1-Namütenahi Deniz

3017 Words
-12 TEMMUZ 1997 SUNA ERALP'TEN Yağmur, yerde tek kuru yer bırakmayacak şekilde yağıyordu. Herkes sağa sola kaçışıyordu. Ben ise o yağmurun altında ıslanmak istiyordum. Tek kuru yerim kalmaksızın. Belki, yağmur acımı alıp götürürdü. Anca dindirirdi. Acılarımı... Acılarımı anlatmak ve içimden söküp atmak istiyordum. Gök yarılıp şimşek çakınca hüzünle oğluma baktım. Yağmur, bizim acımızdan dolayı yağıyordu. İri yağmur taneleri yüzüne düşmesin diye başımı ona siper etmiştim. Elimin tersiyle yanağını okşadım. Yumuşacık bir teni vardı. Her şeyden habersiz kucağımda uyuyordu. O, bizim hayatımızın en masum parçasıydı. Daha üç gün önce doğmuştu. Kulağına yaklaştım. Daha bir ismi bile yoktu. Ama Bülent ile en başından bu yana düşündüğüm bir isim vardı. Bebeğim, benim. Öyle güzelsin ki, senin için her şeye göğüs gererim ben. Senin için şu dünyayı alaşağı ederim, dedim. Bülent yanıma gelip elini omzuma koyunca çardak gibi bir yere geldik. Kırılacak bir porselenmiş gibi dikkatlice kucağımdan alıp o yıkılmaz dediğim adam gözünden iki damla yaş akıttı. Aslan oğlum benim deyip daha şiddetli ağlamaya başladı. Onun şiddetli ağlayışı gökyüzünü de uyarıp yağmuru arttırdı. Nedenini sormak istedim. Ama yapamadım. Korkuyordum. Korkarak sordum. Titrek bir tonda "Bülent, neden ağlıyorsun?" Bülent bakışlarını oğlumuzdan alıp bana döndürdü. Mavi gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Tehlikede olduğumuzdan ve onu koruyamayacağımızdan bahsetti. Başımdan aşağı bir bidon buz kütlesi boşaltmışlar gibiydim. Bacaklarım titredi. "Nasıl yani? Oğlumuz..." devamını getiremedim. Dilim dönmüyordu. Bülent "Bir yetimhaneyle görüştüm,” dediğinde dünyam başıma yıkıldı. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi yere çöktüm. Hayır, diye haykırdım. Benim oğlum oraya gidemezdi. Gözümden sakındığım oğlum, yetim gibi oraya gidecekti. Kafamı iki yana sallıyordum. Böyle bir şeyin olmasını istemiyordum. Bülent "Başka çaremiz yok,” dediğinde hıçkırdım. Tüm kalbimi yerinden söküp atmak ister gibi. Ben onsuz yapamazdım ki. O daha çok küçüktü. Nasıl verecektik onu? Bülent oğlumuzu koltuğun üstüne bırakıp yanıma oturdu. Sarıldı, sıkıca. "Ölmesini mi istersin, Suna? Yaşadığını bileceğiz." O da istemiyordu ama mecburdu. "Yetimhanede ölmekten beter olacak,” dedim. Bülent bu dediğimle sesli bir şekilde ağlamaya başladı. İkimiz de acı çekiyorduk. Bülent geri çekilip gözyaşlarımı sildi. "Sana söz veriyorum. Bir gün onu yanımıza alacağız. Ama şimdi ölmemesi için bunu yapmak zorundayız." Cevap veremedim. Hangi anne, çocuğunu yetimhaneye bırakabilirdi? Hangi anne, çocuğu yetimhanedeyken rahatça yaşayabilirdi? Bir tek biz acı çekmeyecektik. Oğluma döndürdüm, buğulu bakışlarımı. O da çekecek. Hem de çok. *** O günün gelmesini hiç istemesem de gelmişti. Bugün geçmişin pençelerini oğlumuzun ensesinden çekip çıkartmak için ondan ayrılmak zorundaydık. Geleceğimizi engelleyen pençeler. Tüm hayatımızı mahveden bir kartalla boğuşuyorduk. Biz kaçtıkça daha fazla saplıyordu, pençelerini. Hiçbir kaçış yoktu. Oğlumuzu, soğuk kokan, sessiz çığlıkların yankılandığı yere bırakacaktık. Yetimhane... Orada kalbinin bir yanı hep eksik olacaktı. İlk konuştuğunda, ilk yürüdüğünde, okula başladığında, aşık olduğunda hep eksik olacaktı.Hiçbir zaman gerçekten gülümsemeyecekti. En önemlisi çocuk olamayacaktı. Gök gürültüsünden korktuğu zaman anne kokusu yerine yorgana sarılacaktı. Herkes annesine sarılırken o zihninde tahayyül edecekti, beni ve babasını. Tahayyül onu daha çok üzecekti. En kötüsü bu onu sevgisizliğe sürükleyecekti. Kalbimi yaralıyordu. Nasıl olacaktı? Mavi gözlümden nasıl ayrılacaktım? Oğlum huzursuzluğumu anlamış gibi ağlamaktan helak olmuştu. Gözyaşlarım her yanağına düştüğünde sanki alev düşmüş gibi acıyla ağlıyordu. Hissediyordu, içimdeki koru. Biliyordu, hissediyordu gözyaşlarımın acı bir çığlığın sessiz haykırışı olduğunu. Ağlama, deniz gözlüm diye fısıldadım. Ona ağlamamasını söylerken ben ağlıyordum. İçimdeki tüm kor dinmesi gerekirken daha da harlanıyordu. Oğlumun da gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Namütenahi bir denizi andırıyordu. Seni bırakmak çok zor deniz gözlüm, diye fısıldadım küçük kulağına. Bülent elini destek olurcasına omzuma koydu. Bize sarıldı. Kollarını sıkıca bize sardı. Belki de bu üçümüzün son sarılışıydı. Bülent "Suna kendini yıpratma güzelim. Emin ol zorunda kalmasak onu asla yetimhaneye bırakmayız." dedi titrek bir sesle. Bülent benden daha çok üzülüyordu. Çünkü her şeyin sorumlusu olarak kendini görüyordu ama tüm suç benimdi. Bu sıkıntılara benim için katlanıyordu. Bir kere bile isyan etmemişti. Benim için tüm sıkıntılarına göğüs geriyordu. Babası bizim evlenmemizi istemediği için Bülent'in tüm mal varlığına el koydu. İstemedi çünkü ben sıradan bir öğretmendim. Bülent de o ara Patron denen adamdan borç istedi. Başımıza ne geldiyse o zaman geldi zaten. Bize çektirdiği yetmezdi onun için. Sıra bebeğimize gelecekti. Ölmemesi içindi. Bir ömür boyu nefes aldığını bilsem yeterdi. Ölüp de onun küçücük bedenini toprağın altına koymak. Düşüncesi bile beni kahrediyordu. Arabaya binerken uzaktan en yakın arkadaşım Emel'in sesini duydum. Emel'le üniversiteden tanışıyorduk. Aynı zamanda da aynı yerde öğretmenlik yapıyorduk. Ben, İngilizce öğretmeniyken o da edebiyat öğretmeniydi. Ben Bülent'le evlendikten sonra polis eşi bize çok destek oldu. Bu sayede Bülent'le de çok yakın oldu, Kadir. İsmimi söyleyince bebeğimle ona döndüm. Emel "Onu gerçekten bırakacak mısın?" diye sordu, titrek bir sesle. Kocası yıkılmaz bir duvar gibi duran adamın bile gözleri kan çanağı içinde kalmıştı. Bülent acı bir sesle "Mecburuz. Onun ölmesine dayanamayız." İkisi de kafasını salladı. Evlatları olduklarında bizi daha iyi anlayacaklar. Hatta o zaman evlat için ölüme dahi gidileceğini bilecekler. Tıpkı şu an bizim yaptığımız. Ölmekten beter hâle gelecektik. Acıdan kavrulacaktı, yüreğimiz. Her gün oğlumuzun güzel yüzüne hasret yaşayacaktık. Kadir "Bülent baştan beri bu işe bulaşma dedim sana, bırak biz yapalım dedim. Şimdi böyle olmayacaktı." Haklıydı. Ama yapacak bir şey yoktu. Bir kere Patron denen adama bulaşmıştı. O adama bulaştığında tüm zehrini sana akıtırdı. O zehri tüm vücuduna enjekte eder, insanı yavaş yavaş öldürürdü. Bülent elindeki kâğıdı Kadir'e uzattı. Kâğıtta yetimhanenin adresi vardı. Bebeğimizi en güvendiklerimize emanet ediyorduk. Kadir elindeki kâğıt parçasını alıp "Emanetin, emanetimdir." deyip cebine koydu. Bülent, Kadir'in omzuna elini koyup "Gidin buradan! Sakın İstanbul'a gelmeyin. O adam seni de bulacaktır. Ama onu gözün gibi koru. Onu sakın kaybetme Kadir!" Kadir kafasını sallayıp " Bir gün tekrardan geleceksiniz. Sizi bekleyeceğiz." Bir gün güneş bize de doğacaktı. Bebeğime geri gelecektim. Emel bebeğimin güzel yüzünü okşadı. Çok güzel, dedi titrek bir sesle. Gözyaşları onun da benimki gibi akmaya başladı. Sonra bana bakıp "Sen hamileyken hayal ederdik. Senin oğlun benim de kızım olacaktı. Çocuklarımız birbirlerine âşık olacaktı." dedi gözyaşlarını silerek. Burukça gülümsedim. Bebeğime bakıp "Senin yahut kızın olursa onlar bir yolunu bulup birleşirler, Emel." Emel burukça gülümsedi. "Çünkü onlar bizim hayalimizi yaşatacaklar." *** Yetimhanenin önüne geldiğimizde ağlamam şiddetlendi. Bülent arabayı durdurup arabadan indi. Arka kapıyı açarak benim inmemi bekledi. "Suna oğlumuz için en iyisi bu. Çok yakında onu alacağız." dedi yanağımı okşayarak. Gözyaşlarımı silip elini belime koydu. Bacaklarım tir tir titrerken beyaz ve mavi tonlarında boyanmış binaya ilerledik. Demir kapının önünde orta yaşlarda bir kadın bizi bekliyordu. Buranın müdiresiydi. Bülent her şeyi ayarlamıştı. Bülent bebeğimizin alnına küçük bir öpücük kondurdu. Yakında geleceğiz. Belki geldiğimizde sen kocaman olacaksın ama geleceğiz oğlum, dedi gözyaşlarını yüzüne akıtırken. Bülent geri çekilince bebeğimin beyaz tenini okşamaya başladım. Masmavi gözlerini açıp bana baktı. Senin o mavi gözlerinde kaybolacak bir Deniz... Bir gün mutlaka seni bulacak oğlum ona sıkıca sarıl, elini asla bırakma. O sana sevgiyi öğretecek. Kadına uzatmadan önce kokusunu derince içime çektim. Bu kokuyu asla unutmayacaktım. Vanilya kokusunu ne zaman anımsasam hep aklıma oğlum gelecekti. Sarı saçlarına öpücük kondurdum. Kadına uzatmadan "İsmi Araf olsun. Cennet ve cehennem arasında sıkışıp kalmış çocuk..." *** GÜNÜMÜZ 2017 DENİZ'DEN Boşluktan düşüyormuş hissi ele geçirdi, tüm bedenimi. Derinden bir ses duydum. Boşluktan düşerken o ses benim yoldaşım oldu. Ses yakınlaştıkça adımı bağırdığını duydum. Bir erkek sesiydi. Sağıma soluma baktım. Hiç kimse yoktu. Etrafımda ışık bile yoktu. Koşmaya başladım. Karanlığı umursamadan koştum. Deniz diye bağıran kişiyle kalbim titredi. Sesi yakınlaştıkça kalbimi titretiyordu. Ses bana yabancıydı ama kalbime değildi. Sesi tüm kalbimin delicesine atmasına neden oluyordu. Kalbim onu tanıyordu. Sevecek kadar hem de. Birden kendimi namütenahi bir denizin önünde buldum. Tek bir bulut bile olmayan, gökyüzünden yansıyan mavilikle deniz capcanlıydı. Bana huzuru hatırlatmıştı. İleride denize bakan sırtı oldukça yapılı birini gördüm. Yanına gittim. Geldiğimi hissetmiş gibi adımı fısıldadı. Hâlâ denize bakarken "Denizimde kaybolmana ihtiyacım var." dediğinde kaşlarım çatıldı. Ne demek istiyordu? Anlamıyorum, dediğimde tepki vermedi. Arkadan onu inceledim. Sarı saçları sudan yeni çıkmış gibi parlıyordu. Bana dönsün istiyordum. Hafifçe bana döndü. Ama yüzü güneş gibi parladığı için gözlerim kamaştı ve göremedim. "Kimsin sen?" diye sordum. Rüyalarımı ve aklımı karıştıran gizemli adam kimdi? "Yanlış soru Deniz. Asıl soru; sen kimsin?" diye sordu. Ne demek istiyordu? Benim kim olduğumu neden soruyordu? Rüyamda bile aklım karışmıştı. "Ben, Deniz'im." Kafasını iki yana salladı. "Sen sadece Deniz değilsin. Sen benim kaybolan denizimsin," dedi. Kaybolmak? Tekrar, onu anlamadığımı sorunca hafifçe bana yaklaştı. Sıcaklığı tıpkı bir güneş gibiydi. Yakıyordu. "Yakında her şeyi anlayacaksın Deniz. Sen benim ilacım olacaksın. Sen bana sevgiyi öğreteceksin,” dedi. Elimden tutup beni kendisiyle birlikte denize itti. Birlikte derinlikte boğulurken nefesim kesildi. Gözlerimi açtığımda nefes nefese kalmıştım. Saçlarımı arkaya doğru attım. Gerçekten boğuluyormuş gibi hissediyordum. Komodindeki sürahiden bir bardak su doldurdum. İçtim ama aklıma deniz geliyordu. Bir süredir yüzsüz çocuğu rüyamda görüyordum. Tüm rüyalarımda birlikte denize atlıyorduk. Ama söylediklerini uyandıktan sonra unutuyordum. Anneme göre izlediğim ecnebi diziler bilinç altımda kalıyordu. Sırıttım. Anneler her zaman efsanedir. Hâlâ rüyanın etkisindeydim. Her gün aynısı oluyordu. Kendi kendime mırıldandım. 'Alt üstü bir rüya Deniz!' Hem sen artık bu şehirden gidiyorsun. Saçma rüyalara takılı kalacağına kalk ve silkelen. Kendi kendime verdiğim motivasyondan sonra gülümseyerek yatağımdan kalktım. Çünkü bugün hayatımın dönüm noktasıydı. Bugün hayallerime bir adım daha yaklaşıyordum. İstanbul'a taşınıyorduk. Her ne kadar ailem istemese de üniversite tercihlerimde İstanbul'u yazınca mecbur kalmışlardı. Çünkü onları dolaylı yoldan da olsa terk edeceğimi söylemiştim. İstanbul'u kazanmak için gecemi gündüze katmış sürekli ders çalışmıştım. Ve sonunda hayalimi gerçekleştirip İstanbul Üniversitesi Psikoloji kazanmıştım. Odamdaki eşyaları koliye koymayı dün gece bitirmiştim. Elimi yüzümü yıkayıp aşağı indim. Rize çok güzel bir şehirdi fakat benim hayalim değildi. Annem ve babam yere çökmüş bir fotoğrafa bakıyorlardı. İkisi de fazla hüzünlüydü. Ne olduğunu sordum. Yanlarına gittiğimde sarışın çok güzel bir kadın ve erkek vardı, yanlarında ise annem ve babam vardı. Sarışın kadının kucağında ise bir bebek vardı. Bebeğin yeni doğduğu belliydi. Kim olduklarını sordum. Annem ve babamın arkadaşları olduğunu bilmiyordum. Çünkü doğdum doğalı sürekli yer değiştiriyorduk. Buradan önce Muğla’daydık. Hiçbir arkadaşlarının bize geldiğini görmemiştim. Babam, yakın arkadaşları olduklarını söyleyince şaşkınca ona baktım. Ee, bu çok güzeldi. "Ciddi misin? Neden şimdi görüşmüyoruz? Hem çocukları da varmış, belki arkadaş oluruz." dedim heyecanla. Çünkü ailem, arkadaşlarım konusunda sürekli beni uyarırdı. Çok yakın bir arkadaşım yoktu. Lisede zorunluluktan görüştüğüm Gizem'i saymazsak tabii. Onunla da Muğla’dan sonra görüşememiştik. Annem ve babam söylediklerimi duymazdan gelip ayağa kalktılar. Annem yaşlı gözlerini elleriyle silip fotoğrafı kaldırdı. "Öldüler mi?" diye sordum aniden. Çünkü annemlerin davranışları garipti. Babam elini belime koydu. "Ölmediler sadece bunu bilsen yeter. Hem sen heyecanlı değil misin? İstanbul'a gidiyoruz." dedi konuyu değiştirerek. Garip. Hem de çok garip. Babamın ve annemin davranışları. İstanbul'a gitmek istememeleri. "İstanbul'a gitmeyi neden istemiyordunuz? Bu nedenden dolayı mı?" diye sordum. İstanbul konusu her açıldığında babam sert bir şekilde konuyu kapatır annem ise hüzünlenirdi. Annem "Hangi sebep?" diye sordu. Bilmezlik, bir şeyleri gizlemek için yapılırdı. "Fotoğraftaki arkadaşlarınızdan dolayı mı gitmek istemiyordunuz? Sizce de bana açıklama yapmanız gerekmiyor mu?" diye sordum merakla. Çünkü 18 senelik hayatımda ilk kez bu fotoğrafı görmüştüm. İstanbul'a gitmek istememe nedenimiz bu olabilir miydi? Babam "Deniz saçmalıyorsun! Git son eksiklerine bak çünkü gidiyoruz." dedi sert bir sesle. El mahkûm kafamı salladım. Ama ben de Deniz'sem bu işi çözecektim. *** Yolculuk boyunca kitap okudum. Kürk Mantolu Madonna okudum. En sevdiğim kitaptı. Sevgiyi çok güzel bir şekilde anlatıyordu. İliklerime kadar hissetmiştim aşklarını. Defalarca okudum yine beni heyecanlandırıyor. Kalbimin delice atmasına neden oluyor. Soruyorum kendime: Aşk böyle bir şey mi? Ben de aşkı yaşamaya başladığımda böyle mi olacağım? İstemsiz gülümsedim. Evet, böyle olmak isterim. Günlerce aşık olduğu kadının tablosunu izleyen Raif Efendi. Öyle biri hayatımda olabilecek miydi? Bana tıpkı Maria'nın tablosunu izleyen Raif Efendi gibi bakacak mıydı? Beni ben olduğum için tüm zerrem ona kusursuz gelecek miydi? Bir gün olacaktı. Hissediyordum. Olacaktı. İstanbul bana aynı zamanda aşkımı da verecekti. Çünkü ben bir masala doğru gidiyordum. Ve masalların sonu asla kötü bitmez. Hep mutlu son... Sonunda İstanbul'a vardığımızda gülümsedim. Köprüden geçerken gözlerimi deniz ve gökyüzünün birleşik gözüktüğü noktaya diktim. Güneş batmak üzereydi ve çok güzel bir görüntü sunmuştu. Burada güneş bile ayrı güzel batıyordu. Bir gün güneşin doğuşunu da izleyecektim. Ama onunla... Yani gerçek aşkımla. O beni gelip bulacaktı. Hissediyordum, o buradaydı. Benim nefes aldığım şehirde nefes alıyordu. Belki de şu an aynı gökyüzüne bakıyorduk. Ben hayallere dalmışken babam birden arabayı durdurdu. Kaşlarım çatıldı. Neden durmuştuk? Bir çevirme vardı. Ben dışarıda polislere bakarken önde birini gördüm. Sarı saçlı, buradan bile belli olan mavi gözlü bir çocuk, polisle konuşuyordu. Dar bir pantolon ve tişört giymişti. Tişört tüm kaslarını belli etmişti. Gerildiği de çok belliydi. O birden bakışlarını bizim arabaya yöneltti. O an göz göze geldik. Kalbim deli gibi atmaya başladı. Onu tanımıyordum ama kalbim sanki onu tanıyordu. Babam arabayı hareket ettirince onunla bakışmamız son buldu. Ama kalbim asla eski ritmine kavuşmadı. Hâlâ etkisinden çıkamadım. *** Yorucu bir yolculuğun üzerine evi de düzenlemiştik. Babam önceden eşyalarımızı nakliye aracıyla göndermiş, ayrıyeten bir temizlik şirketiyle anlaşıp evi temizletmişti. Yoksa bu ev bir haftaya bitmezdi. Şu an her yerim ağrıyordu. Bacaklarımı ovaladım. Burada polis lojmanlarında kalacaktık. Eski evimize nazaran küçük bir evdi. Rize de benim banyom bile vardı ama burada maalesef yoktu. İstanbul için her şeye katlanırdım. Bu İstanbul sevdası nereden mi geliyordu? Aslında biraz da ailem buraya gelmek istemediği için gelmek istiyordum. İstanbul babama göre tehlikenin göbeğiydi. Haklı olabilirdi. Terör, tecavüz, hırsızlık... Odamdan çıkıp dar koridor boyu yürüdüm. Çok acıkmıştım. Annem masayı hazırlıyordu. Annem ilerideki fırından ekmek almam gerektiğini söyledi. Çıkmak benim için de iyi olabilirdi. Kafamı salladım. Belki biraz etrafı keşfederdim. Babam, her zamanki gibi tehlikeli olabileceğinden bahsedince delirme noktasına gelmiştim. Gözlerimi devirdim. Babam fazla korumacı biriydi. Geceleri dışarı çıkmama asla izin vermez, hatta arkadaşlarıma bile karışırdı. Bazı arkadaşlarımın sicil geçmişine bakıyordu. Bazen polis bir babanın kızı olmanın zorluklarını yaşıyordum. "Rize'deki gibi mi yapacaksınız? Ben 18 yaşına girdim. Bırakın da nefes alayım,” dedim. Babam söylediklerime karşılık bir şey diyecekken annemin masaya bıraktığı parayı kot pantolonumun cebime sıkıştırdım. Babamın lafını ağzına tıkıp evden çıktım. Ayakkabılarımı ayağıma geçirip evden çıktım. Apartmandan çıkınca hafif soğuk bir rüzgâr tenimi yalayıp geçti. Artı yağmur hızını artırdı. Annemin söylediği marketi ben de görmüştüm. Yürümeye başladım. Nereye gideceğimi bilmeden... Siteden çıkıp yol ayrımlarına baktım. Acaba ne taraftaydı bu fırın? Buralara fazla yabancıydım. Yürümeye devam ettim. Sağa saptığımda sokak çıkmaza çıkınca elimi alnıma koydum. Belki de babam haklıydı. Daha ilk günden kayboldum, çok güzel diye homurdanıp geri döndüm. Sabahtan beri yağan yağmur iyice hızını artırırken telefonumu yanıma almadığım için kendimi tebrik ettim. Ne diye bilmediğin bir yerde fırına gidersin ki? Bir de babama sinirlenmiştim. Siyah, uzun, düz saçlarım hafif ıslanmaya başladığı için açık mavi renkli kapüşonlumu kafama geçirdim. Sağa sola bakınıp ana yola çıkacak bir yer aradım. Oysaki fırın eve çok yakındı. Dalgın dalgın yürüdüğüm için yolu kaybetmiştim kesin. Ellerimi siyah kot pantolonuma sürttüm. İri yağmur damlalarından ıslanan pantolonum yüzünden ellerim hafif nemlenmişti. Düz bir şekilde yürümeye başladım. Elbet bir çıkış yolu bulurdum. Geçtiğim sokak sessizdi. Bir tek insan bile yoktu. Bunu yağmurun yağmasına bağladım. Bu yağmurda zaten sadece benim gibiler dışarı çıkardı. İzbe ve rutubet kokan sokaktan çıkmak için sağa sola bakındım. Ah bir an önce çıkmalıydım çünkü benim rutubete alerjim vardı. Annem ve babam kesinlikle beni çok merak etmiştir. Hatta dışarı çıkıp beni aramaya bile başlamış olabilirler. Sıkıntılı bir nefes aldım. Ailem daha doğrusu babam fazla otoriterdi. Bu mesleğinden dolayı mı yoksa tek çocuk olmamdan dolayı mı kaynaklanıyor? İşte bunu bilmiyorum. Sürekli beynimi kemiren bu soru her defasında beynimi yormaktan başka işe yaramıyordu. Sokakta tek bir tane bir sokak lambası olmaması beni hafif ürkütmeye başlamıştı. Koskoca İstanbul'da nasıl sokak lambası olmazdı? Kendi adım seslerimden bile korkar olmuştum. Zaten yapım gereği ürkek bir kızdım. Bu da ailemin üstüme çok titremesinden kaynaklanıyordu. Sokağın sağına sapmamla sert bir şeyle çarpışmam bir oldu. Korkuyla geri çekileyim derken taşa takılıp düşerken belimden tutup beni sabitledi. Korkuyla titredim. Çünkü sokakta kimse yoktu. Ve hâlâ bana çok yakındı. Korkudan kalbim hızla çarparken geri çekilmek yerine bana biraz daha yaklaştı. Ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde ellerimi sert vücuduna koyup ittirdim. Ama bir milim bile kıpırdamadı. "Uzak dur, benden. Yaklaşma!" dedim, sesimi sert tutarak. İlk defa bu işe yaramıştı. "Sakin ol, sana zarar vermeyeceğim." dediğinde kalbim bu sefer daha çok hızlandı. Sesi beni etkilemişti. Sesinin tınısı o kadar hoştu ki... Dünyanın en güzel sesine boyun eğdirirdi. Hafif kadifemsi ama sert... Öyle ki, sadece sesiyle tüm tüylerimi diken diken etmişti. İlk defa böyle bir şey yaşamıştım. İlk kez bir insanın yüzünü görmeden ondan etkilenmiştim. Ayrıca, sesi de çok tanıdık gelmişti. Eğer bana biraz daha yaklaşırsa bayılabilirim. Kokusu başımı döndürmüştü. İlk defa bir erkekle bu kadar yakındım. Evet, erkek arkadaşım olmuştu ama onunla sadece ele ele tutuşmuştuk. Yanaktan bile öpmemiştim onu. Çünkü babam erkek arkadaşımı uyarmış ve benden uzak durmasını söylemişti. Biraz daha yaklaşınca "Daha fazla yaklaşma!" Soğuk bir şekilde güldü. Gülüşü karın sonrası soğukluğu hissettirmişti. "Küçük kızlarla ilgilenmiyorum. Sadece sessizce şu lanet anın bitmesini bekle." dediğinde kaşlarım çatıldı. Küçük kız derken? Bana mı diyordu? "O yüzden mi aramızdan rüzgâr bile geçemez. Bence sen düpedüz küçük kızlardan hoşlanıyorsun. Hem ben küçük de değilim. Yanlış tahmin." Ben motora bağlayınca ofladı. Evet, bazen çok konuşuyordum. "Çok konuştun, kafamı şişirdin. Sus, yoksa ben susturmasını bilirim." dediğinde elimi göğsüne koyup itmeye çalıştım ama yine milim oynamadı. Ne yapmaya çalışıyordu? "Bıraksana! Benim babam polis!" Güldü. Bence yalan söylediğimi falan zannetmişti. Ama gerçekti. "İlkokul çocukları gibisin." dedi alayla. Çocuk mu? Evet, yaşımdan küçük gösteriyordum ama ben 18 yaşındaydım. "Ben çocuk değilim 18 yaşındayım ve inanmazsan inanma babam polis." dedim sinirli bir sesle. Çocuğun yüzünü görmesem de dudağını yukarı doğru kıvırdığını tahmin edebiliyordum. "Gerçekten çok büyükmüşsün! Ve babanın polis olması beni ilgilendirmiyor." dedi düz bir sesle. Sokakta adım sesleri ve iki kişinin konuşma seslerini duydum. Kısık sesle bir küfür mırıldanıp beni iyice bedenine hapsetti. Aramızda artık milim bir alan bile yoktu. Heyecanla ne yaptığını sorunca konuşmamam gerektiğini söyleyip beni uyardı. Kapüşonu başına taktı ve bana daha çok yaklaştı. Bu yakınlık benim için çok fazlaydı. Bir adam sesi yankılandı, sokakta. Bu çocuğu mu arıyorlardı? Saklandığına göre onu arıyorlardı ama neden kaçıyordu? Başka bir ses de küfredip onu kaçırdıklarından bahsetti. Patron denen adam kimse onun da hoşuna gitmeyeceğini söyledi. Bakışlarımı göğsüne çevirdiğimde çok güzel bir koku dağıldı, etrafa. Ya da vardı da ben şimdi fark ediyordum. Odunsu ve vanilya... Sokaktaki sesler yakınlaşınca "Şimdi seni öpeceğim. Elini dudağına koy,” dedi. Elimi tutup dudağımın üstüne koydu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ben donup kalırken o belli belirsiz hareket ettirdi, dudaklarını. Geri çekilince tokadı yüzüne geçirdim. "Sen ne yaptığını zannediyorsun?" diye sordum. Bedeni kasıldı. Onu itip tersi yönde yürüyecekken kolumdan tuttu. Buradan tek başıma çıkamayacağımı söyleyince hırsla kolumu çektim. Defolup gitmesini söyledim ama tekrar kolumdan tutup beni adeta sürüklemeye başladı. Kolumu çekmeye çalıştıkça daha çok bastırdı. İleride sokak lambasının altındaki Range Rover'a doğru ilerledik. Arabanın yanına geldiğimizde beni arabaya yasladı. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Bu oydu...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD