?1.BÖLÜM: UMUT IŞIĞI

3156 Words
Umut bir mum alevi kadar bile olsa karanlığı aydınlatmaya yeter, derdi babam... Bir zamanlar buna gönülden inanırdım ama artık kendimde bir parça bile umut bulamıyordum. İçimdeki ışık çoktan sönmüş, yerini tarifsiz bir boşluk ve çaresizlik hissi almıştı. Her şey, bir zamanlar inandığım o küçük umut kıvılcımının bile yetersiz kalacağı kadar karanlık görünüyordu. Ne yapmıştım ben? Nasıl yapmıştım? Damien'a söylediklerim... Her bir cümle, her bir kelime... O bunları hak etmemişti, hem de hiç. Yüzündeki öfke ve acı, gözlerimin önünden gitmiyordu. Kendimi suçlu hissediyordum ama bu suçluluk hissi bile umutsuzluğumun derinliğinde kaybolmuş gibiydi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de onu rüyamda görüp duruyordum. Gözlerimi kapattığım an yüzünün her ayrıntısını, sesinin tınısını bile hatırlıyordum. Bu durum onun yokluğunun ağırlığını daha da dayanılmaz kılıyordu. Onu görmeyeli sadece bir hafta olmuş olmasına rağmen, Damien'ı dünya gözüyle bir daha asla göremeyeceğimi bildiğim için herhalde, onu özlüyordum. Onu öyle çok özlüyordum ki onunla geçirdiğimiz her anı, en ufak ayrıntısına kadar zihnimde tekrar tekrar canlandırabilirdim. O rutubetli iğrenç odadaki ilk tanışmamız, sonra evime gelişi, ilk defa kavga edişimiz, Mina'ya yardım etmek için nefret ettiği o arenaya çıkması, benimle ilk kez gerçekten konuşması ve sonra da bana güvenmeye başlaması... Bileğimin üzerindeki kelebek damgasına dokunurken güvenin aslında ne kadar kolay kırılabildiğini düşündüm ve bu haksızlıktı çünkü Damien'ın güvenini kazanmak için ne kadar da çok çabalamıştım. Kaybetmem ise yarım saat bile sürmemişti. Ben bir aptaldım. Başkan Eugune'e boyun eğdiğim için değil. Çocuksu bir saflıkla dünyaya bakarken aptalca bir umuda bel bağlayıp kendi hayalperestliğimle Damien'ın hayatını daha da mahvettiğim için. Ne olacağını sanıyordum? Başkan Eugine'nin Damien'ı benden alamayacağını mı? Damien'ı koruyabileceğimi sanarak kendimi kandırmıştım ama gerçekte onu yalnızca daha büyük bir tehlikeye atmıştım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Üst kattaki geniş, teras balkondaydım. Bembeyaz bir örtü ile kaplanmış olan şehrimin manzarasına bakıyordum. Kar her şeyi ince bir tül gibi sardığı için binaların çatıları, ağaçların dalları ve sokaklar adeta birer kartpostal karesi gibi görünüyordu. Güneş ufukta yükselmek üzere olmasına rağmen hava o kadar sessizdi ki, sadece arada bir uzaklardan gelen bir köpek havlaması duyuluyordu. Tüm bunlar sadece daha da hüzünlü hissetmeme neden oluyordu. Bakışlarımı bileğime çevirirken içimin daha da burkulduğunu hissettim çünkü beyaz tenimin üzerinde belirgin bir şekilde duran bu kelebek damgası bana Damien'dan kalan tek şeydi. Onu görmeyeli sadece bir hafta olmuştu ve hayatımın büyük bir bölümünü onsuz geçirdiğim düşünülürse onu bu kadar özlüyor olmam saçmalıktan başka bir şey değildi... Ama özlüyordum işte. Onu görmeye bile gidemiyordum çünkü bu aptal damganın altındaki aptal çip yüzünden başkan Yeraltı Şehri'ne gittiğimi anında anlardı. Orası benim için artık yasaklı bölgeydi, yakınına bile yaklaşamazdım ki yapsam bile, son olanlardan sonra Damien'nın beni görmekten pek hoşlanacağını sanmıyordum. Muhtemelen benden, benimle ilgili olan her şeyden nefret ediyordu ve bunun için onu suçlamak bencillik olurdu. Ona korkunç şeyler söylemiştim. Öyle konuşmuştum, yapmak zorundaydım çünkü Başkan Eugine, bu durumda Damien'ı öldürmek istese ve bunun için konseyden izin alamasa bile yapardı çünkü babam... "Yine hasta olacaksın, aptal çocuk." İnce geceliğimin açıkta bıraktığı omuzlarıma yumuşak bir kumaşın örtüldüğünü hissedince irkildim. Başımı yana çevirip Abraham'a baktım. Kırmızı, yumuşak battaniyeyi bedenimin çevresine iyice sardıktan sonra yanıma gelerek dirseklerini benim yaptığım gibi korkuluklara yasladı. Hâlâ giydiği takım elbise ona zarif bir duruş kazandırıyordu. Gri saçları ensesinde öyle özenle toplanmıştı ki her bir teli yerli yerindeymiş gibi görünüyordu. Havada süzülen kar tanelerine bakarken yüzünde hafif bir tebessüm vardı, her zaman sahip olduğu o zarif gülümseme... Bakışlarımı kar tanelerine çevirip sessizce iç çektiğimde o yumuşak, tanıdık sesiyle sordu bana. "Yine uyuyamadın mı?" "Evet," dedim, cansızca. "Ve ince bir gecelikle kar yağarken balkonda durmaya karar verdin, öyle mi? Niye kendine bakmıyorsun, Vanessa? Tekrar hasta olursan..." "Doktor çağırırım. İlaç alırım. Ne yapmam gerekiyorsa yaparım, tamam mı? Bu kadar endişelenme." Göz ucuyla Abraham'ın gözlerini yüzüme çevirdiğini gördüm, şaşkınlıktan kaşlarını hafifçe çatmıştı. Lafı ağzına tıkmış gibi olduğumu fark edince yerimde kıpırdanıp endişeyle alt dudağımı ısırdım. Sonra da başımı öne eğdim. Tek yaptığı benim için endişelenmekti oysa. Nankörlük ediyordum. "Neden bu kadar mutsuz görünüyorsun?" "O kadar belli mi? İyiymiş gibi davranmaya çalışıyordum." "Eh, bu konuda pek de becerikli sayılmazsın. Her şeyi içine atmanın sana bir faydası olmaz, Vanessa." Bana doğru eğildi, teselli etmek için kolumu hafifçe tuttu. "Seni üzgün görmekten hoşlanmıyorum, bu kalbimi kırıyor. Konuşmak ister misin?" Kendime duyduğum öfkeyle "Neyi konuşacağız?" diye sordum. Bir an hüzünlü bir ifadeyle gözlerimi yumdum ve derin bir nefes alarak içimdeki duyguların beni sarmasına izin verdim. "Ne olduğunu mu? Ben söyleyeyim. Her şeyi mahvettim, her zaman olduğu gibi." "Hmm..." Bakışlarını indirdi. Dudaklarımdaki gülümseme, hüzünlü bir iz bıraktı. "Ne geçiyor aklından, Abraham?" diye sordum. Sesimde hafif bir titreme vardı. "Bilmek isteyeceğini sanmıyorum." "Hayır, istiyorum. Söyle lütfen." Abraham, parmaklarını nazikçe kolumun üzerinden çekerken iç geçirdi. Soğuktan yanakları ve burun ucu kızarmıştı. Gözlerinin derinliklerinde de düşünceli bir ifade vardı. "Seni seviyorum, Vanessa ama o kadar haksızsın ki..." diye mırıldandı, üzgün üzgün ve düşündüğünün yarısı kadar bile dürüst olmadığından emindim. "Onu bu evden o şekilde göndermen gerekmezdi. Ne olduğunu anlayamıyorum. Sen kimseye öyle davranmazsın, özellikle de ona. Ben senin onu..." Bir anda konuşmayı bırakıp derin bir sessizliğe gömüldü ve devam etmeden önce bir defa daha iç çekti. "Gerçekten önemsediğini sanıyordum." Yapıyorum... Ama artık bunun bir önemi yok. Yerin yedi kat dibine girdiğimi hissederken "Mesele bu değil." dedim. "Evet, sanırım yanılmışım." "Ben sadece... Hiç böyle biteceğini düşünmemiştim." "Sonlar çoğu zaman beklediğimiz gibi olmaz. Bizim teselli edecek bir şey söyleyebilseydim ama onu gönderdiğin için pişmansan bile artık kabullenmekten başka çaren yok. Damien'ı pek tanımıyorum ama sanırım bir daha asla buraya gelmez. Üzgünüm. Gerçekten böyle olmasını istemezdim." Sözleri öyle güçlüydü ki, her bir kelimenin kalbimin tam ortasına bir bıçak gibi saplandığını ve derin bir acıya dönüştüğünü hissettim. Son. Elbette ki sonuna gelmiştik. Oyun bitmişti. Asıl dünya buydu. Ben sadece herkesin yaptığı şeyi yapıyor; Gerçekleri görmek yerine, inanmak istediğim yalanlarla avunuyordum. Soğuktan uyuşan parmaklarımı ruhumu kaplayan acı yüzünden hızla atan kalbimin üzerine götürdüm. Hayatım boyunca böyle mi hissedecektim? Böyle eksik, böyle parça parça, böyle hüzünlü... Aptalca ama bir yandan da gerçeği söylemeye cesaret eden bir ses ruhumun derinliklerinden yükselerek 'Damien'ı en başta kabul etmeseydin tüm bunlar yaşanmazdı. Şimdi böyle berbat hissediyor da olmazdın. Hepsi senin hatan. Olan her şeyin sorumlusu sensin.' diyerek beni suçladı. O zaman ikimiz de ait olduğumuz hayatları yaşamaya devam ediyor olurduk. Birbirimizi tanımazdık ama birbirimizi bu kadar parçalamazdık da. Biliyorum, insan en fazla kendine karşı acımasız oluyor ama böyle hissetmekten de kendimi alamıyordum. Abraham, gözlerinde korkunun izleriyle yavaşça bana doğru eğildi. "Ağlıyor musun?" "Hayır." dedim hemen. Başımı çevirip parmaklarımın tersiyle yanağımdaki damlayı silerken duygularımın kontrolünü Abraham'ın karşısında kaybedecek kadar güçsüz olduğum için utandığımı hissedebiliyordum. Yine. "Bir şey yok... Sadece... Ağladığım için özür dilerim. Ben... Bugünlerde bana neler oluyor anlamıyorum." Gözlerinde o bilindik sıcaklık vardı. Kulağa çok üzgün gelen bir sesle "Kendine biraz daha anlayış göstermem gerekiyor." diye öğüt vererek ben çok küçükken yaptığı gibi başımı okşadı. Artık çocuk değildim ama bir anda kendimi daha da güçsüz hissettim. Omuzlarım düştü ve gözlerim ağlama ihtiyacı ile bir kere daha yanmaya başladı. Kahretsin. Şimdi olmazdı. Abraham'ın önünde olmazdı. Kendimi ağlamak için tutmaya çalıştığımda Abraham "Sorun değil. İstediğin kadar ağla. Bunda utanacak bir şey yok. Ben senin ne kadar güçlü olduğunu biliyorum." diyerek omzuma dokunup biraz eğilerek gözlerimin tam içine baktı. Bir anda onun yanında rol yapmama gerek olmadığını hatırladım ve bu düşüncenin etkisiyle tüm gardım yıkılıverdi. Gözlerimden yaşlar süzülmeye, soğuktan neredeyse uyuşan yanağıma sıcak dokunuşlar bırakmaya başladı; her biri içimde birikmiş hayal kırıklığının ve çaresizliğin bir yansımasıydı. Birilerinin, özellikle de Abraham'ın yalan bile olsa her şeyin yeniden düzeleceğini söylemesine ihtiyacım vardı ve daha da önemlisi, kendimi buna inandırmaya ihtiyacım vardı. Ne yazık ki ben berbat bir yalancıydım, kendime karşı bile. Abraham, sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi "Merak etme," dedi yumuşak bir sesle. "Her şey yoluna girecek." Kalbimde bir şeyler kımıldadı ama şüphe hala zihnimin arka planında yankılanıyordu. "Gerçekten mi?" diye sordum, sesim titrerken. "Evet, gerçekten. Yol uzun ve zorlu olabilir ama zamanla her şey düzelecek. Daha iyi hissedeceksin. Belki olanları hatırlamayacaksın bile. Sadece sabırlı olman gerekiyor." Sözleri kafamın içinde yankılanırken derin bir nefes aldım ve düzgün bir şekilde düşünmeme yardımcı olur umuduyla gözlerimi kapattım. Olanları unutmak istemiyordum ki. Eskisi gibi olmak da istemiyordum. Tek istediğim yaptığın tüm hataların mucizevi bir dokunuşla geri alınmasıydı, ki bu komik bir arzuydu. Ben bir bilim insanıydım. Sihirlere, büyülere inanmazdım. Bunun ne kadar imkansız bir arzu olduğunu biliyordum. Gözlerimi açtığımda Abraham hâlâ bana bakıyordu. Onun şefkat dolu bakışları içimdeki karanlığı biraz olsun aydınlattı... Avucunu balkonun giriş kapısına doğru sallarken "Hadi," dedi daha sonra. Hava öyle soğuktu ki dudaklarından ve burnundan hafif dumanlar çıkıyordu. "Karın altında durma. Hastalanacaksın yine. İçeri geçelim de sana içecek bir şeyler hazırlayalım." Başımı salladım. "Peki." Karla kaplı olan çıplak ayaklarımla halıya bastığımda bir ürperti tüm bedenimde usulca dolaştı. Nihayet bir şeyler hissetmeye başlamıştım. Titreyerek omuzlarımdaki battaniyeye biraz daha sıkı sarıldım. Abraham, bana içinde Melisa yaprakları olan bir çay hazırlarken ben de mutfaktaki ahşap, beyaz sandalyelerden birine oturmuş camdan dışarıyı seyrediyordum. Abraham'ın çay hazırlarken çıkardığı sesler mutfağın sessizliğine eşlik ediyordu. Metal kaşığın fincana çarpması, suyun kaynama sesi ve Melisa yapraklarının suya karışırken çıkardığı hafif hışırtı kulağımda yankılandı. Bir süre sonra da yanıma gelip, gülümseyerek önümdeki masaya buharı tüten bir fincan koydu. "Melisa çayı iyi gelecek," dedi, gözlerinde şefkatli bir bakışla. "Sakinleşmeni sağlar." Ellerimle fincanı kavrayıp bir yudum aldım. Çayın kokusu burnuma dolarken boğazımdan aşağı inen sıcak sıvı içimdeki ürpertinin yerini tatlı bir sıcaklığa bıraktı. Hafif limonsu aroma, cidden sinirlerimi yatıştırıyordu. Hmm... Abraham, "Daha iyi misin?" diye sordu, sandalyeyi çekip yanıma otururken. Sesindeki endişeyi ve samimiyeti hissedebiliyordum. Belki de bu yüzden başımı olması gerekenden daha hızlı bir şekilde salladım. "Evet, teşekkür ederim." dedim, sesim hâlâ biraz titrek olsa da içimdeki sakinlik dalgası büyüyordu. "Vanessa, aslında sana bir şey sormak istiyordum." "Evet, elbette. İstediğini sorabilirsin." "Damien'a o şeyleri söylemenin... Başkan Eugine ile bir ilgisi var mı? Sana bir şey mi yaptı? Kaç gündür cidden endişelendiriyorsun beni." Masanın altından bileğimin içindeki kelebek damgasına dokundum ve iç çektim. Damgayı gizlemek için küçük elmas parçalarından oluşan bileziklerimi takıyordum. Kimseye bunu göstermemiştim. Evet, Abraham'a bile. Zaten daha da endişelenmek dışında ne yapabilirdi ki? Onu şimdiye kadar yeterince yormuştum. "Hayır, Abraham. Ben sadece bunun daha doğru bir şey olduğuna karar verdim." "Cidden anlamıyorum. İnanamıyorum da. Öyle karar vermiş olsan bile Damien'a orada söylediklerin... Sen çok farklı biriydin, Vanessa. Hiç tanımadığım biri gibiydin." "Ben..." Mutfağın kapısı gürültülü bir biçimde açılınca hafifçe irkildim ve dudaklarımı birbirine bastırarak parmaklarımın altındaki bardağı daha da sıkı tuttum. Çocukluğumdan beri tanıdığım o canlı, mavi gözleri görünce içim bir garip oldu. Peter. Ah, evet. Geri taşınmıştı. Damien gittiğine göre bu evde onun için bir sorun kalmamıştı. Aslında Peter'ı ben davet etmiştim. Abraham için yapmıştım bunu. Ne de olsa o onun oğluydu. Bana karşı bir şeyler hisseden oğlu. Bu düşünceyle utanç yanaklarıma çıkarken gözlerimi kapatıp Abraham'ın ne kadar tatlı bir adam olduğunu kendime hatırlatmaya çalıştım. Ben konusunu açmadığım sürece Peter'ın hislerinden bahsedip beni rahatsız etmiyordu. Aslında konuştuğumda bile pek yorum yapmıyordu. Bu konuyla ilgili tam olarak ne düşündüğünü bilmeyi o kadar isterdim ki... "Bölüyor muyum?" diye sordu, Peter. "Hayır," dedi Abraham, ayağa kalkarak. Siyah, şık ceketinin omuzlarını ve yakalarını düzelttirken Peter'a doğru sevecen bir şekilde gülümsedi. "Konuşuyorduk sadece. Zaten benim de birkaç işi halletmek için şehir merkezine inmem gerekiyor. Sonra bir ara görüşürüz, olur mu evlat?" "Tabii, baba." Abraham bana yeniden baktı, gözleri çok daha durgundu şimdi. İmalı bir sesle "Sen de kendine dikkat et, ufaklık." diyerek çocukmuşum gibi başımın üzerini okşadı ve mutfaktan çıkarken Peter için da aynısını yaptı. Peter, bundan nefret ederdi. Somutkan bir gülümsemeyle Abraham'dan kaçarken Abraham ufak bir kahkaha attı ve ben de içten içe bu durumun ne kadar nostaljik hissettirdiğini fark etmeden edemedim. Bir aradaydık. Her şey eskisi gibiydi. Ben. Peter. Abraham... O halde neden eskisi gibi hissedemiyordum? İçimdeki bu karışıklığı anlamaya çalışırken doğal olarak Peter ile arama alışkın olmadığım garip bir sessizlik çöktü. Peter'ın gözlerine baktım ve aynı hisleri onun da yaşadığını gördüm. İkimiz de ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Neyse ki Peter bu konuda benden çok daha cesur davrandı da bana doğru yürüyüp sandalyelerden birini çekerek yanıma oturdu. Aramızdaki soğukluğu eritmeye mi çalıyordu bilmiyordum ama benden kaçmak istemediği kesindi. "Günaydın." dedi. Bir an sesini unuttuğumu düşünerek şaşırıp ona bakakaldım. Peter'ın yüzünde beliren hafif tebessüm, daha fazla şey söylemek ister gibi ama sessiz kalmayı tercih eder gibiydi. "Kar yağıyor." "Evet." İlgisiz, cansız gözlerle camdan dışarıya bir bakış attım ve manzara nefes kesici olsa da hiçbir şey hissetmediğimi fark ettim. "Güzel, değil mi?" Kararsız bir tınıyla "Evet, sanırım." diye mırıldandım. "Gidip biraz oynamak ister misin?" diye sorduğunda başımı çevirip benden çok daha hayat dolu gözüken Peter'a geri baktım. "Kardan adam yaparız. Eski günlerdeki gibi tıpkı." "Üzgünüm, Peter. Pek havamda değilim bugün." "Anlıyorum. Meşgul olmalısın. Başka zaman o zaman." Aslında onun için en az kendim için üzüldüğüm kadar üzülüyordum. Eve geldiğinden beri her şeyi düzeltmek için elinden geleni yapıyordu, hatta fazlasını bile yapıyordu. Bana eski günlerdeki gibi çalışmalarımda yardım etmeyi bile önermişti ama bunu kabul etmeyi bir saniye bile olsun düşünmemiştim. Damien yüzündendi. Çalışma odamda onu görmeye o kadar alışmıştım ki ne Peter'ı ne de başka birini yardımcım olarak orada görmek istemiyordum... Ve bu çok aptalcaydı! Damien'dan önce Peter vardı. Hatta onu Damien'ı gördüğümden daha çok çalışma odamda gördüğümden emindim. Eğer birini orada görmek istemeyeceksem bu Peter değil, Damien olmalıydı ama bir şekilde birkaç hafta içinde benim için karşımda duran bu adamdan daha değerli bir hâle gelmişti. Suçluluk hissi kalbimi kemirip tüketirken Peter'dan gözlerimi kaçırdım. Düşüncelerim bana nankörlük ediyormuşum gibi hissettiriyordu, ne de olsa Peter benim yirmi yıllık arkadaşımdı. Yirmi yıl. Birkaç haftanın yanında yok saydığım yirmi yıl. "Vanessa," dedi Peter ve gözleri hissettiği samimiyeti yansıtırken yumuşayıp derinleşti. "Eğer konuşmak istersen ben her zaman buradayım." Ah, ukala ve iğrenç davranmayı kestiğinde ne kadar da tatlı oluyordu. Damien'a bana gösterdiği saygının yüz de birini gösterseydi belki de çoktan 'arkadaş' olmuş olurlardı. Acı bir tebessüm dudaklarımı yakarken, buruk bir biçimde, "Peter," dedim. Cidden oturup Damien hakkında konuşmamı dinlemek istemediğini biliyorum, demekti bu... Teklif ettiği için minnettardım elbette ama fuzuli kibarlıklara hiç gerek yoktu. "Seni böyle görmekten nefret ediyorum." Ne sanıyordu acaba? İsteyerek böyle davrandığımı mı? Ben de kendimi böyle görmekten nefret ediyordum. "Sadece biraz zamana ihtiyacım var." dedim, bana bunu vermesi için rica eden bir sesle. "Günler oldu zaten." Peter'ın gözleri üzgündü ama bir yandan da beni suçlamaktan kendini alamıyor gibiydi. Neredeyse özlem dolu bir hamleyle masanın üzerinde duran elime uzandı, sonra da perişan bir şekilde bana dokunmadan elini geri çekti. Gözlerini gözlerimden kaçırdı. "Lütfen, kendine gel artık. Hayatın boyunca böyle surat mı asacaksın? Hem de sadece birkaç haftadır tanıdığın bir adam için." "Hah?" Cansız bir şekilde güldüm. Elimde değildi, ya gülecektim ya da ona esaslı bir tokat atacaktım. "Sanırım 'köle' ya da daha kötü bir şey demediğin için sana teşekkür etmem gerekiyor." Peter sert bir biçimde irkildi ve bana 'Sen ciddi misin?' diyen bir bakış attı. Komik. Sırf Damien artık burada değil ve o burada diye ona nasıl davrandığını unutturacağımı mı sanıyordu? Laf sokmam çok hoş olmasa da Peter cidden ne dediğine dikkat etmeliydi, Damien onu duymuyor olsa bile. Artık aptal tavırlarına en ufak bir tolerans gösterecek sabrım kalmamıştı. "Ondan hoşlanmadığımı hiçbir zaman saklamadım, Vanessa!" "Evet, biliyorum. Ben de oradaydım." Bu konu hakkında ne düşündüğümü anlasın diye ona keskin bir bakış attım. "Ayrıca evden gitmesinin iyi olduğunu düşünmediğimi söyleyemem. Bence çok doğru yapmışsın. Sana zarar veriyordu." Tamam. Sakinliğim buraya kadardı işte. Peter'a bir tane vurma isteğimi yok sayarak parmaklarımı yüzümde gezdirdim, konuştuğumda sesim bir hayli yüksek çıktı. "Bunu bir daha dersen seninle cidden bozuşacağız." "Yalan mı? O..." "Bana zarar falan vermiyordu o!" diyerek hiç de kibar sayılmayacak bir şekilde sözünü kestim. "Tam aksine, benim meselelerim onu hiç ilgilendirmiyor olmasına rağmen bana yardım ediyordu, hem de hiç karşılık beklemeden! Sizin derdiniz ne? Neden bu dünyadaki herkes Damien'ın hiçbir şeyi hak etmediğini düşünüp duruyor? Başkan Eugine, Arthur, diğerleri... Sen bile... Bazen gerçekten çok kötü oluyorsun, Peter. Özellikle de konu Damien ise. Bu çok üzücü çünkü benim arkadaşım asla kimseye öyle davranmazdı. Bazen seni tanımadığımı düşünüyorum." "Kendini mi kandırıyorsun yoksa ikiyüzlü müsün anlayamıyorum. Madem o köleyi bu kadar önemsiyordun, ne diye yeniden Yeraltı Şehri'ne gönderdin o zaman?" Sinirlerim öyle bozuktu ki gülmemek için kendimi sıkmak zorunda kalarak gözlerimi Abraham'ın benim için hazırladığı çaya diktim. Peter aptallık ediyordu. Ciddi ciddi ondan sıkıldığım için mi Damien'ı gönderdiğimi sanıyordu? Belki de olmasını ümit ettiği şeydi bu. Peter'ın bana hislerini itiraf ettiği o günü düşününce gözlerimi kapatıp yavaşça yutkundum. Sanki görmezden gelirsem Peter'da aynısını yapacakmış gibi davranmak çok anlamsızdı. Üstelik hiç sağlıklı değildi. Nerede hata yapmıştım acaba? Yıllarca ona karşı tamamen dostça bir sevgiyle yaklaşmış olmama rağmen neden bana karşı böyle hisler beslediğini anlayamıyordum. Ve cidden korkuyordum. Arkadaşlığımız bir daha asla geri dönülmeyecek kadar zarar gördüyse... O zaman ne yapacaktım? Ne Peter'ı ne de Abraham'ı kaybetmek istiyordum. Onlar benim aile diyebileceğim tek şeydi. Aile. Bunu kendime sürekli hatırlatsam iyi olacaktı. Nihayet konuşabilecek bir hâle geldiğimde, "Peter," dedim, zoraki bir nezaket göstererek. Gözlerimi ona dikmiş, sabrımın sonuna gelmiş bir hâlde, sözlerimi dikkatlice seçtim. "Damien'ı neden Yeraltı Şehri'ne gönderdiğim cidden seni hiç ilgilendirmez. Zaten umurunda olduğunu da sanmıyorum. Burada durup benimle onun hakkında konuşmak istemediğini bilecek kadar da seni iyi tanıyorum. Sen sadece bu durumun bana ne hissettirdiğiyle ilgileniyorsun, o kadar." "Eh, buna itiraz edemeyeceğim." "Dünyada önemli olan tek şey benim ne hissettiğim değil." Peter'ın yüzündeki buruk gülümseme silindi. Gözleri ciddileşti, bakışları derinleşti. İfadesinin altında bir kararlılık gördüm, daha önce hiç görmediğim bir kararlılık. "Damien da değil, Vanessa." Sen ne anlarsın ki, diyecek gibi oldum. Güldüm, ama sesimde acı vardı. "Söylemene gerek yok, böyle düşündüğünü biliyorum zaten. Senin umurunda olmayabilir ama benim umurumda. Her zaman öyleydi." "Peki ya ben?" Masanın üzerinde duran parmaklarımı yakaladı ve hafifçe sıkarken masada öne eğildi. Peter'ın tanıdık, sıcak kokusu burnuma doldu. "Benim hiç önemim yok mu senin için? Bana bunu neden yapıyorsun? Sana seni sevdiğimi söyledim, Vanessa. Her zaman yaptım. Her zaman sevdim seni. Kahretsin. Burada durup hiçbir önemi olmayan bir serseri için ne kadar acı çektiğini görmenin bana ne yaptığı hakkında bir fikrin var mı?" Kıpkırmızı kesildim ve elimi aceleyle elinden çekip aldım. Yine mi, diye düşündüm kendi kendime. Ne diyeceğimi biliyordum ama bir anda malikanenin kapısı yumruklanmaya başlayınca Peter'ın dikkati dağıldı ve şaşkınlık ifadesindeki öfkenin yerini alırken başını hızla mutfak kapısına çevirdi. Aynısını ben de yaptım ancak benim yüzümde şaşkınlıktan çok merak vardı. Kim kapıyı ziline basmak yerine bu şekilde yumruklardı ki? Peter bana 'Ne oluyor?' dercesine baktı, sanki tüm cevaplar bendeymiş gibi! Ben de en az onun kadar ne olduğunu bilmiyordum ki! Ama öğrenmenin tek bir yolu vardı... Oturdum sandalyeden kalkarken Peter'ın da bana eşlik etmek için aynısını yapması uzun sürmedi. Aslında bir misafir beklemiyordum ama dünyadaki herkes az önceki konuşmayı yapmak zorunda kalmaktan çok daha iyi bir seçenek olurdu. Evet, Başka Eugine bile- ki onu en son gördüğümde kuzenimin evindeydik. Damien'ı istediği gibi gönderdiğimi duymuş olsa da evime gelip böbürlenmemişti ve bu hiç de onluk bir şey olmadığı için şu an gelmesini bekleyeceğim tek kişi oydu. Gözlerimin önüne gelen uzun, siyah tutamı kulağımın arkasına ittirirken bakışlarımı Peter'dan kaçırmak için çabalıyordum. Buna rağmen o arada sırada bana bakmaktan hiç çekinmiyordu. Sanırım ondan kaçtığımı çoktan anlamıştı. İçimdeki huzursuzluk, bakışlarımızın buluşmasından doğan gerginlikle daha da arttı. Kapının kolunu tuttuğunda, kapı hâlâ yumruklanıyordu. Şaşkın ve meraklı bir surat ifadesi ile kulpu çekip kapıyı açtığımda ürkücü bir öfke ile kaplı olan bir erkeğin suratını gördüm. Gözlerim hafifçe irileşti çünkü kesinlikle Yeraltı Şehri'nden birini görmeyi beklemiyordum, hele ki onu... "Kratas?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD