BİR BAŞKA TEPEDEN

2571 Words
Oturduğu sandalye diken gibi kaba etine batsa da, yüzündeki somurtmayı bir türlü silemese de uzun bir süredir yıllardır gelmediği mekanda oturuyor, masada gerçekleşen sohbeti dinlemeye çalışıyordu. Oysa ilk geldiklerinde içeri girmeyi bile kabul etmemiş, "Gelsin burada konuşalım. Girmem ben oraya. Bereketi kaçmasın tükyanın." diyerek ayak diretmişti. Arkadaşları ne yaparsa yapsın onu ikna edemeyince mecbur altmışlarının ortalarında olan yaşlı adam, montunu giyip dışarı çıkmıştı. Özür dilemiş, sözlerinin bütün suçunu onu büyüten zihniyete atmıştı. Böyle gördük, böyle yetiştirdiler, böyle dediler. Cahil insanlarız inandık... Bu sözler Ali'nin içindeki harlı öfkeye bir damla su dökememişti. Devrim naraları atmasının en büyük sebeplerinden biri, bir alevi olarak toplumda yaşadığı ayrıştırma, ötekileştirmeydi. Bu bozuk düzeni gördükçe, ezilenin yalnızca kendisi olmadığını fark ettikçe dava ateşinin ilk kıvılcımı düşmüştü bağrına. Halkın üzerine basa basa, işçinin, emekçinin ensesine vurup ekmeğini çala çala, asla doymayan tek dişi kalmış bir canavar gibi büyüdükçe büyüyen o bozuk düzen içinde keyif çatan yöneticileri, patronları, siyasileri fark ettikçe o kıvılcım bir ateş olmuş, yangınlar yaratmıştı ruhunda. Ötekileştirilmenin yarası taptazeyken, karşısında eğilip bükülen yaşlı adamı affetmek gram içinden gelmiyordu ancak hatasını anladığını söyleyen bir adama yüz çevirmek Ali'ye yakışmazdı. Babasının dediği gibi; iyilik onda kalsındı. Yine de içeri girmemek için diretmişti ancak arkadaşlarının destekleriyle, çevre baskısına daha fazla dayanamayıp ayaklarını sürüye sürüye de olsa bir yirmi dakikanın sonunda sıcak barakaya girmişti. Şimdi son bir saattir olduğu gibi oturduğu yerde rahatsızca kıpırdanıp duruyor, çaktırmadan pencerenin dibinde olan sandalyesinden özlediği manzaraya kaçamak bakışlar atıyordu. "Yücel, ne olacak bu takımın hali ya?" diyen sesle, kendi düşüncelerinden sıyrılıp, masadaki herkes gibi yan masadan onlara laf atan mahalle esnafından Enver abiye döndü. Yücel, gelen soruyla ağzına tıkıştırdığı kestaneyi çiğnemeden yutup Enver'e döndü. "Ne hali abi?" dedi bilmezlikten gelerek. Onun cevabına Enver'in yanında oturan Saffet şen bir kahkaha atıp, "Bak bak, lafı yiyeceğini biliyor ya, nasıl da bilmezlikten geliyor kerata." dedi. Ali, Yücel'in hafifçe kızaran yanaklarıyla sonunda keyiflenip önündeki çay bardağını eline alıp sıcak çaydan bir yudum aldı. "Oğlum sezon başladığından beri bir tane bile maç kazanamadınız ya, onu diyorum." dedi Enver, Saffet'in kahkahasına bir sırıtışla eşlik ederken. Yücel, sıcak çayından hüpleterek bir yudum alıp, "Abi ben takıma gireli bir ay oldu ya, ben de çok hakim değilim şimdi." dedi. "Geçen günkü maçlarını izledim bunların, izlemez olaydım. Utanıp, maçın yarısında kaçtım sahadan." diye atıldı başka bir masada oturan Kamuran. "Kramponları adam akıllı topa bile değmedi." "Ya Kamuran Abi ayıp oluyor ama, kalbimi kırıyorsun bak." dedi Yücel alınmış bir sesle. "Ayrıca ben daha iki maça anca çıktım, bu tabloda vallahi de tallahi de benim bir suçum yok." "Cengiz koç, sene başında o kadar övdü ki, dedik bu sene kesin çıkarlar bir üst lige ama nerede?" diye onlara eşlik etti Kenan, yüzünde keyifli bir gülümsemeyle bir elini havada sallayarak. "Bunun gibi işe yaramazları takıma toplarsalar olacağı o tabii." Yücel, uzanıp Kenan'ın kafasına yumuşak bir tokat atıp ağzından kaçmak üzere olan küfrü, çevredeki büyükleri akıl edip son anda dilini ısırarak yuttu. Kenan yediği şamarla höykürerek gülünce, küçük çay bahçesindeki herkes ona eşlik etti. Bir süre ahalinin mahalle takımını ve dolaylı yoldan Yücel'i yerdikleri sohbet devam etse de bir süre sonra herkes tekrar kendi masasına dönmüştü. Dörtlü sonunda baş başa kalınca, Halil'in bakışları karşısında oturan, keyfi biraz da olsa yerine gelmiş gibi görünen Ali'ye döndü. Elindeki çay bardağını dudaklarına dayayıp, hasretlik gözlerle manzarayı izleyen kıvırcığa sıcacık bir gülümsemeyle baktı. "Buranın manzarası hiçbir yerde yok, değil mi kıvırcık?" dedi çayından bir yudum aldıktan sonra. Ali'nin gözleri ona döndü. Gözlerine sevgiyle bakan karalarla yüreği sıcacık olurken, onun da yüzünde minik bir tebessüm belirdi. "Öyle." dedi omuzlarını silkerken. "Sahibini sevmiyorum diye bu güzelliği hor görecek değilim." "Ara sıra geliriz artık, dimi kardeşim?" dedi Kenan, hevesli gözleri Ali'nin yüzünü bulurken. Ali, onun hevesli ifadesine sırıtıp, "Biraderim, alt tarafı manzaraya karşı çay içtiğin bir virane, ne bu heves?" diye sordu. Kenan gülümseyip, "Ya bizim çocuklar çok övüyordu. Akşamları çok güzel oluyormuş, fasıl falan yapıyorlarmış. Bazen gençler toplanıp sohbete bile geliyormuş buraya. " dedi aynı hevesle. "Çocuklar kaç sefer söyledi bize, siz de gelin abi keyifli oluyor diye de biz senin gelmeyeceğini bildiğimiz için reddediyorduk sürekli." dedi Halil, arkasına yaslanıp, elindeki tespihi ağır ağır sallarken. Ali, arkadaşlarının yüzündeki hevesli ifadelere bakıp, yan bir gülümseme takındı. "İyi madem, geliriz arada. İlk adımı attık sonuçta, bundan sonra yapacağım naz anca aşık usandırır." dedi. "Yufka yürekli marulum be!" dedi Yücel, yanındaki sandalyede oturan çocuğun kafasını tutup, saçlarının üzerine sert bir öpücük bırakırken gülümsüyordu. "Yılışma lan sarı!" dedi Ali, hala saçlarına öpücük konduran Yücel'i kafasından ittirmeye çalışırken. Onların bu hallerine Kenan ve Halil de sessiz gülüşler bırakırken, "Çocuklar..." diyen sesle dördünün de kafası masalarının başında durmuş Memduh'a kaydı. Ali'nin suratı anında düşse de sesini çıkarmadı. "Allah keyfinizi bozmasın, bir büyük açayım mı size?" dedi gülümseyerek. Sabahları çay bahçesi olan mekanı, mahallelinin ısrarı ile akşamları illegal bir şekilde meyhane olarak işletiyordu. "Yok abi sağ olasın, başka sefere içeriz. Bugün bu yeter bize." dedi Halil, elindeki çay bardağını adama doğru kaldırıp, kapalı dudaklarla gülümserken. "Emin misiniz? Bugün size her şey müesseseden bak, ona göre." dedi Memduh, bir elini gür bıyığına atıp çekiştirip göz kırparken. "Olmaz öyle abi, ne yiyip içtiysek öderiz parasını." diyen Halil'e, Memduh sert bir bakış atıp, "Olmaz öyle Halil oğlum. Ben niyetlendim bir kere. " "Peki abi." dedi Halil, kafasını çekingen bir şekilde sallarken. "Kesene bereket olsun." "Amin oğlum. E ne diyorsunuz yani, açayım mı bir büyük? Açsanız fırında levrek de var mutfakta. Göndereyim mi dört tane? Yanına da şöyle güzel bir mevsim salata yaptırayım hatta." "Sağ olasın abi, yemek yiyip öyle çıktık evden. Bugün küsleri barıştırıp o kadar hayra girdikten sonra alkolle demlenip üç kuruşluk sevabımızdan da olmayalım." dedi bu sefer Yücel. Sözleriyle Memduh'un gözleri Ali'ye dönerken, "Vallahi büyük sevaba girdiniz çocuklar." dedi samimi bir gülümsemeyle, kafasını sallarken. "İyi bakalım öyle olsun, bir dahaki sefere o zaman. Ali oğlum, var mı bir isteğin?" Ali, rahatsızca yerinde dikelip, "Yok abi, sağ olasın." dedi mesafeli bir sesle. Söylediği sözcükler iğne gibi diline battı ancak adamın samimiyetine inandığı için kinini yatıştırmak için elinden geleni yapmaya karar verdi. Adam kafasını sallayıp gidince bir süre havadan sudan sohbet ettiler. Yücel, takımdaki maceralarını, Kenan arkadaşlarının ısrarlarıyla sevdiği kızla bakışmalarını ve mektuplaşmalarını, Halil ocaktaki arkadaşlarıyla girdiği birkaç komik diyaloğu anlatırken Ali arkasına yaslanıp bazen önünde kara gözleri parlayarak gülümseyerek konuşan adamı, bazen de hasret olduğu manzarayı izledi sakince. İçinde haftalardır yer etmiş ince hastalık yüreğini çok feci ağırlaştırıyordu ve zamanında dertlerine kanat takıp, içinden uğurladığı tepedeyken bile o ağırlık yerinden bir milim oynamıyordu. Oturduğu sandalyenin arkasına astığı parkasını alırken, "Ben dışarıda bir sigara içip geleyim." dedi. "Kardeş kar soğuğu var dışarıda, iç işte burada." diyen Kenan'a, "Yok kardeşim, hem bir hava alayım." derken, ayaklanıp parkasını üzerine geçirmişti. Gözleri Halil'in sorgulayıcı karalarıyla buluşunca istemsizce gözlerini kaçırdı. Birkaç haftadır sürekli bu döngünün içinde kıvranıyordu ve şimdiden yorulmuştu. Neye karşı savaştığını bile bilmiyordu. Sanki kapkaranlık bir odanın içerisinde, göremediği, duyamadığı bir düşmanla dövüşüyordu. O düşmana her zarar vermeye çalıştığında yarayı kendisi alıyordu. Sanki kendiyle savaşıyordu ancak ışığı açıp bakacak cesareti bir türlü bulamıyordu. Parkasının fermuarını çekip, masanın üzerindeki paketten bir dal aşırıp kendini bulundukları barakanın arka tarafındaki geniş düzlüğe attı. Çimenlik alana belli aralıklarla dizilmiş yıpranmış kare tahta masalar ve iskemlelerle sıcacık bir görüntüsü vardı alanın. Ali, soğuğa çıkar çıkmaz önce bir titrese de, o masaların ardındaki manzarayla içine derin bir nefes çekip soğuğu unuttu. Adımlarını masaların bittiği, altı kayalar, taşlar ve bodur çalılıklarla kaplı tepenin ucuna geldi. Hayran hayran bakan yeşilleri, tepenin ardındaki manzaraya sabitlenirken, parkasının cebinden çıkardığı paketten bir dal alıp dudaklarının arasına yerleştirip ucunu tutuşturduktan sonra kalçasını hemen arkasındaki ahşap masaya yasladı. O an, saatler sonra ilk defa arkadaşlarını dinlediği için şükretti. Bu görüntünün ona nasıl hissettirdiğini unutmuştu. Bu tepeden baktığında ne kadar da küçük, ne kadar da önemsiz olduğunu hatırlıyordu. Onlarca gürültünün arasında bir fısıltıdan ibaretti sesi. Hayat kavgasına tutuşmuş onlarca ruhtan önemsiz bir tanesi... Bu önemsizlik ona her zaman iyi hissettirmişti. Kim bilir neler yaşanıyordu şu ışıklı dört duvarların ardında. Nice acılar, nice mücadeleler, nice çığlıklar... Hepsinin sesi olası vardı Ali'nin. Dili dönmeyenin sözcükleri, gücü yetmeyenin yumrukları olası vardı. Aynı kendinden öncekiler gibi... Bu zamana kadar bu ışıklara her baktığında bunları düşünmüştü. Şimdi ise bu göz kamaştıran ışıklar bile bir çift parlak kara gözün hatırıyla sönükleşmişti sanki. Kendinden kaçtıkça kendiyle boğuşuyordu Ali. Ciğerine çektiği dumanı titrek bir nefesle verirken, ruhunu işgal etmiş ince hastalığında o nefesle birlikte bedenini terk etmesini umdu. Aptal değildi. Kör hiç değildi. İçinde değişen, yerinden oynayan ya da yıllar önce yerinden oynamışta yanlış yerlere sokuşturulmuş ama Ali'nin anca fark etmeye başladığı taşlar ait oldukları boşluklara yerleşiyordu ve kumral delikanlının ruhunu her geçen gün korkuya buluyordu. İçinde değişen bir şeyler vardı ancak Ali o yeni duygulara bir isim bulamıyor, belki de bulmak istemiyor; ince hastalık deyip geçiştiriyordu. "Sana bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer." Yanından yükselen şiir okuyan gür sesle yerinden sıçrayıp, kafasını çevirip sesin geldiği yöne baktı. Kalbi boğazında atarken, başparmağını üst dişlerine yaslayıp kafasını geriye ittirdi. "Ödümü kopardın oğlum, ne yapıyorsun deli deli?" dedi, gözlerine muzipçe bakan kara gözlerle. Halil omuzlarını silkip yüzündeki sırıtışı koruyarak, Ali'nin yanına doğru adımlayarak aralarındaki birkaç adımlık mesafeyi kapadı. Kalçasını Ali'nin yanından tahta masaya yasladı. "Manzaraya öyle bir dalmıştın ki, seni öyle görünce aklıma bu şiir geldi." dedi, omuzlarını silkerken. "Devamını getirseydin bari de korktuğuma değseydi." dedi Ali gözlerini sigarasının yükselen dumanına dikerken, sağ omzuna yaslanan sıcak omuzla içine derin bir nefes çekti. Halil, cebinden çıkardığı paketten dudaklarının arasına bir dal koyarken, "Gerisi yok aklımda." dedi. Ali ona cevap vermedi. Onun yerine gözlerini önündeki manzaraya çevirdi. Halil sigarasını yakıp, bir süre onun sessizliğine eşlik etse de bir yerden sonra derin bir nefes verip, omzubu yumuşak bir şekilde kumralın omzuna vurudu. Dudaklarını araladı. "Bu ara durgunsun." dedi sessizce. Bir soru sormuyordu, sadece bir sorun olduğunun farkında olduğunu söylüyordu. Ali'nin kalbi tekledi. Davranışları ona bile garip gelirken, Halil'in fark etmemesini ummak aptallıktı. Zira esmer delikanlı çoğu zaman Ali'yi Ali'den daha iyi tanıyor, daha iyi anlıyordu. Elindeki sigarayı dudaklarının arasına koyup son bir nefes çekerek vakit kazanmaya çalıştı. Ne demeliydi bilmiyordu. Seni görünce nabzım ayarsızca hızlanıyor, gözlerin gözlerime değdiğinde içim acıyor, güldüğünde canım çekiliyor, artık ne zaman yanıma gelsen parmaklarım saç tellerine değmek için karıncalanıyor ve ben bu duyguları yüreğimde bir yerlere oturtsam da aklıma sığdıramıyorum. Bunlar söyleyebileceği şeyler değildi. Kendi içindeyken bile bütün bu sözcükler diline batarken, bu sözcüklerin dudaklarından çıkması imkansızdı. O yüzden, "Durgunum." diye kabul etti sadece. Halil'in gözleri onun yere eğik yüzüne kısa bir bakış atıp, tekrar manzaraya döndü. "Yeşillerini benden sürekli sakındığına göre sebebi de benim bu durgunluğunun." Ali'nin önce büyüyen, sonra titreyen gözbebekleri Halil'e döndü. Yeşilleri arkalarındaki barakadan gelen loş ışıkta Halil'in karalarını buldu. Halil kapalı bir tebessüm sundu ona. "Bakma öyle kıvırcık, sen yeşillerini benden kaçırsan da ben seni hala görüyorum." Halil onu görüyordu. Hep görmüştü. Hep görecekti. Ali içine titrek bir nefes çekti. Paketinden bir dal daha çıkarıp titreyen elleriyle dudaklarının arasına koydu. Kendinden bile sakladığı duyguları Halil'in görmesine imkan olmadığını düşünüyordu. O an için haklıydı da. Delikanlı yalnızca kendiyle ilgili bir sorun olduğunun farkındaydı. Ali'nin kendisine karşı davranışlarında bir farklılık olduğunu görüyordu sadece. Başkası olsa bu farklılığı göremezdi belki ama Halil görüyordu. Gözlerini kaçırıyor, tereddütle yaklaşıyordu Halil'e. Halil'in ona bakmadığı anlarda uzun uzun onu izliyordu mesela. Gözleri buluşunca yeşillerini anında bir telaş kaplıyordu. Sanki gözlerinde Halil'in görmemesi gereken bir şeyler varmış gibi. Halil o yeşillerde ilk defa kendisine karşı bir korku görüyor ve o da ne yapacağını, nasıl davranacağını şaşırıyor, sürekli Ali'nin aniden değişen davranışlarına uygun bir kılıf bulmaya çalışıyordu. "İnce bir hastalığa tutuldum ben galiba Halil." dedi sessiz bir fısıltıyla. Halil'in kaşları havalandı. Bir an için kıvırcığın gerçekten çaresiz bir hastalığa yakalandığı ve ona söyleyemediği gibi absürt bir fikre kapılsa da anında bu fikri kafasından attı. Böyle bir şeyin aklının ucundan iki saniyeliğine geçmesiyle dahi kahrolmuştu. "Nasıl bir hastalık bu?" dedi ciddi bir sesle. Ali omuzlarını silkti. "Garip bir hastalık. Adını bilmiyorum." Halil'in havalanan kaşları şimdi çatılmış, kıvırcığın onunla dalga geçip geçmediğini anlamak için ona bir bakış atmıştı. Çocuğun yüzünde gördüğü kederli ve dalgın ifadeyle alaya alınmadığına emin olup, tekrar önüne döndü. "Belirtileri neler peki?" Ali, kafasını göğe doğru çevirdi. Gözlerini Halil'e çevirmeye çekiniyordu. Dudaklarından sıcak nefesini verip, soğuk havada yarattığı buharı izledi bir süre. Keşke içindeki yangında aynı nefesi gibi bu soğukla birlikte buharlaşsaydı. Gün geçtikçe nefes alacak yeri kalmıyordu içinde sanki. "Değişiyor. Ama genelde şiddetli kalp çarpıntısı, el titremesi, kan çekilmesi gibi tepkiler veriyor vücudum. Bazen parmaklarımın uçları karıncalanıyor, son zamanlarda geceleri uykularım da kaçar oldu. " Halil'in kaşları bir kez daha çatıldı. Acaba Ali gerçekten hasta mıydı? Biraz önce ciddiye almamıştı ama son söylediklerini saymazsa belirtiler ona tansiyonu çağrıştırmıştı. "Tansiyonun mu var acaba?" dedi ciddi bir sesle. Onun sorusuyla Ali önce şaşırıp ciddiyetini ölçmek ister gibi esmere baktı. Esmerin ciddi ve endişeli bir ifadeyle ona baktığını görünce kendini tutamayarak ortamdaki sessizliği ve bütün ciddiyeti alıp götüren bir kahkaha attı. Halil onun kahkahasıyla şaşkınca kumrala dönüp, neye güldüğünü anlamaya çalıştı. Anlayamayınca, "Ne gülüyorsun kıvırcık, söylediğin belirtilerin çoğu tansiyon belirtisi allah allah." dedi bozulmuş bir sesle. "Ulan Halil İbo, alem adamsın valla!" dedi iki büklüm olmuş, katıla katıla gülmeye devam eden Ali. "Gülme lan deli deli, çarpacağım şimdi ağzının üstüne." dedi Halil, Ali'yi omzundan ittirirken. "Ciddiyim oğlum ben. Valla bak, yarın gidip bir tansiyonuna baktıralım. Belki tansiyon hastasısındır. Bazen erken yaşta da gösteriyormuş kendini." Ali sakinleşmek için karnını tutarak birkaç nefes aldıktan sonra kafasını çevirip çatık kaşlarla onu izleyen esmere bir bakış attı. Gözüne çok sevimli görünmüştü namussuz. "Tansiyon hastası olmadığıma kesinkes eminim." dedi dudaklarını yalayıp biraz önceki kahkahalardan arta kalmış geniş bir gülümsemeyle. "Demek hala ölmemiş sevimli bir yanın varmış elma kurdum, vay be!" diye devam etti. Uzanıp Halil'in yanağından bir makas almaya yeltenince eline minik bir tokat yedi. "Seni sevimli sevimli döverim kıvırcık, deli etme adamı." diye homurdandı Halil, alaya alınmanın siniriyle. "Koskoca fakülte reisine sevimli denir mi oğlum? Sen bu ara iyice dalgaya alır oldun bizi." Ali onun sözleriyle bir kez daha kıkırdadı. "Doğru." dedi, yüzünde arda kalan geniş gülümsemeyle kafasını birkaç kez sallarken. "Kurtçukların bir solcunun sana sevimli dediğini duysa itibarın feci sarsılır." "Şu kurtçuk lafını bırak Ali, kıracağım bir gün kalbini bak." dedi Halil kaşları çatılıp, alnının ortasında derin bir çizgi oluştururken. İtibarının zedelenmesi değil de en çok bu laf dokunuyordu kanına. Dilini ısıra ısıra parçalamıştı ancak Ali bir türlü göremiyordu. "Tamam tamam, kızma bozkurdum." dedi Ali sonunda biraz sakinleşip, esmerin yanağından bir makas alıp, eline yine tokat yedi. Halil bezgin bir nefes verip kıvırcığa bir saniye dik dik baksa da, hemen ardından kafasını bir yana eğip, "Tövbe tövbe." derken yüzünde kapalı bir tebessüm can buldu. Alaylı bir Ali ile uğraşmak onu yoruyor, sinirlerini geriyordu. Yine de kumralın yüzündeki şu gülümseme için dünyanın bütün yorgunluğunu göğüsleyebilirdi. Halil'in dalgın gözleri yeşillerini bulunca Ali'nin yüzündeki geniş gülümseme de yerini bir tebessüme bıraktı. Bu sefer neşeyle parlayan yeşillerini Halil'in karalarından çekmedi. Yüreği yine ağırlaşmıştı, yine kalbinden parmak uçlarına kadar sızlamış, karıncalanmıştı. Ama yine de çekmedi gözlerini. Buna da alışacaktı elbet. Halil'e her baktığında ruhunu sızlatan bütün bu duygulara da alışacak, bu ince hastalığı kabullenecek ya da atlatacaktı. Sadece biraz vakit vermeliydi kendine. Sindirmek ve kabullenmek için yalnızca biraz zamana ihtiyacı vardı. Kabullenmeden bu hastalığa derman bulamayacağını biliyor, hissediyordu. Gözleri hala karalardayken, yüzündeki gülümsemeyi gözlerine taşıyarak dudaklarını araladı. "Kıvırcık saçlarına, dındırırım. Kar düşmüş uçlarına, dındırırım. " Halil ona gözlerini devirip, "Başladı yine karga sesine yandığım." diye homurdansa da Ali onu takmadan bir kolunu Halil'in omzuna atıp, buz tutmuş uzuvlarını umursamadan kendiyle beraber Halil İbrahim'i de iki yana sallayarak türküyü söylemeye devam etti. Halil ellerini ceplerine sokup, Ali'nin onu sağa sola sallamasına izin vererek önlerinde dakikalardır bakmayı unuttukları manzaraya çevirdi gözlerini, yüzünde saklayamadığı bir sırıtışla. "...Yaslan be Halil İbrahim!" "Of kıvırcık of, yedin ömrümü!"

Great novels start here

Download by scanning the QR code to get countless free stories and daily updated books

Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD