İstanbul’a geldiğimde yani bugün gördüğüm çocuktu. O da şaşırmış gibiydi. İlk dikkatimi çeken masmavi gözleri oldu. Mavi gözlerinde kaybolmak istedim bir an! Tıpkı rüyamdaki gibi. Gözleri rüyamdaki denizin aynısıydı. Sarı hafif dalgalı saçları yağmurdan dolayı alnına doğru düşmüştü. Hafif sarı sakalları... Çok yakışıklıydı. Tamamen benim zıttım olan teni... Ben esmerdim o beyaz. Tenine tezat siyah üstüne yapışan tişört ve siyah dar bir pantolon giymişti.
Şaşkın hâlinden çıkıp olanlar için üzgün olduğundan bahsedip bizi öldüreceklerinden bahsetti. Öldürmek o kadar kolay mıydı? Nasıl da fütursuzca söyleyebiliyordu? İstanbul’a gelir gelmez bu biraz fazla gelmişti, bana.
"Ne? Saçmalama! Benim babam polis," dedim, tekrar. Bunu söylemek hoşuma gidiyordu. Lisede çok işe yaramıştı. Sıkıntılı bir nefes aldı. "Burada polisin kuralları işlemez. Burası çok ayrı bir dünya."
Kaşlarım daha da çatıldı. Ayrı dünya? Yoksa burada yaşayanlar uzaylı falan mıydı? İç sesimi susturdum. Film mi çekildiğini sordum. Dış sesim daha mantıklıydı. Gülüp film çekse benimle çekmeyeceğini söyledi. Sanki ben onunla çekerim. O kadar yakışıklı oyuncular varken.
Alayla güldüm.
"Sana yardım eden her kızı öper misin? Yoksa bu bana özel mi? Bir düşün istersen." deyip arabayı gösterdim. Beni ilerideki polis lojmanlarına bırakmasını istedim. Tepkisizce bana baktı. Bu çocuğun tepkilerinin doğuştan olmadığını anladım. Arabaya ilerledim. Onun da arkamdan geldiğini biliyordum. Arabaya bindim. O da binince gaza bastı.
Neyse ki ters bir şey söylememişti. Ondan bekliyordum. Fazla hızlı gittiği için az daha kafamı çarpıyordum. Son anda ellerimi koyup engel olmuştum. Biraz yavaş gitmesini gerektiğini dile getirdiğimde beni umursamadı bile. Cani bir katil gibi duruyordu. Tanımadığım birine emir vermem çok doğru bir hareket değildi.
"Sen kimsin de bana emir veriyorsun?" diye sordu tane, tane. Bütün kelimeleri bastırmıştı. "Ne oldu? Sana emir verince zoruna mı gitti?" diye sordum. Hiç tanımadığım birine diklenmek tam benlik bir şeydi. Daha az önce bunun doğru hareket olmadığını düşünürken bunu yapmam… Kelimeler kifayetsizdi.
Birden frene bastı. Az daha cama yapışıyordum. "Yeter lan! Alt tarafı elini öptüm. Seni göklere çıkartmadım,” diye bağırdı. Bu söylediği şey benim için çok büyük bir olaydı. Hiç öpüşmeyen bana hakaretti. Ağzımı açıp bir şey söyleyecekken "Sakın! Ağzını bile açma. Gidene kadar ağzını açarsan arabadan atarım seni!"
Susup yerimde sindim. Zaten, kaybolmuştum. Beni arabadan atarsam nasıl giderdim? Polis lojmanlarının önünde durunca babamı kulübedeki polisle konuşurken gördüm. Babam beni görünce hemen kolları arasına aldı. Babam beni arkasına alıp arabaya eğilmişti. Babama kaybolduğumu ve onun da beni bıraktığını açıkladım. Babam da ona teşekkür edip arabanın kapısını kapattı. Tozu dumana katacak bir kalkış yapıp gitti.
Babam, sinirle bana bakıp eve girmem için bağırdı. Bağırma ve nutuk seansları başlıyordu. Babamla eve çıktık. Eve çıkana kadar da homurdanmayı bırakmadı. Bir noktadan sonra onu duymadım.
Kapıyı kapatıp içeri girmesiyle bağırmaya başladı. "Bir daha geceleri dışarı çıkmayacaksın! Seni öyle koruyamayız!" dedi. Kaşlarımı çattım. "Ben 18 yaşındayım. Kendimi koruyabilirim. Yeter artık! Yaşıtlarım gibi olmak istiyorum." diye bağırdım.
Ailem söylediklerime daha fazla sinirlenmişti. Babamın yüz ifadesinden belli oluyordu. Annem "Deniz dışarısı senin için tehlikeli. Babanı dinlemelisin. Seni anca yanımızdayken koruyabiliriz,” dedi. Delirmek üzereydim. Ellerimi siyah saçlarıma daldırdım. Sürekli olarak tehlikeli dedikleri neydi?
"Çıldıracağım ya! Beni neyden koruyorsunuz? Peşimizde ne var? Mafya mı? Gangster mi? Söylesenize! Polis değil misin sen, baba?" diye sordum. İkisi birbirine bakıp derin soluk çektiler, ciğerlerine. Neler oluyordu?
Babama odama gitmem gerektiğini söyleyince öfkeyle doldum. Yine aynısını yapıyordu. "Neden sürekli kaçıyorsun sorularımdan? Neden ya?" diye bağırdım. Artık, çok sıkılmıştım. Tekrar odama gitmem gerektiğini söyledi fakat dişlerinin arasından söylemişti. Bu da çok sinirli olduğunu gösteriyordu. Odama gitmemle kapıyı üzerine vurmam bir oldu. İçerinden babamın Deniz diye bağırmasını duysam da umurumda değildi.
Sürekli bir şeylerden kaçıyorlardı. Neden? Bana anlatmadıkları şey neydi? Çıldırmak üzereydim. Çift kişilik yatağıma kendimi attım. Tamam, anne ve babalar çocukları için her şeyi yapardı. Gözlerinden bile sakınırlardı ama annem ve babamınki çok fazlaydı. Beni boğuyorlardı. Rize ve Muğla’dayken odamın üstüme doğru geldiğini hissederdim.
Kapım tıklatıldı. Annem "Deniz girebilir miyim?" diye sordu. Derin nefes alıp sakinleştikten sonra gelmesini söyledim. Annem kapıyı aralayıp içeri girdi. Yatağımın kenarına oturdu. Sıkıntılı bir hâli bir vardı. Babama kızmamam gerektiğini ve iyiliğimi istediğini söyledi. Her zamanki gibi…
Uzandığım yatakta oturur pozisyona geçtim. "Sürekli bunu söyleyip duruyorsunuz! Neden gerçekleri anlatmıyorsunuz?" diye sordum. Sustu. Ne zaman soru sorsam bu hâle bürünüyordu.
"Gözlerinizdeki bu hüzünden başka bir şey bilmiyorum. Ama içimdeki bir his o fotoğraftakilerle ilgili olduğunu söylüyor. Çünkü o fotoğrafa da aynı böyle hüzünle bakıyordunuz."
Annem konuşmadı, aksine gözyaşlarını akıttı. "Anne anlat bana! Benim de bilmeye hakkım var,” dedim. Gözyaşlarını silip saçımı okşayıp uyumam gerektiğini söyledi. Sonra da odamdan çıktı. Komodinin üzerinden günlüğümü elime aldım. Küçüklüğümden bu yana her gün günlük yazıyordum.
Sevgili Günlük,
Bugün hayatımın İstanbul'daki kısmının daha ilk gününe bakarsak değişik şeyler olacak. İstanbul, bana yeni bir benlik verecek. Beni değiştirecek. İlk kez, bir erkekle bu kadar yakın olmadım. O çok farklıydı. Bu hâlinin arkasında bir şey yatıyordu. Mavi gözleri ışıl ışılken sanki o parlaklığın altında koca bir hüzün var gibiydi. Annem ve babamın gözlerindeki hüzün gibi... Annem ve babam mutlu gibi görünseler de hiçbir zaman gözlerindeki o hüzün gitmedi aksine gün geçtikçe daha da arttı. Bunun nedeni neyse bunu bulacaktım hem de en kısa zamanda. Biliyordum, o hüznün arkasında o fotoğraftaki insanlar vardı.
***
Rize'de deniz olduğu için fazla aşık değildim ama orada sürekli deniz kapkaraydı. Burada ise deniz ışıl ışıl ve masmaviydi. Huzur kokuyordu. Banktan izlemek çok güzeldi. Huzurun sonsuzluğu, deniz ve martı sesleri. Kayalara vuran hafif dalga seslerinden bahsediyorum. Beynimi dinlendiren, beni huzura ulaştıran ses. Ve bir başka ses işittim. Onun sesi.
"İmkânsız diye bir şey yok benim hayatımda. Onları bulacağım."
Hafifçe kafamı çevirip yan bankta oturan kişiye baktım. Telefonla konuşuyordu. Dün akşam giydiği şeyleri giyiyordu. Ona baktığımı hissetmiş gibi bakışlarını bana çevirdi. Yüzünde mimik bile oynamadı. Ben de zaten hemen bakışlarımı kaçırdım. Denizi izlemeye devam ettim. O, burada yokmuş gibi. Gözlerimi kapattım.
Yan bankta bir hareketlilik yaşandı. O, birinin yakasını kavramıştı. Acaba yanına gitsem mi? "Bana bak lan bir daha karına dokunduğunu görmeyeceğim! Kadın lan o? Gücün ona mı yetiyor?" diye sordu.
Sonra bakışlarım yerde ağlayan bir kadına kaydı. Perişan bir hâldeydi. Yanına gidip ayağa kaldırdım. İyi olup olmadığını sordum. Kadın, gözlerime acı acı bakıp onun dövdüğü kişinin kocası olduğunu ve onları durdurmam gerektiğini söyledi. Hâlâ o adamı düşünmesi bana göre saçmaydı ama bir sebebi olmalıydı. Aralarına girdim. Adamı bırakması gerektiğini söyledim.
Bakışları bana kaydı. "Bu gibi şerefsizler yaşamamalı,” dedi. Sonuna kadar haklıydı ama adama bir şey olursa kötü olabilirdi. "Buna biz karar veremeyiz. Canı ancak Allah alır." dediğimde bıraktı. Adam yerde kıvranırken öylece onu bırakıp gitti. Ne olmuştu, şimdi?
Arkasından gittim. Birden arkasını döndü. Neden geldiğimi sordu. Kalbimin sesini dinlemiştim.
Çok kötü göründüğünü söylediğimde "Sen ismini dahi bilmediğin insanlara bu kadar ilgili misin yoksa bana özel mi?" diye sordu, alayla. Benim sözlerimi bana satıyordu. Sinirle ona baktım. "Sen de insanlık namına bir şey yok!" dedim.
Acıyla güldü. Bana yaklaştı. Aramızdaki mesafeyi kapattı. Heyecanlanmam normal miydi? "Sevgisiz büyümüş bir insan için normal şeyler." demesiyle kalbime hançer saplandı. Aradığı kişi ailesiydi.
Arkasını dönüp giderken ona yardım edebileceğimi söyledim. Ama, dönmedi. Öylece gitti. Arkasından baktım. Onun bir pusulaya ihtiyacı vardı. Ona doğru yola gösterecek gerçek sevgiye.
***
Sabah, annemin kalkmam gerektiğini yoksa geç kalacağımı söylemesiyle uyandım. Sürekli odamın kapısını tıklatıyordu. Ah be ne olurdu geç başlasa dersler. Yataktan sürünerek kalktım. Aynada her gün yaptığım gibi kendime baktım. Her zamanki ben Deniz işte.
Adım Deniz'di ama kendim tamamen denizin zıddıydım. Esmer bir tene sahiptim. Siyah saçlara ve gözlere. Buydum işte. Bedenimi olduğum gibi beğeniyordum. Fazlasında gözüm yoktu. Beni kusurlarımla, kusursuz hâle getirecek biriyle beraber olmak istiyordum.
Odamdan çıkıp banyoya gittim. Üstümdekileri çıkartıp küvete girdim. Kısa bir duşun ardından küvetten çıkıp bornozuma sarındım. Odama geçtim. Kurulanıp iç çamaşırlarımı giyindim. Dolabın karşısına geçip elimi çeneme koydum. Gözüm pantolonlara kayınca başımı iki yana salladım. Kesinlikle olmaz. Bugün ilk gündü. Kot eteğimi elime aldım.
Dizimin üstünde güzel bir etekti. Üstüne ne giysem diye düşünürken içeri annem girdi. Yanıma gelip "Ay benim kızım üniversiteli mi olmuş?" dedi yanağımı öperken. Düne nazaran annem neşeliydi. Ya da acılarını dün gece yastığına akıtmıştı. Gülümseyip eteğimin üstüne ne giyeyim diye sordum.
Annem eteğe baktıktan sonra kafasını iki yana salladı. "Bence şu geçen ay aldığın bordo eteğini giy. Üstüne de lacivert üstünde çiçek desenleri olan bluzu giy." dedi ve bana uzattı.
Eteği çıkartıp bordo eteği giydim. Dizimin üç karış üstünde pileli kadifemsi bir etekti. Geçen ay severek almıştım.
Bluz ise hafif göğüs dekolteli sıfır koldu. Ayakkabı olarak da annemin uzattığı beyaz nikelarımı giydim. Saçlarımı kurutup ardından da düzleştirdim. Dudaklarıma bordo bir ruj sürüp aynada kendime baktım. İlk gün için idealdim.
Çantama bir kızın yanında bulundurması gereken her şeyi alıp mutfağa gittim. Annem çayları dolduruyordu. Babam ise her gün ki gibi gazetesini okuyordu. Sonra ise telefonu çalmaya başladı. Numara kayıtlı değildi. Kaşlarını çatıp sert bir sesle cevaplandırdı.
Karşı taraftaki her kimse babamın kaşları gevşedi yerini afallamış bir yüz ifadesi aldı. Bülent dediğinde annem de aynı babam gibi kalakalırken ben anlamsızca ikisine bakıyordum. Bülent kim ya?
Babam dudaklarını yaladı. "Bülent onu bulacağım merak etme. Sadece biraz zaman lazım,” dedi. Devam etti. Ben de can kulağıyla onu dinliyordum. "Tamam, Araf'ı bulacağım." deyip kapattı.
Annem titrek bir sesle adının Araf mı olduğunu sordu. Babam kafasını salladı. Ben merakla onlara baktım. Araf ve Bülent’in kim olduğunu sordum. Benden saklamalarından nefret ediyordum.
Babam "Bulmamız gereken biri. Kahvaltını yap, çıkacağız." dedi otoriter bir sesle. Babam asla işlerini eve karıştırmazdı. Şüpheyle ikisini süzdüm. Babamın canı sıkılmıştı annem ise mutlu gibiydi. Ben de Deniz'sem neler olduğunu öğrenecektim. Annem ve babam benden bir şey gizliyordu ve bu her geçen gün canımı sıkıyordu.
***
Babam, okulun önünde durunca heyecanla kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. Ben, heyecandan okula bakarken babam da çıkışta oyalanmayıp eve gitmem gerektiğini söyleyip yanağıma bir öpücük kondurdu. Ben de onu öpüp söylediğini onayladım.
Arabadan inip derin bir nefes aldım. Heyecanlı bir şekilde okuldan içeri girdiğimde etrafa bakındım. Çimenlerin üstünde oturan bir sürü insan... Gülen bir sürü insan... Gitar çalan bir kız... Sevgilisine sarılanlar...
Kampüsü kısa bir şekilde süzdükten sonra öğrenci işlerine gidip ders programımı aldım. İkinci kata çıkıp amfiye girdim. Sandığımdan daha büyüktü. Beyaz tenli bir kızın yanına gidip oturdum. İsminin Burçak olduğunu söyleyince ona doğru döndüm. Ben de kendimi tanıttıktan sonra konuşma bitti.
Kızın benimle konuşmak istediği açıktı ki "Valla ben de arkadaş arıyordum,” dedi. Sıcakkanlı bir kıza benziyordu. Fazla arkadaş edinen bir kız değildim. Benim için iyi olmuştu.
Burçak tereddütle bana bakıp ilk senem olup olmadığını sordu. Kafamı sallayıp ilk senem olduğunu söyledim. Derin bir nefes aldı. "İyi bari tek birinci sınıf olmak istemiyorum." dedi gülerek. Burçak'la kısa bir sohbetin ardından içeri hoca girdi.
Kısa bir şekilde kendini tanıttıktan sonra derse başladı. Daha ilk günden adam bize acımamıştı.
Burçak’la birbirimize bakıp yüzümüzü buruşturduk. Ders bitince Burçak’la kantine indik. Burçak iki tane kahve alıp yanıma geldi. Teşekkür ettiğimde artık arkadaş olduğumuzu söyleyip teşekkür etmemem gerektiğini söyledi. Samimiydi ama ben teşekkürü şiar edinmiştim.
"Pekâlâ." deyip kahvemden bir yudum aldım. Burçak'ın bir yere bakarak yüzünün ifadesinin değiştiğini fark ettim. Ben de o yöne döndüğümde gözlerimi büyüttüm. Onun burada ne işi vardı? Burçak bakışlarını çekince ben de çektim. Onların kim olduğunu sordum. Onları tanıyor gibi bakıyordu.
"Esmer olan Ayaz Orkun; sarışın olan Araf Eralp."
Onun adı ise Araf'tı. Bakışlarım istemsiz tekrar ona döndü. Bakışlarımız tekrar çakıştı. Kalbim tekrar hızına kavuştu. Düşler sokağındaydım, ben. Koşuyordum, ona doğru.
Şaşırmıştı, tıpkı benim gibi. Tüm bu karşılaşmalar neyin göstergesiydi. Tesadüfün mü, kaderin mi?