktığında boğazına koca bir yumru oturuyordu. Nasıl bu hale gelmişlerdi, ipin ucu nerede kaçmıştı bilmiyordu. İlk zamanlar; yani Ali okuldaki devrimci grupla, Halil ise ülkücü grupla takılmaya başladığında aralarına dizilen uçurumları ikisi de fark etmemişti. Ne zaman ki, bir sağ-sol çatışmasında karşı karşıya kalmış ve yumrukları birbirlerinin yüzünde patlamıştı, o zaman anlamışlardı. Bir süre hiç konuşmadılar. Birbirlerini görünce yüz çevirdiler, yol değiştirdiler. Ancak birlikte büyümüş bu iki delikanlı, canlarını ortaya koymaktan çekinmeyecekleri dava için bile olsa birbirinden kopamazdı. O vakit, oturup konuştular. İlk adımı kim atmıştı Ali hatırlamıyordu. Ancak konuşup en azından okul sınırlarının dışında asla siyasi mevzulardan konuşmamaya ve dostluklarını zedelememeye karar verdiler. Geçtiğimiz iki yıl boyunca da bu dengeyi istikrarlı bir şekilde korudular. Ali derin bir nefes verip, gözleri Halil İbrahim'in gülen yüzünün üzerindeyken başparmağıyla esmer delikanlının yanağını sevdi. Gözleri sevgiyle kısılırken, istemsizce aynı türküyü mırıldanmaya başladı. Dedik ya, ne zaman duysa diline yapışıyordu. "Kıvırcık saçlarına, ak düşmüş uçlarına..." diye mırıldanarak türküyü söylerken, çerçeveyi yerine bıraktı. Yerdeki kirli kıyafetleri banyoya götürüp sepete atarken kitap almayı unuttuğunu hatırlayıp şapşallığına gözlerini devirdi. Odasına dönüp kitabı aldıktan sonra sonunda buz tutmuş vücudunu oturma odasına attı. Sobanın yanına dizilmiş minderlere kendini bırakıp dış dünyayla bütün bağlantılarını kesip kitaba gömüldü. Kaç saat geçtiğini bilmiyordu ancak biraz sonra yanına çöken beden ve burnuna dolan kokuyla yerinde sıçradı. Kafasını çevirip yüzünde bir sırıtış, bir dizini altına almış diğerini kırıp el bileğini yaslamış, elindeki tespihi yavaş yavaş sallayan esmere baktı. "Hoş geldin." diye mırıldandı. "Ne şebek gibi sırıtıyorsun elma kurdum?" "Dünyadan kopmuşsun yine oğlum, ona sırıtıyorum. Ben size ne zaman gelsem seni bu halde bulmak zorunda mıyım? Bir kere de kapımızı sen aç ulan." dedi Halil İbrahim yüzündeki sırıtmayı bozmadan. "Bir dahakine açarız, söylenme." dedi Ali, burun kıvırarak. Ardından okuduğu kitaba geri döndü. Halil, takılmadığını anlayınca Ali'ye doğru eğilip ne okuduğuna baktı. Ali'nin okuduğu sayfadaki gözüne çarpan ilk paragrafı okuduğunda kaşları çatıldı. Kafasını eğip, okuduğu kitabın adını görünce kaşları daha da çatıldı. Sarı kitabın kapağında "Marksist Öğreti" yazıyordu. O, Ali'yi amacını kaybetmiş ve terörizm propagandasından başka bir şey olmayan devrim safsatasından kurtarmaya çalıştıkça Ali bu ideolojisini perçinleyecek safsatalar okuyordu. Tepki vermemek içini dudağının içini ısırdı. Ancak, "Bırak şu kitabı haydi." diye homurdanmaktan kendini geri alamadı. "Şu sayfa bitsin bırakacağım." dedi Ali, gözleri okuduğu paragrafta dolanmaya ara vermeden. Halil İbrahim bıkkın bir nefes verip, kalçasını biraz kaydırıp başını Ali'nin bacaklarına yasladı. Siyah saçlarını geriye yatırıp aşağıdan kara gözlerini Ali'nin yüzüne dikti. Ali, bacaklarına yaslanan kafayla bir an için durakladı. Ardından sanki Halil İbrahim sürekli bacaklarına yatıyormuş gibi bu durumu garipsemeden bir elini onun saçlarına sokup yumuşak tutamları sakince okşamaya başladı. Halil İbrahim'in gözkapaklarının ardına saklanan karalarıyla, bıyık altından gülümseyip, "Benim elma kurdumun şefkate mi ihtiyacı varmış yoksa?" diye mırıldandı. "Arayı ısıtmaya çalışıyorum." dedi Halil, gözlerini açmadan. "Aramız soğuk mu ki?" dedi Ali, sonunda kaldığı yere işaret koyup kitabı kapayarak yanındaki boşluğa bıraktı. "Sen uslu durursan değil. Durmazsan evet." diye mırıldandı Halil. Anında mayışmıştı. Onun sözleriyle Ali'nin yüzündeki gülümseme silindi. Bıkkın bir nefes verdi. "Okul dışında bunları konuşmayacağımız konusunda anlaşmıştık." "Ali..."dedi Halil gözlerini aralayıp, kararlı kara gözlerini yeşillere dikti. "Endişeleniyorum. Bu işlerin içinde olmasam belki bu kadar endişelenmezdim. Ama bizim tarafın da sizin tarafın da ne kadar zıvanadan çıkabileceğini biliyorum ve sen hiç rahat durmuyorsun. Tamam, yine savun görüşlerini, ona lafım yok benim. Ancak devrim dediğin şeyin kampüste ülkücü dövmekle, tek yol devrim diyerek slogan atmakla olmayacağını kavra ve ona göre davran artık." Ali'nin yeşilleri sertleşti. "Ben de biliyorum, bu saydıklarınla devrim yapamayacağımızı. Biz yalnızca sesimizi duyurmaya, insanları bilinçlendirmeye çalışıyoruz, işçinin yanında olmaya, hakkımızı aramaya çalışıyoruz ülkücü. Siz ise bizim sesimizi bastırmaya, boğmaya çalışıyorsunuz. Bu böyle devam ettikçe iki taraf da kanamaya devam edecek." Halil'in bakışları da karşısındakini yansıtmaya çalışır gibi sertleşti. Dişleri birbirine geçerken, alevlenen kanını söndürmek için birkaç kez yutkundu. "Teröristlerle saf tutuyorsun Ali. Yanındaki elemanların çoğu sen devrim diye bağırırken Kürdistan naraları atıyor! Bu halkların eşitliği falan değil, düpedüz bölücülük. O çıkan sesleri bastırmazsak, vatan-bayrak için canını veren her şehit ahirette gelir suratımıza tükürür." Ali'nin cevap vermek için aralanan dudaklarını umursamadan konuşmaya devam etti. "Tamam, kapatalım konuyu. Dediğin gibi mahalle içinde bunları konuşmayacağımız konusunda anlaşmıştık." Ali dudaklarını birbirine bastırdı. Konuyu kendisi açmış, kendisi kapamıştı. Resmen kendi çalıp kendi oynamıştı. Halil'in bu huyundan nefret ediyordu işte. Kendi doğrusu konusunda öylesine ketumdu ki, farklı görüşleri dinlerken asla sakin kalamıyordu. Sakinliğini kaybettiği kişi bir yakınıysa kestirip atıyor, düşmanıysa kafa-göz dalıyordu. Bir süre ikisi de sessizce, ters bakışlarla birbirlerini izledi. Sonunda pes eden yine Halil oldu. Gözlerini kapayıp ofladı. Saçlarından çekilmiş eli kaldırıp tekrar siyah tutamlarının üzerine bırakırken. "Saçlarımı okşa biraz daha." dedi emri vaki bir sesle. Ali gözlerini devirse de, dudaklarının hafifçe kıvrılmasına engel olamadı. Yanmaları da sönmeleri de çok kısa sürede oluyordu. "Emrin olur reis." diye yalandan söylense de, kara saçları okşama fırsatını tepmedi. Halil'i kolay kolay böyle dokunsal bulamıyordu. Ve nedenine bir türlü mantıklı bir açıklama bulamadığı bir şekilde onunla temas etmek hoşuna gidiyordu. Bazen ona dokunmak için parmakları karıncalanıyor, ense kökündeki traşlı, diken diken siyah saçları okşamak için dayanılmaz bir istek duyarken buluyordu kendini. Bu istek bazen öyle yoğun oluyordu ki, kendinden korkuyordu. Özellikle son günlerde bu istekle baş etmek daha da zor olmaya başlamıştı ve Ali'nin kafası her geçen günle bir hayli karışıyor, bu isteğin sebebini sorgulamaya başlayan zihnini güç bela susturuyordu. Burnuna çarpan kokuyla, yine kendine mani olamayıp yüzünü Halil'in saçlarına yaklaştırıp güzel kokuyu ciğerlerine doldurdu. "Gelmeden duş mu aldın?" diye sordu, istemsizce burnunu biraz daha siyah tutamlara bastırırken. Halil refleksle gözlerini açarken, Ali bir miktar geriye çekilmiş böylece yüzleri çok yakın bir mesafedeyken göz göze kalakalmışlardı. Ali irileşen gözleriyle sertçe yutkunurken, Halil gözlerini yeşillerden çekmeden, "Evet, güzel mi kokuyor?" diye fısıldadı. Ali, gözlerini kaçırıp anlamsızca hızlanan kalbiyle yerinde biraz doğruldu. "Evet." dedi, yerinde huzursuzca kıpırdanırken. Bu da neydi şimdi? Durup dururken kalbi neden hızlanmıştı ki, hasta mı oluyordu acaba? Kolay kolay da hasta olmazdı aslında. Boştaki elini yüzüne atıp çenesinin altını kaşırken, gözleri odanın içinde dolandı. Asım, hala ara ara karıncalanan televizyona kilitlenmiş, şeffaf silindir plastiğin içindeki leblebi tozunu ağzına döküyordu. Ali bir ara çıkıp çatıdaki anteni kurcalasa iyi olacaktı. Bu ara aptal kutu sık sık karıncalanır olmuştu. Akile ortalıklarda yoktu. Yüksek ihtimal mutfakta annesine yardım ediyordu. Hissettiği gerilimden kaçmak için Asım'a çıkıştı. "Lan eşek sıpası, gözlerin bozulacak kapa şunu artık." Asım, arkasına dönüp abisine ters bir bakış attıktan sonra poposunu kaydırarak biraz geriye gitti. Ancak abisi memnun olmamıştı. "Leblebi tozunu da bırak. İkinci paketin o, görmedim sanma. Nuriye Sultan gelsin, söyleyeceğim seni görürsün." "Of abi ya!" diye itiraz etti Asım. "Abiye of denmez." İkilinin atışması Halil İbrahim'i güldürünce, Ali'nin bakışları tekrar kucağındaki adama döndü. Yüreğinden kopup gelen, "Of şöyle gülme sen de be!" nidasını tutamayınca Halil'in kısılı karaları onu buldu. "Abiye of denmez kıvırcık!" dedi Halil onu taklit ederek, yüzünde pişkin bir gülümsemeyle. "Nereden abim oluyorsun lan sen benim? Üç ay büyüğüm ben senden." dedi Ali, Halil'in alnına yumuşak bir tokat geçirirken. "Üç ayın ne önemi var aslanım?" "Hadi be oradan, sen emeklerken ben evin içinde at koşturuyordum elma kurdu." Halil, sessiz bir gülüş bıraktı. "Ya bırak, ne zaman bakkal Vedat'tan dayak yiyecek olsan ağlaya ağlaya gelip arkama saklandığın günleri ne çabuk unuttun?" "Beş yaşındaydık!" Halil, omuzlarını silkti. "Ben anlamam. Ayrıca o sadece bir örnekti. Ulan bütün yaramazlıklarından arkama saklanarak sıyrıldın sen be! Ben senin yerine özür dileyip şirinlik yaparken, sen arkamda sümüklerini yiye yiye ağlıyordun." Hatırına gelen anılarla yüzündeki gülümseme genişleyip, gözleri ışıldadı. Küçükken çok sevimliydi şerefsiz. Kıvırcık saçları, yüzünün yarısını kaplayan yeşil gözleri ve her zaman saatlerce koşmuş gibi pespembe olan yüzüyle mahallede gören herkesin mıncırdığı yaramaz ama herkesin sevdiği çocuktu. Halil'in ise daha o yaşlardayken bile mağrur ve olgun bir havası vardı. O yüzden küçükken bile Ali yaramazlık yapar, Halil çözerdi. Ali'nin başı derde girer, Halil kurtarırdı. Ali ağaca tırmanıp erik çalar, Halil o yakalanıp tokat yemesin diye nöbet tutardı. Ali bir yerlere tırmanır, Halil o düşerse tutabilmek için hemen altında beklerdi. Ali birine laf atar, Halil onun yerine kavgaya girerdi. Ali bir öğretmenle atışır, Halil onun için gidip özür dilerdi. Belki de bu yüzden Ali'yi koruma dürtüsüne bir türlü engel olamıyordu. Tüm çocukluğu, gençliği, ergenliği bu kıvırcığı korumakla, onun iyiliğini gözetmekle geçmişti. Onu koruyup kollamak alışkanlık olmuş, kanına, bedenine, ruhuna işlemişti. Emindi ki, biri çıkarıp Ali'ye silah dayasa, daha beyni tepki veremeden bedeni tepki verir, kendini namlunun önünde bulurdu. "Aman, hemen vur yüzüme yaptığın bütün iyilikleri. Fırsatı buldun ya, kaçırma." dedi Ali, sahte bir homurtuyla. Halil onun tepkisine içten bir gülüş bırakınca, o da gülerken buldu kendini. Asım konuyu anlamamıştı ama herkes gülüyor diye o da güldü. Bir yandan da hazır abisinin dikkati dağılmışken leblebi tozunu arada ağzına döküyordu. Onların hoş sohbetini annesinin oturma odasına girişi bitirdi. Nuriye Hanım, elindeki salata tabağı ve kaşıklarla içeri girince hala gülerek eskiyi yad eden ikili toparlandı. Annesi Halil'i görünce, "Kaçak gelmiş sonunda." dedi yüzünde bir gülümsemeyle. "Sen çağırırsın da gelmem mi Nuriye Sultan?" dedi Halil, ayaklanıp kırklarının sonundaki kadına yaklaşırken. Kadın elindekileri masayı bırakıp Halil'e dönünce, ikili yıllardır görüşmemiş ana-oğul gibi kucaklaştı. "İyi ettin oğlum. Yüzüne hasret kaldık valla. Bak Servet amcan da kaçtır soruyor, görünce çok sevinecek." dedi anaç bir gülümsemeyle kollarını çekerken. "Sorma sultanım ya, ocakta işler yoğundu bu ara." Gözleri istemsizce arkasındaki Ali'ye kaydı. Nuriye Hanım'ın bakışları sertleşirken, gözleri oğlu ve Halil İbrahim arasında gidip geldi. Elbette ikilinin farklı ideolojik görüşleri benimsediklerinin farkındaydı ve bu sebeple sık sık karşı karşıya geldiklerine de emindi. Kendisi bu tarz siyasi çatışmaların gereksiz olduğuna inanıyordu ancak bu iki delikanlının gençlik ateşini böyle bir yere yöneltmelerini olağan karşılıyordu. Sonuçta ikisinin de büyüme çağları sağ-sol kavgasının en harlı olduğu zamanlarda geçmişti. Bu şekilde büyüklerinden, mahalle abilerinden etkilenmiş, onların görüşlerini sindirmiş olmalarını normal karşılıyordu. Tek avuntusu, sağ-sol çatışmalarının eskisi kadar kontrolsüz olmamasıydı. Kendisi 67 kuşağını görmüş bir kadındı. Bütün bu zaman boyunca ideolojik aşırılığın onlarca geleceği parlak gencin, bu ülkenin aydınlık yüzü olacak gençlerin telef olmasını kahrola kahrola izlemişti. 84'ten beri siyasi görüşten kimseyi idama mahkûm etmeseler de, hapishaneler de hala sert muamelelerin olduğuna neredeyse emindi. O yüzden iki delikanlı için de endişeleniyordu. Ortamdaki hava aniden gerilince Nuriye Sultan sertçe boğazını temizledi. Daha önce eşi bu konuda ikiliye defalarca vaaz verdiğinden, kendisinin söyleyeceklerinin bir anlamı olmayacağını biliyordu. O yüzden neşeli bir ifade takınıp, açılmamış ancak varlığını belli etmiş konuyu değiştirdi. "İyi bakalım, ihmal etme bizi ama. Bak Ali'ye, her hafta uğruyor Sabiha teyzesine." Halil geniş bir sırıtış takındı. "O dedikoduya gidiyor annemin yanına. Çekirdeklerini alıp balkona kuruluyorlar. Gelenin geçenin dedikodusunu yapıyorlar saatlerce. Bir de beni de almıyorlar yanlarına." Ali onun şikayetlenmesine homurdandı. "Keyfimizi kaçırıp duruyorsun. Yok öyle demeyin ayıptır, yok günahını almayın insanların, onun şuyundan size ne, diye diye zehir ediyorsun sohbetimizi." Nuriye Hanım duyduklarıyla şen bir kahkaha atınca, Halil de ona eşlik etti. Kapının çalmasıyla, Ali hala gülen ikiliye gözlerini devirip kapıyı açmaya gitti. Kapıda babasını görünce, onu resmi bir şekilde selamladı. Hoş sohbetli uzun bir yemek faslından sonra ikili Ali'nin ebeveynlerinin ısrarlarına rağmen kendilerini dışarı attılar. Soğuk hava yüzlerine vurduğu anda ikisi de titredi. Elleri montlarının cebine girip, vücutları büzülürken yavaş adımlarla yokuşun sonundaki kahveye doğru ilerlemeye başladılar. Yanlarından geçtikleri her kaldırım taşında, her sıvası dökülmüş duvarda, şimdi yapraklarını dökmüş; çocukluklarını dallarının üzerinde geçirdikleri çınar ağacında, Ali'nin bisikletten düşüp, ilk kez kolunu kırdığı dik yokuşun sonundaki tümsekte, geçtikleri her milimde bir anıları vardı. İşte tam da bu yüzden ne zaman böyle yan yana yürüseler, Ali'nin yüzünde mahzun bir gülümseme belirir, gözlerinin kenarlarını özlem çizgileri kaplardı. Eskiden bakkal, şimdilerde ise tuhafiye olan küçük dükkanın önünden geçerken içli bir nefes aldı. Buranın önünden ne zaman geçse içini bir hüzün kaplardı. Çocukluklarının yarısını, vitrininden aşırdığı çikolataları sokağın sonundaki harabede yedikleri bakkal kapanmıştı. Bakkal Vedat geçen sene ölünce, oğulları zaten kar getirmeyen dükkanı satıp parasını miras diye bölüşmüştü aralarında. Bakkal Vedat'ın yattığı yerde kemiklerinin sızladığına emindi. O çok severdi yıkık dökük dükkanını. Dükkanın önüne attığı taburesinde oturur, tavşan kanı çayını yudumlarken gelen geçene laf atar, mahallenin delikanlılarına takılır, ele avuca sığmaz çocuklarını tükürükler saçarak küfür ederken kovalardı. Aksi bir adamdı ama o dükkanını ne kadar seviyorsa, mahalle halkı da onu bir o kadar severdi. Cebinde parası olmayana bir ekmeği çok görmez, ağlayan bir çocuğa, "Dur sağa bir çokalat getirem de bırak ağlamayı aslan parçam." diye hafif çıkışır bir tonda konuşarak en pahalı çikolatayı gocunmadan verirdi. Kıssadan hisse, güzel adamdı bakkal Vedat. Ali onu ve onunla ettiği hoş sohbeti çok özlüyordu. Eski devrimcilerdendi ve Ali'nin fikir altyapısının ilk temellerini farkında olmasa da o atmıştı. Dayağını çok yemişti o huysuz ihtiyarın ama işte tüm o huysuzluğuna rağmen Ali'nin bu mahallede en sevdiği adamdı. Öldüğünde gizli gizli çok ağlamıştı Ali. Bir tek Halil fark etmişti çok ağladığını, o da yüzünde buruk bir gülümsemeyle kızarık gözlerine bakıp burnunun ucuna minik bir fiske bırakmış, "Yeşilinin beyazına ateş düşmüş kıvırcık. Yakışmıyor sana bu kızıllık." diyerek uğraşmıştı onunla. Halil, onun hüzünle baktığı yeri görünce buruk bir gülümsemeyle kıvrıldı dudakları. Ali'nin en çok insanları sevme şeklini seviyordu sanırım. Birini sevdi mi tüm yüreğiyle sevenlerdendi Ali. Öyle büyük bir yüreği vardı ki kumralın, herkesi sığdırıyordu oraya. Belki de o yüzden herkes tarafından da aynı ölçüde seviliyordu. İnsanlar ayna gibi yansıtıyordu maruz kaldıkları sevgiyi. "Vedat Bakkal'ı özledin dimi?" diye sordu. Ali, üşümüş burnunu çekip omuzlarını silkti. "Ne özleyeceğim be o huysuz ihtiyarı." Halil, onun tepkisine sesli bir gülüş bıraktı. "Yeme beni Ziya! O bakışı biliyorum ben." dedi işaret parmağıyla Ali'nin yeşillerini işaret ederken. "Hangi bakışmış o?" dedi Ali, yürümeye devam ederken gözlerini Halil'in parlak karalarına çevirdi. "Şu bakış işte. Ne zaman birini özlesen yeşillerin tutuşuyor hemen. Gözlerinin kenarları kızarıyor, kaşların bitişiyor, dudakların bükülüyor. Bu halde ne zaman dalsan, hemen ardından birini özlediğini söylüyorsun." Ali'nin kaşları şaşkınlıkla havalanıp, dudakları aralanırken, "Çüş anasını, bundan benim bile haberim yoktu lan." dedi yüz ifadesindeki şaşkınlık sesine de yansımış, yerinde aniden durmuştu. Halil onun tepkisine gülüp, bir kolunu şaşkın çocuğun omzuna attı. Onu kendiyle beraber yürümeye zorlarken, "Sen kendini bana sor kıvırcık. Ben anlatırım seni sana." dedi ve saçlarının üzerine bir öpücük kondurdu. Öpücüğün hemen ardından ikisi de afalladı. Dedik ya, Halil dokunsal bir adam değildi. Ali, liseden beri adam akıllı sarıldıklarını bile bilmezdi. En fazla Halil olur olmadık yerde bir kolunu Ali'nin omzuna atardı. Ancak görünen o ki, bugün kendisini bile şaşırtacak kadar dokunsaldı. İki şaşkın delikanlı, şaşkınlıklarını birbirine çaktırmamaya çalışarak yokuşu inip, sonunda mahallenin avlusundaki kahveye ulaştılar. Çocukluk zamanlarından beri hiç değişmemişti bu kahve. Aynı kırık dökük masalar, aynı yeşil örtüler, aynı okey takımları, aynı lekeli bardaklar ve aynı simalar... Kendilerini soğuktan kurtarmak için hızlıca kahvenin içine attılar. Eşe dosta selam verip, orta yere kurulmuş kömür sobasına yanaştılar. Keza 5-6 dakikalık yolda bile iliklerine kadar buz tutmuşlardı. Aylardan şubattı ve anlaşılan o ki kar kapıdaydı. Biraz sonra çetelerinin diğer iki elemanı yanlarında bitti. Yücel ve Kenan, çocukluk arkadaşlarıydı. İlkokul yıllarında yakınlaşıp, şu yaşlarına kadar tüm belalara birlikte atılmışlardı. Kenan üniversite okumayıp, liseyi bitirir bitirmez mahalle esnafı olan babasının yanında işe başlamıştı. Yücel ise son üç yıldır sınava giriyordu ancak bir türlü istediği bölümü tutturamadığı için tercih yapmayıp mahallede aylaklık ediyordu. Arada muhasebeci olan babasının işlerine yardım ediyordu yalnızca. Son günlerde amcasının ısrarlarıyla mahallenin futbol takımında da oynamaya başlamıştı ancak bu alanda çok da istikbali parlak olacakmış gibi görünmüyordu. "Ne habersiniz a dostlar?" dedi Kenan gülerek. Çay tabağını avucunun içine yaslamış, boştaki eliyle çayını ağır ağır karıştırıyordu. "İyidir kardeş. Sen ne yaptın?" dedi Halil avuçlarına üflerken. "Yine kim aldı lan senin boyunun ölçüsünü marul kafa?" diye ikilinin muhabbetini bölen Yücel, yüzünde hain bir sırıtmayla Ali'nin kafasına hafif bir tokat geçirdi. Ali ona ters bir bakış attı. "Yücel bak bulaşma bana akşam akşam, öteye git, almayayım ayağımın altına. " dedi ellerini biraz daha sobanın borusuna yaklaştırırken. "Açma o konuları Yücel'im." dedi Halil, konu sabahki mevzuya gidince tekrardan keyfi kaçmıştı. Yücel, Halil'in uyarısıyla mevzunun yine sağ-sol kavgası ile ilgili olduğunu anlayıp sustu. İkilinin 'mahallede siyasi hiçbir şey konuşmak yok' kuralı yüzünden, yolu sağ-sola çıkacak her türlü muhabbetten kaçınır olmuşlardı. İlk zamanlarda bu kurala uymak zor olmuştu. Birkaç kez muhabbeti istemsizce açmış, ikili neredeyse birbirine girecekken zar zor sakinleştirmişlerdi. O gün bugündür kimsenin keyfi kaçmasın diye herkes bu kurala uyuyor, mahalleye girince pembe bir dünya yaratılıyordu. "İyi bakalım. Neyse hadi ısının da gelin 52 atalım. Sabahtan sizi bekliyoruz." dedi Kenan, çayından bir yudum almadan önce. "Aynen kardeş. Şu kazazedeye de bir oralet söyleyelim de siniri yatışsın. " dedi Yücel gülerek. "Portakallı olsun." dedi Ali sırıtırken. Yine Yücel'e kilitleyecekti içtiklerini. O yüzden gönül rahatlığıyla onayladı onu. Halil, onun hain sırıtışına bıyık altından güldü. Kıvırcığının aklından geçen her düşünce yüzüne yansıyordu ve Halil için onları okumak her zaman çok kolay olmuştu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD