3-Hayal

1913 Words
12 Mart 1997 SUNA ERALP'TEN Huzur nedir, diye sorsalar ne cevap verirsin? Herkes için değişir; ben ise karnımda varlığını hissettiğim yavrumun hareketleri derdim. O hareketler, bana huzur ve mutluluk veriyordu. İçimde benden ve Bülent'ten bir parça vardı. Bunun için binlerce kez Allah’a şükrediyordum. Şükretmek, Allah’a olan minnettarlığını iletmekti. Her kötü şeyin içinde güzel şeyler de vardır. Diken, gülsüz; gül de dikensiz olmazdı. Aslında bu bize ibretti. Gül çok güzel ve insanda hayranlık uyandırıyor fakat dikenleri var. Yani güle çok aldanma onun da dikenleri var, elini kanatabilir. Hayatta böyleydi. Çok güzel bir olay başına gelirdi, elbet pürüzler çıkardı. İşte o da gülü tutarken kestiremeyip dikenli yeri tutmaktı. Gül, Peygamberimizin çiçeğiydi. Gül gibi koktuğu söylenirdi. Ama onun bile hayatında sıkıntılar vardı. Bu da yine dikensiz gül olmaz demekti. Her iyinin içinde elbet bir kötülük vardı. Bizim hayatımızda da bu mevcuttu. Ama hayatımızın en büyük mucizesini yaşıyorduk. İnsan, o kadar garip bir varlık ki neden var olduğunu, neden yaşadığının farkında bile değil. Ben de farkında değildim. Önceden tek gayem; Bülent ile evlenmekti. Bülent’ten vazgeçmedim ama şimdi tekrar derdim aileme zarar gelmemesiydi. Var olma sebebimin ailem olduğunu düşünüyordum. Her insanın farklı gayeleri vardı. Benim de gayem buydu, ailemi korumak. Onun kalp atış sesleri kulaklarıma dolacak ve iliklerime kadar huzur ile dolacaktım. O ses, benim hayat anlamım olacaktı. Onun kalbinin sesini duyduğumuzda gözyaşlarımızı tutamadık. Daha sonra bir oğlumuz olduğunu öğrendik. Bülent'in gözlerindeki sevinci hiçbir şeyde görmemiştim. Hâlâ içim kıpır kıpırdı. Karnımı okşamaya devam ederken huzur dört bir yanımı sarmıştı. Oğlum beni şimdiden dünyanın en mutlu annesi yapmıştı. Ben, mutlu olmayı hak ediyordum. Hayatımdaki dikenlere rağmen. Her insan, dikenlere rağmen mutlu olmayı hak ederdi. Emel tebessüm etti. Yıllardır yanımda olan arkadaşımdı. Onsuz mutlu bir anım yoktu. "Ee ne zaman gelinim geliyor?" diye sordum gülerek. Onun da kızı olursa çocuklarımız evlenebilirdi. Emel hafif kaşlarını çattı. Anlamadığını dile getirdi. Hafif tebessüm ettim. Emel'in bakışları direkt düz karnına kaydı. Onun da bir bebek istediği belliydi. Bebek, her zaman aile için önemliydi. "Diyorum ki, hayalimizdeki gibi benim bir oğlum olacak; senin de kızın olacaktı. Onlar birbirine aşık olacaktı." Emel şuh bir kahkaha attı. Ben de onun gülüşüne katıldım. Kızı olursa bakarız dediğinde hınzırca ona bakıp işaret parmağımı ona doğrulttum. "Kız evi naz evi mi diyorsun?" diye sordum. Emel kafasını salladı. "Kız almak kolay değil." dediğinde bir kahkaha daha patlattım. Göğsümü kabartarak benim oğlumdan iyisini bulamayacağını dile getirdim. Benim oğlum, babasına benzerse çok canlar yakardı. Emel "Hayali bile çok güzel Suna şaka maka inşallah gerçek olur." dedi. Belki de olurdu. Kafamı salladım. Emel, yine imkânsız diye bir şeyin olmadığını anlatmaya başladı. Bu konularda bana kızıp olumsuz düşünmemem gerektiğini söylerdi. “İmkansızı yapan biziz. İmkansızın çığlıklarını duysak aslında hiç de imkânsız demeyiz,” dediğinde kafam karışmıştı. Bir, Edebiyat öğretmeniydi. Her zaman edebi konuşur ve beni hayretlere daldırırdı. Ekledi. Anlamadığımı anlamıştı. “İmkânsız ve imkân arasındaki o -sız eki bizi umutsuzluğa düşüren şey aslında. Sız eki olmasa da yaşarız. Çok da çok güzel yaşarız,” dedi. Şimdi anlamıştım. Ona acil kitap yazması gerektiğimi söyledim o ise kendi bilgileri olmadığını ve insanları kandırmak istemediğini söyledi. Emel, asla yalan söylemezdi. “Doğru, sen yalan söylemezsin,” dedim. Beni onayladı. Yalan söyleyince rüyalarının tersine çıktığından bahsedip beni bilgileriyle donattı. Emel, her zaman bilgisini gösterirdi. Kimseye ben bilgiliyim demesine gerek yoktu, zaten dışarıdan gözüküyordu. O, her zaman beni rahatlatan ve telkinlerde bulunduran tek insandı. “Her zaman doğrudan yana olalım,” deyip konuyu değiştirdi. Havadan sudan konuştuk. Bazen dedikodu etmek de insanı rahatlatıyordu fakat Emel dedikodu sevmezdi. O yüzden hep normal konulardan bahsederdik. Zil çalınca yavaşça ayağa kalktım. Hamile kaldığımda bu yana kalkmakta zorlanıyordum. Başım dönüyordu. Bülent ve Kadir olduğunu söyledi. Karnımı tutarak kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açmamla başımdan aşağı kaynar sular dökülmesi bir oldu. Bülent yüzü gözü yara içinde Kadir'in kolları arasındaydı. Benim mutluluğum da kısa sürerdi. Kapının koluna tutundum. "B-Bülent." diye fısıldadım, titrek sesimle. Bülent'in bakışları önce karnımı sonra korku dolu gözlerimi buldu. "Buldular bizi, Suna." Her şey böyle başladı. Tam mutluyken Patron yeniden bizi bulup tüm zehrini bize boşalttı. Zehrin panzehri ise yine kendisiydi... -GÜNÜMÜZ- DENİZ'DEN Tesadüf mü, kader mi? Bu hayatta tesadüf diye bir şey yoktu. Tesadüf aslında tevafuktur. Tevafuk, denk gelmek demektir. Biz olunca denk gelmiştik. Çünkü bu kaderimizin bir parçasıydı. Onunla tekrar karşılaşmam gerekiyordu. Bu, Levh-i mahfuz denilen, kader defterine başından beri yazılmıştı. Bizim karşılaşmamızın bir sebebi vardı. Ben kadere inanan bir kızım. O yüzden ben de farklı hisler uyandıran ve merak ettiğim -adının Araf olduğunu öğrendiğim- çocuk benim kaderim olabilir miydi? Annem her zaman babamı ilk gördüğünde evleneceği kişi olduğunu anladığını söylüyordu. Bana da olacağını söylemişti. Evleneceğim adam olmasa da onunla aramda bir şey olacağını hissediyordum. Buna emindim. Araf yüzündeki şaşırmış hâlden çabuk çıktı. Ve duygu barındırmayan gözleriyle bana baktı. Sanki benimle karşılaşmak önemsiz bir detaymış gibi davrandı. Bakışlarını kaçıran o oldu; ben ise hâlâ ona bakıyordum. Onu en son deniz kenarında görmüştüm. Dün, saçları alnına düşmüştü. Bugün ise saçlarını rampa şeklinde arkaya doğru kıvırmıştı. Yıkılmış hâlinden eser yoktu. Mavi gözleri ise buradan bile insanı içine çekiyordu. Mavi gözlerinde kaybolan deniz olmayı diledim o an. Kavuşamazsak da onun gözlerinde kaybolup ölmeyi tercih ederdim. Yanındaki esmer arkadaşıyla, yani Ayaz ile sağ tarafımızdaki boş masaya oturdular. Başka yer mi yoktu, koskoca yerde? Üstelik tam da karşımda oturuyordu. Bakışlarım istemsiz ona kayıyordu. Onun ise bakışları bir kere bile bana kaymamıştı. Araf ve arkadaşı -Ayaz- bir şeyler konuşuyorlardı. İkisi de oldukça ciddi görünüyordu. Bakışlarımı Burçak'a döndürdüm. Masaya döndürmüştü, bedenini. Çok dikkat çekiyordu. Ne yaptığını sordum. Burçak irkilip bana döndü. Gözleri dolu doluydu. "Ne mi yapıyorum? Ben sadece bakıyorum. Fazlasını yapmaya hakkım yok, hiçbir zaman da olmadı,” dediğinde şaşkınca kalakaldım. İkisinden birine aşıktı. Ona sormalıydım. Gözlerindeki hüznün sahibini sordum. Korkudan kalbim ağzımda atıyordu. Yoksa, Araf mıydı? Bunun olmaması için dua ettim. Araf’a olan ilgimi anlamlandıramıyordum. İlk görüşte aşk olabilir miydi? Bana öyle geliyordu. Onu sadece hoş bulmuştum. "Ayaz." diye fısıldadı. İçimden bir yük kalkmış gibi hissetmiştim. Araf değildi. Bu beni istemsiz mutlu etmişti. Burçak'ın gözlerinden bir damla yaş damlayınca kendime kızdım. Ben ne yapıyorum? Kız aşk acısı çekerken Araf olmamasına seviniyordum. Elini tuttum. Sormaya korkuyordum. Bakışlarım istemsiz o masaya kaydı. Bu sefer Ayaz'a baktım. Ayaz ve Araf çok farklıydı. Biri esmer biri sarışın. Araf gibi o da çok yakışıklıydı. Üstümde hissettiğim yoğun bakışlarla Araf'a döndüm. Oturduğundan bu yana ilk kez bana bakıyordu. Ama bakışları sertti. Boynundaki damarlar belirginleşmeye başlayınca yutkundum. Bakışlarımı kaçırıp Burçak'a döndüm. "O beni hiçbir zaman görmedi ki şimdi görsün,” dedi acı dolu bir sesle. Acısını ta iliklerime kadar hissetmiştim. Onunla ne yaşadığını sordum. Burçak'ın gözleri acıyla sarsıldı. "Hiçbir şey. Ama yaşadığım acının tarifi yok. Keşke bu sadece bir kalp yarası olsaydı." Anlatmak istemediği her hâlinden belliydi. Anlatmak isterse her zaman onu dinleyeceğimi söyledim. Bir kız başımızdan aşağı dikildi. Kaşlarım çatıldı. Burçak onu görünce kasıldı. Kimdi o? "Vay vay kimler gelmiş okula? Kızım sende hiç utanma yok mu? Ben o utançtan sonra asla bu şehirde okumazdım. Ama doğru utanma duygusu sizin ailede yok. Ya da de..." Burçak sertçe "Sakın devamını getirme, Helin!" dediğinde şaşkınca kaldım. Burada neler oluyordu? Helin denen kız, şuh bir kahkaha attı. "Kıyamam, arkadaşın duymasın diye mi çırpınıyorsun?" diye sordu. Bakışları bana döndü. Alayla baktı. "Bence bilmeye hakkı var, Burçak,” dedi. Burçak ayağa kalkıp defolup gitmesini söyledi. Omzunu sarsınca kavga olmasın diye ayağa kalktım. Burçak'ın kolundan tuttum. Sakin olması gerektiğini söyledim. Bu kızın amacı neyse Burçak'ı geçmişte olan bir şeyle vurmaya çalışıyordu. Helin "Bu savunduğun kişi..." Tam söyleyecekken sözünü kestim. "Yeter! Devamını getirme, defol git yanımızdan!" diye bağırdım. Ne olduysa bana Burçak söylerdi. "Sen salaksın, nasıl biriyle arkadaş olduğunu dahi bilmiyorsun." Kantinde neredeyse herkes bize bakıyordu. Burçak kötü bir durumdaydı. Helin'e yaklaştım. "Sen insan mısın? Burçak'ı rezil edince eline ne geçti? Ne sandın? Ben onun her şeyini biliyorum. Ve hâlâ yanındayım." diye yalan söyledim. Burçak şaşırmış bir hâlde bana baktı. Bu sözleri söylememi değil; irdeleyeceğimi düşünüyordu. Kız şaşkınca bana baktı. "Ne bakıyorsun? Defol git! Bir daha da sakın ama sakın Burçak'a bulaşma!" Helin denen kız yanımızdan topuklarını yere vura vura gitti. Arkasını dönüp "Bu kız için benim gibi birini karşına almaya değmezdi. Ama artık çok geç!" deyip saçlarını savurdu. Arkasından, elinden geleni ardına koyma diye bağırdım. Kantinde herkes bizi izliyordu. Ve çoğu da fotoğraf çekiyordu. İtiraf sayfalarına malzeme verdiğimiz belliydi. Burçak birden bana sarılıp teşekkür etti. Onunla sarılırken Araf'la bakışlarım kesişti. Bana farklı bakıyordu. Anlamıyordum, bakışlarını. Daha çok gururlu bir bakış vardı, yüzünde. *** Derste hocayı dikkatlice dinledim. Çünkü buraya gelmek için çok uğraşmıştım. Fazlası için çabalayacaktım. Burçak ise biraz keyifsizdi ama dersi takip etmişti. Gözlerindeki hüzün hiç gitmiyordu. Hep oradaydı. Ders bitince birlikte tekrardan kantine indik. Bu sefer ben iki tane kahve aldım. Sessizce kahvemizi içerken onun sesini duydum. Kafamı kaldırdığımda onu gördüm. "Beni takip ettiğini düşüneceğim,” dedi. Benim yanıma gelip benimle konuşmasına çok şaşırmıştım. Araf’tan böyle bir şey beklemiyordum. Burçak gözlerini sonuna kadar açtı. Araf'a bakarak "Kendini çok mu önemli sandın?" diye sordum. Burçak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Alayla bana baktı. "Bilmem, sen söyle,” dedi. Kaşlarımı havaya kaldırdım. "Valla benim tek bildiğim senin kendini beğenmiş bir ukala olduğun." Araf ciddileşip benimle konuşmak istediğini söyledi. Benimle ne konuşacaktı ki? Burçak'a döndüm. İyice şaşakalmıştı. Olayları çözmeye çalışır bir hâli vardı. Ne hakkında olduğunu sorunca gelip gelmeyeceğimi sordu. Burçak birden ayağa kalktı. "Benim zaten işim var, siz konuşun." deyip bana göz kırptı. Sonra da kantinden çıktı. Araf tam karşıma geçip oturdu. "Seni dinliyorum." Tam gözlerimin içine bakıyordu. "Bana yardım edeceksin,” dedi. Tek kaşımı kaldırdım. "Sana nasıl yardım edebilirim ki?" Araf dolgun dudaklarını yaladı. Birkaç saniye bakışlarım oraya kaysa da hemen gözlerine bakıp ailesini bulmamda ona yardım edeceğimi söyledi. Dün söylediğim şeyi duymuştu. Ekledi. "Senin baban polis." Sonunda buna inanmıştı. "Sana yardım edeceğimi dün söyledim. Bugün ise farklı düşünüyorum,” dedim. Araf kaşlarını çattı. "Demek öyle. Farkındaysan ben sana yardım eder misin demedim. Edeceksin dedim." Kahkaha attım. "Zorla mı?" diye sordum. Ona yardım etmek istiyordum ama çok değişken biriydi. Araf ayağa kalkıp benim isteyerek ona yardım edeceğimi söyledi. *** O, gittikten sonra Burçak geldi ve beni adeta sorguya çekti. Ne dediysem bana inanmadı. Onu inandırmak cidden zordu. Başımdan geçen tüm her şeyi anlattığımda bunun Allah’ın bir işareti olduğunu söyledi. Göz devirdim. Ne işaret ama? "Aman, Allah korusun. Onun kadar öküz ve kaba insan görmedim." Kabadan çok tutarsızdı. Bir söylediği, diğerini tutmuyordu. Burçak "İtiraf et, yakışıklı çocuk." Kafamı salladım. "Yakışıklı ama içi çürük." İyi tespit yapmıştım. İçi çürük olanın dışı iyi olsa ne olur? "Çünkü o sevgisiz büyüdü. Biz aynı lisedeydik. Araf ve Ayaz her zaman insanlardan uzak durdu. Mezuniyete bile aileler var diye gelmediler. Onların kalplerinde hep bir boşluk var,” dedi. Kafamı salladım. Ailesini aradığını öğrenmiştim. "Biliyorum, zaten benden yardım istiyor. Anlattım sana. Ne yapmam gerek?" diye sordum. Burçak elimi tuttu. Araf'ı tanıdığı için bunu hak ettiğini söyledi. Sonra da ayağa kalkıp bir aile yemeğine katılması gerektiği söyledi. Yanağını öptüm. Aile kısmını bastırarak söylemişti. Üzerine gitmedim ama farklı sıkıntıları vardı. Kimin sıkıntısı yoktu ki? Burçak da bana sarılıp yanaklarıma sulu öpücüklerini bıraktı. Hiç sevmediğim için sildim o da kıkırdadı. Sonra da el sallayıp gözden kayboldu. Ben de kampüsten çıkıp yürümeye başladım. Metro tıklım tıklım oluyordu ve benim astımım vardı. Babamı arasam cevap vermezdi. Şu anda operasyonda olmalıydı. Annem ve babam işlerinde çok titizdi. Hele sabah Bülent denen adam aradıktan sonra iyice tavırları değişmişti. Ne tesadüf ki, bulması gereken kişinin adı da Araf'tı. Yani sonuçta sadece Araf o değildi. Kulaklığımı takıp yürümeye başladım. Hafif bir çise başlarken umursamadan yürümeye devam ettim. Yağmurun altında yürümeyi çok severdim. Müzik listemden Lp-Tokyo Sunrise şarkısını buldum. En sevdiğim sanatçılardan biriydi. Sesi beni inanılmaz derecede büyülüyordu. Eve gitmek için Araf'la karşılaştığım sokağa girmek zorunda kaldım. Sokak çok ürkütücüydü. Hızlı adımlarla ilerlerken önüme iki adam çıktı. Yüzlerine baktığımda dün geceki adamlar olduğunu anladım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD