5- DELİ RÜZGARLAR SÖKEMEZ GÜLÜŞLERİMİZİ

1913 Words
Dışarıda can acıtan bir soğuk vardı. Yılın belki de son karı yağmak için fırsat kolluyor, her geçen gün havanın sıcaklığı biraz daha düşüyordu. Ali'nin parkası onu bu soğuktan korumaya yetecek kadar kalın değildi. Bu nedenle zangırdayan çenesi ve birbirine çarpan dişleriyle önünde sohbet ederek ilerleyen iki delikanlıya yetişmekte zorlanıyordu. Omuzlarını boynuna doğru kaldırıp, buz tutmuş burnunu çekip dururken, ellerini parkasının ceplerine yerleştirip adımlarını hızlandırmaya çalıştı. Sonunda önündeki ikiliye yetişip, büyük cüssesini ikilinin arasına sıkıştırırken," Bu ne soğuk oğlum lan? Sibirya'yı bizim mahalleye mi taşıdılar?" dedi zangırdayan dişlerinin arasından. Halil, Yücel ile arasına girmiş çocuğa yan bir bakış attı. Kumral delikanlının evden çıkmadan önce sergilediği tuhaf ruh halinden ve sergilediği anlamsız telaştan sıyrılmış olmasıyla içi rahatlamıştı. Şimdi her zamanki Alisi gibi davranıyordu işte. "Kar yağacak herhalde." dedi Halil, yüzünü kaşe montunun yakasına doğru eğip, buz tutmuş yanaklarını bir miktar ısıtmak için sıcak nefesini üflemeden önce. Ali, uzaklaşmış Yücel'in kolunu yakalayıp çocuğu yamacına çekerken, "Uzaklaşma Yüco, şu an bu kardeşinin senin vücut sıcaklığına ihtiyacı var." dedi hala zangırdayan dişlerini çenesini sıkarak durdurmaya çalışarak. Yücel titreyen çocuğa kısa bir bakış atıp, "Az kaldı sık dişini marul kafa." derken, Ali'nin talep ettiği gibi ona yanaşabildiği kadar yanaştı. Diğer eliyle de Halil'i yamacına çekince yediği rüzgar bir miktar kesilmiş, dişlerinin zangırtısı azalmıştı. Mahalleleri bir tepenin üzerine kuruluydu. O yüzden bütün mahallenin her sokağı dik birer yokuştan ibaretti. Küçükken çok sevdiği, her kar yağdığında eline poşetini alıp kendini başına attığı ve yol boyu neşeli çığlıklar atarak kaydığı bu yokuşları artık eskisi kadar sevmiyordu. Çocukken bu dik yamaçları çıkmak ne de kolaydı. Elinde siyah poşetle, kızarmış yanaklarını, buz tutmuş parmaklarını umursamadan hızla iner, kısacık bacaklarıyla zorla çıkardı ama yine de severdi bu yokuşları. Anneleri pencereye çıkıp bağırana kadar Halil, Kenan, Yücel ve Ali onlarca defa o yokuşu iner çıkardı. Şimdi ise bu dik yokuşlar yüzünden rüzgarı daha kuvvetli hissediyor, her adımda bir rüzgara, bir bulunduğu yokuşa sövüyordu. "Bu arada kahveye gidiyoruz, değil mi? Oh, Ahmet amca yakmıştır şimdi sobayı sıcak sıcak." dedi Ali, dişlerinin zangırtısı azalınca dakikalar önce sorması gereken soruyu yöneltip sıcak sobanın hayaliyle şimdiden ısınmaya başlamıştı. Yücel, Ali'nin diğer tarafındaki Halil'e bir bakış atıp, "Aslında, şey, tepeye gidelim dedik." diye mırıldandı tereddütle. Kaşları havalanan kumral, "Arkadaşlar siz fıttırdınız mı, bu soğukta ne tepesi? Ayrıca tepeye gidiyorsak niye aşağı doğru iniyoruz?" dedi şaşkın bir sesle. Oluşan sessizlikle Ali ikiliye anlamaz bakışlarla baktı. Yücel'in, Halil'e kaş göz yaptığını görünce kaşları havalandı. "Ne oluyor oğlum size, niye kaş göz yapıyorsunuz birbirinize?" "Tepe derken..." dedi Halil tereddütle bir elini ensesine atıp, yanında titreyerek yürümeye devam eden kumrala kaçamak bir bakış attı. "Memduh Amca'nın yerinden bahsediyoruz." Ali, yolun ortasında zank diye durunca birkaç adım atmış ikili de onunla birlikte durdu. İkili sıkkın bir şekilde Ali'ye dönünce, Ali kaşlarını sertçe çattı. Gözlerini hain arkadaşları arasında dolandırıp, "Size hayırlı akşamlar kardeşler, ben eve dönüyorum." deyip, hızla kendi çevresinde dönüp indiği yokuşu hırsla çıkmaya başladı. "Oğlum bir dur ya!" diye arkasından bağıran Yücel'i takmadan, ellerini parkasının cebine koyup hırslı adımlarla yokuşu tırmanmaya başladı. Koluna asılan elle durmak zorunda kaldı. Kafasını çevirip, onu durduran elin sahibine baktı. Halil, kızarmış yanaklarıyla, "Hemen celallenme kı- " diyerek ağzını açsa da Ali'nin sert sesiyle cümlesi yarım kaldı. "Celallenmiyorum ben Halil İbrahim, vermem gereken tepkiyi veriyorum. Siz beni nereye götürdüğünüzün farkında mısınız?" diye bağırdı, kolunu sertçe çekerken. Halil, sözünün kesilmiş olmasıyla kaşlarını çatsa da, parmaklarının arasından sıyrılmış kolu bir kez daha yakaladı. "Bak, biliyorum zamanında Memduh amca çok kırdı sizi ama üzerinden çok sular aktı o mevzunun. O su durulsun artık Ali. Adam da çok pişman. Hem insanların zihniyetleri zamanla değişebilir. Gel hadi, bitsin bu küskünlük." dedi en yumuşak sesiyle, karalarını yeşillere dikerek. Ali, Halil'in elinin altındaki kolunu sertçe çekti. Öyle sinirlenmişti ki, vücudunu saran öfke aleviyle titremesi bile tamamen durmuştu. "O herifin pis zihniyeti değişmez Halil İbrahim, bana boşuna maval okuma. Ulan, o Memduh denen haysiyetsiz o kadar insanın içinde ailemi küçük düşürdüğünde siz de oradaydınız. Nasıl şimdi kalkıp o yobazın, sırf aleviyiz diye beni ve ailemi iğrenç sözlerle kovduğu kapısına kendi ayağımla gitmemi istersiniz?" Memduh'un, mahallenin bulunduğu tepenin zirvesinde bir çay bahçesi vardı. Masaları kırık döküktü. Çayı bulaşık suyu gibiydi. Bahçenin tam ortasında daha çok kışın kullanılan duvarları ahşaptan yapılma oturma alanı ise iki yağmur yağmaya görsün sürekli su damıtırdı. Her şeyiyle tam bir viraneydi. Ancak bir manzarası vardı ki, sanırsın cennettesin. Sonsuzluğa ermenin huzuruyla gökyüzünden bakıyorsun bütün aciz kullara. İstanbul'un bütün ışıkları, bütün yaşamları ayaklarının altında sanki. Kapa gözlerini, çek içine derin bir nefes... İşte, kalmadı dert tasa. Hepsi bir kuş olup, uçup giderdi gönlünden. Memduh'tan önce başkası işletiyordu o viraneyi ve Ali o zamanlar çok severdi orayı. Ne zaman bunalsa, ne zaman içi sıkılsa arkadaşlarını kolundan tuttuğu gibi oraya sürükler, gözlerini kapatır, içine derin bir nefes çeker ve bütün dertlerine birer kanat takıp, o tepeden aşağı bırakırdı. Ancak yıllar önce o viraneyi işleten aile mahalleden taşınırken Memduh'a satmıştı çay bahçesini. Çay bahçesi el değiştirince, ertesi hafta tüm mahalle toplaşıp, ilk siftahını yapsın, kazancı bol olsun niyetleriyle hayırlı olsun demeye gitmişlerdi. Ama ne Ali ne de ailesi o çay bahçesine adımını atamamıştı. Kapıda gelenleri karşılayan Memduh, onları görünce önce suratını ekşitmiş, "Hayırlı olsun Memduh kardeşim, işin rast gitsin, bereketi bol olsun inşallah." diyen babasına, burun kıvırarak "Sağ ol." demişti. Babası adamın tavrının farkına varmadan, viranenin kapısına doğru adım atmıştı ki, Memduh'un kolu yolunu kesmişti. "Sağ olasın, sağ olasın da, sizi içeri alamam Servet efendi." dediğinde tüm aile olarak şaşırmışlardı. "Hayırdır Memduh kardeş, bir yanlışımızı mı gördün?" diye sormuştu babası şaşkın bir sesle. Adam rahatsızca boğazını temizlemiş, "Burası bizim ekmek kapımız Servet efendi, abdestsiz girip de ekmek kapımızın bütün bereketini kaçırmana müsaade edemem. Hayırlı olsununu dedin, o yeter. Sizden gelecek siftah parasında gözümüz yok. " Babasının yüzü her sözcükle biraz daha kızarıp, yüzündeki bütün kemikler belirginleşirken, bu sözcükleri duyan herkes gibi Ali de donup kalmıştı. "Abdestsiz olduğumuzu da nereden çıkardın Memduh kardeş?" demişti yine de sakinliğini korumaya, bir tatsızlık çıkarmamaya çalışarak. Adam, bir elini havada sallamış, "Kızılbaşların gusül almadığını herkes bilir Servet efendi. Şimdi sizi içeri alırsam, işimin bereketi kaçar. O yüzden var git, paran da hayırlı olsunun da sende kalsın." demişti tükürür gibi. Ali, ilk ne söylemişti, ilk yumruğu kim atmıştı; şimdi dahi hatırlamıyordu. Babası adama cevap veremeden Ali atan tepesiyle birlikte açmıştı ağzını, yummuştu gözünü. Ondan sonra yaşanan arbedeyi de hatırlamıyordu. Öfke gözünü öyle bir karartmıştı ki, babası yüzüne kafasının savrulmasına neden olacak bir şamar indirip, "Terbiyesizlik etme! Karşında baban yaşında adam var Ali! Küçüklüğünü bil!" diye bağırdığında anca kendine gelebilmişti. İtiraz etmek istemişti. O yobazın saygıyı hak etmediğini bağırmak istemişti ama babasının yüzündeki utancı, öfkeden yumruk olmuş ellerini görünce bir eli tokat yediği yanağında kafasını yere eğip, boynunu bükmüştü. "Ayıp onun ayıbı oğlum. Bırak insanlığımız biz de kalsın." deyip, Ali'yi peşinden sürükleyerek orayı terk etmişti. O günden sonra olayları duyan mahalleli de Memduh'a tavır almıştı. Uzun zaman çay bahçesine kimse gitmese de bir zaman sonra bu olay unutulmuş, herkes yoluna bakmıştı. Ama ne Ali ne de ailesi o gün o çay bahçesinin önünde yaşadıkları utancı, öfkeyi, ayrıştırmayı hiçbir zaman unutmamıştı. O günden beri dertler, sıkıntılar belini bükse de o tepeye çıkmayı gururuna yedirememişti. Halil, Ali'nin sinirden kıpkırmızı olmuş boynuna, hızla inip kalkan göğsüne ve büyümüş gözlerine bakıp derin bir nefes verdi. Bir elini saçlarına atıp, kara tutamları sıkıntıyla karıştırdı. "Geçen bizi çağırdı yanına. Dedi böyle böyle, çok pişmanım, cahillik etmişim. Zamanında hatamı anlayıp Servet'ten özür diledim, sağ olsun büyüklük etti özrümü kabul etti ama Ali'ye ne zaman ağzımı açacak olsam çekiniyorum, hemen delleniyor deli oğlan. Siz bir yardımcı olun, aklıma geldikçe huzurum kaçıyor, vicdanım sızlıyor vallahi dedi." "Ya bir yürüsün gitsin. Ulan daha geçen sene oğluna su verdim diye karısı camdan çıkıp, 'Abdullah içme o suyu. Yezidin suyu içilmez, haramdır.' diye bağırdı. Küçücük çocuğu bile pis zihniyetlerine ortak ediyorlar, ne özründen bahsediyor. Elinde imkan olsa kafir diye diye, diri diri yakar bizi o yobaz!" "Ya marul kafa, tamam biz de kalkıp sana o adamı, o zihniyeti savunmuyoruz. Bizden bir iyilik istedi, biz de büyüğümüzdür deyip kabul ettik. Hem gerçekten pişman gibiydi oğlum. Valla bak, yaşlı başlı adam karşımızda öyle eğilip büküldü ki elimiz ayağımız birbirimize dolandı." Ali'nin kızarmış yeşilleri bu sefer Yücel'i hedef alınca, Yücel bakışlarını kaçırdı. "Gitmem ben." dedi Ali, kaçıp gitmesin diye Halil tarafından hala tutulan kolunu çekiştirirken. "Siz gidin, yiyin-için o örümcek kafalı adamla ağalar gibi eğlenin. Ben de paşa paşa evimde oturayım." "Ali..." dedi Halil, uyarıcı bir tonda. Ali'nin kırgın gözleri ona dönünce yüreği ezildi. Kıvırcığı hayal kırıklığına uğratmak onu mahvediyordu ancak küskünlüklerin imkan varsa giderilmesi gerektiğine inanıyordu. Yaşlı adamın pişman olduğuna o inanmıştı. Kendi gözleriyle görürse Ali'nin de inanacağına ve adamı affedeceğine emindi. "O büyüğün olarak seni davet etmiş, özür dilemek istediğini söylemişken reddetmek, kestirip atmak sana yakışmaz. Özrünü kabul etmek istemiyorsan da gidersin önce bir dinlersin, baktın için almıyor, affedemiyorsun; güzel bir dille söylersin." Ali'nin yeşilleri bu sözlerle titrerken, Halil'in kurduğu iki cümleyle ikna oluşunun omurgasızlığına içinden küfretti. "Hadi be paşam, büyüklük sen de kalsın." dedi Yücel, Ali'nin sessizliğinden ikna olmak üzere olduğunu anlayıp bastırdı. Ali'nin sert bakışları bir süre ikili arasında gidip geldi. Sonunda bakışları formunu kaybedip, yüzü bir somurtmanın esiri olurken, "Eğer ters bir laf ederse karışmam. Büyüktür falan dinlemem, bilesiniz. Bu ayrımcılığı, bu asılsız hakaretleri, aşağılamaları sığdıracak yerim yok benim." dedi kararlı bir sesle. Yücel'in ellerini iki yana açıp, "Oh be!" nidasıyla, Halil İbrahim'in yüzünü minik bir tebessüm kapladı. "Yine dokuz doğurttun bize iki dakikada marul kafa." Halil bir kolunu Ali'nin omzuna atıp hala bir miktar kararsız ve çokça isteksiz çocuğu kendine çekti. "İşte benim gönlü güzel kıvırcık Gülalim." dedi gülümseyerek. Kafasını ondan birkaç santim kısa çocuğun kafasının üzerine yaslarken, onu kendiyle birlikte yürümeye zorladı. Ali, o anda Memduh'u unuttu. İnce hastalığı yine kendini alttan alttan belli ediyordu. Boğazını temizleyip, "Yılışma elma kurdu, arkamdan iş çevirmenin hesabını sonra soracağım sana." diye ağzının içinde homurdansa da, tepkisi yalnızca Halil İbrahim'in kıkırdamasına neden olmuştu. "Ee kahveye gidiyoruz diye arabayı da almadık, neyle gideceğiz tepeye?" diye sordu Ali, sesinde hala hissettiği rahatsızlığın izleri olsa da, omzundaki kolun da etkisiyle siniri azalmıştı. "Kenan kahvenin önünde bekliyor bizi. Dedik şimdi yolda söylersek bu marul bizi salata yapar. En iyisi arabaya binmeden söyleyelim de kaçacak yerimiz olsun." dedi Yücel, elleri ceplerinde yüzünde şebek bir sırıtmayla, hemen yanındaki ikiliye bakarken. "Vay kalleşler sizi." dedi Ali kaşlarını bir kez daha çatarken. "Arkamdan iş çevirdiğiniz yetmiyor, bir de ince hesaplar yaptınız he?" "Deliliğinle korkutmuşsun bizi oğlum, ne yapalım?" dedi Halil sırıtarak, kolunun altındaki çocuğun çatık kaşlarına ve somurtuk ifadesine yan bir bakış atıp, soğuktan akan burnunu hafifçe çekti. Ali, esmer delikanlıya yan bir bakış atıp, "Sen daha kendinle tanışmamışsın elma kurdu." diye fısıltıyla homurdandı. Onun ne dediğini tam olarak anlayamayan Halil, "Ne dedin?" diye sorunca, "Zııırtttt Erenköy!" deyip, Halil'in karnına parmaklarıyla atak yaptıktan sonra yiyeceği şamarı bildiğinden hızla Halil'in kolunun altından kaçtı. "Ulan kıvırcık!" dedi Halil, kaşları yalancı bir sinirle çatılırken. El şakasından nefret ederdi ama en çok zırt Erenköy'lü el şakasından nefret ederdi. Ali, yüzünde geniş bir sırıtmayla, "Ne oldu reis zoruna mı gitti?" dedi geri geri adımlarla aralarındaki mesafeyi arttırırken. "Gel lan buraya, göstereceğim ben sana Erenköy'ü." diyerek ona atılan esmerle birlikte Ali insanı fitil edecek itici bir gülüşle yokuş aşağı kaptırdı. "Yakalarsan gösterirsin düdük!" diye de bağırıyordu. Halil peşi sıra onu kovalamaya başlarken, "Ulan bir büyümediniz gitti ha!" diye bağıran Yücel'i ikisi de takmadı. Ali, yüzünü vuran buz gibi rüzgarı umursamadan, altında siyah bir çöp poşeti varmış gibi o dik yokuşu çocuksu bir neşeyle inerken, peşinden koşturan esmerin de ondan farkı yoktu. "Yakalarsam fena yaparım ama!" Ali sokakta çınlayan neşeli bir kahkaha attı. "Yakalarsan hakkındır elma kurdu!" Yüzlerine vurup tenlerini jilet gibi kesen, saçlarını uçuşturan, iliklerine soğuğu işleyen o sert rüzgar, bu çocuk gülüşleri yüzlerinden sökmek için yeterince güçlü değildi. Asla da olamayacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD