Gözlerine bakıp ellerimi daha yukarı kaldırdığımda ev daha şiddetli sallanmaya başlamıştı. Bir an evi kendi başıma da yıkacağımı düşünürken camlardan biri patladı ve içeri büyük bir taş parçası girdi. Sonra diğer cam ve sonra diğeri....
Evin içine kırılan camlardan taşlar yağmaya devam ediyordu. Taşların çoğu bana değil karşımdaki Martha ve Felicity'e isabet ediyordu. Canları yandıkça daha bir sarılıyorlardı bir birilerine korunmak için.
Özellikle Felicity, annesini kendine siper etmiş ve onun ardında kalarak taşlardan ve benden korunmaya çalışıyordu. Gözlerimi kısıp manzaranın iğrençliğine burun kıvırdım. Bir taş da tam omzuma isabet ettiğinde aklım başıma geldi.
Eve her yerden taş yağıyordu sanki. Durup etrafıma şaşkınlıkla bakmaya başladım. Karşımda Martha ve Felicity birbirilerine sarılmış odunla harlanmış ocağın yanına çökmüşlerdi. Ocak ters esen rüzgar yüzünden sönmüştü. İçeriye siyah duman doluyordu. Gözlerim yaşarmaya başladığın da boğazıma dolan acı havayla birlikte nefes alabilmek için öksürmeden edemedim.
Bir kaç dakika sonra taşlar yağmayı bıraktı ve içeri yanan bir meşale girdi. Dışarıdan gelen bağırışlar ancak kulağıma doldu. Bir sürü kişi aynı anda aynı şeyi söylüyordu.
''Cadıya ölüm!''
''Cadılara ölüm!''
''Yakın onları!''
Yine aynı şey oluyordu. Aynı çığlıklar kulağımda uğuldamaya ve korku iliğime kadar beni doldurmaya başladı. Korkuyla sağa sola bakınıp bu tek odalı klübeden bir çıkış yolu araken bir taş da sırtıma isabet etti. Acıyla omzuma doğru elimi uzatıp acıyan yer yerine omzuma tutabilerek kapıya ve pencerelere baktığımda elleri yanan meşalelerle onlarca insanın etrafımız sardığını gördüm. Bu kez ölecektim! Hiç bir kaçış yerim kalmamıştı. Kilitli kapı bir kaç şiddetli darbeyle kırıldığında gerilesem de insanlar hemen üzerime atılıp beni yakaladılar.
Ellerinin her yerimde oluşu ölecek olmamdan daha çok canımı sıkıyordu. Kaçmak için çırpındıkça onlar da daha çok canımı yakıyordu. Bir tanesine dönüp dönüşüm büyüsü için sözleri mırıldanırken biri ağzımı bir bezle bağladı. Bir diğeri kollarımı ve bir başkası da ayaklarımı. Sonra başıma da iğrenç toprak ve gübre kokulu bir çuval geçirdiler. Nefesimi tutup gözlerimi aralayıp etrafımı görmeye ve kurtulmak için çırpınmaya devam ediyordum. Her yerden bağırış sesleri yükseliyordu. Çuvala rağmen odadaki ışığı görebiliyordum. Oda insanlarla dolup taşıyordu ve ellerindeki meşaleler her yeri fazlasıyla aydınlatıyordu.
Yanık kokusu burnuma dolarken bağıran Felicity ve Martha'nın seslerini duydum.
''Biz onun gibi değiliz. Bize de saldırdı. Onu tanımıyoruz.'' diyorlardı.
İnsanlar inceleyip onların normal olduğunu anlamaya bile çaba göstermediler. Bağırıp çağırmalarına aldırmadan ilk Felicity'i ateşe verdiler. Onun çığlıklarını duyduğumca ne olursa olsun canım yanmıştı. Doğduğu günü hatırlıyordum. Parlak gözleriyle çok şirin bir bebekti.
Ne kadar kötü olursa olsun her canlı yaşamı hak ederdi. Bu yaşamı onlara biz bahşetmemiştik ki biz alalım! Yaşamlarını nasıl heba ettikleri umurumda değildi. Biz cadılar kimsenin yaşamına son vermezdik. Her insan yaşamı sırf var olduğu için sürdürüleyi hak ederdi. Doğanın dengesi için özellikle can almamaya dikkat ederdik. Bir cadı bir yaşama son verdiğinde o cadı artık cadı olmazdı çünkü.
Onlara Kara cadı denirdi.
Güçleri ve kendileri değişirdi. Yüzyıllar boyunca bizim gibi yaşarlardı. Ruhları aynen bizim gibi ölümsüz kalırdı ancak bedenleri yaşlanmaya ve ölmeye devam ederdi. Öyle ki yaklaştıklarında çürüyen etlerini ve derilerinin kokularını alırdınız. Yürüyen ölüler gibi kokarlardı. Bunu saklamak için gizlenme büyüsü yapsalarda bir cadı gözünden asla saklanamazlardı. Bu cadılar ateşle yakılarak öldürelemezdi insanların bildiğinin aksine. Çürümenin öldüremediği bedeni ateş nasıl yok etsin ki?
Bir cadı neden Kara cadı olurdu peki?
Aynen şu an benim düştüğüm duruma düştüğü zaman olurdu. Cadı avcıları ve köylüler tarafından öldürülmeye çalışınırken en son çare canını kurtarmak için en yakın canlıyı öldürürdü. Çocuk genç veya yaşlı olması hiç önemsenmezdi bu haldeyken. Bir can alınca dönüşüm saniyeler içinde gerekleşmeye başlardı.
Cildiniz yeşerip ölmeye başlar, dişleriniz insan yaşamı süresince yıpranması gereken kadar yıpranır ve dökülür. Gözlerinizin feri söner. Saçlarınız beyazlar ve ruhunuz kararırdı bu olduğunda.
Yüzü çıbanlarla dolu uzun burunlu eti çürümüş cadı figürü buradan geliyordu işte! Kara cadılardan. Onlar doğanın bize bahşettiği gücü ölecek dahi olsalar kötüye kullandıkları için doğa tarafından cezalandırılıyordu.
Biz onlar gibi değildik. Ben değildim. Ben ölecek dahi olsam, annemin bana söylediği gibi asla bir cana mal olamazdım. Sonrasında ruhumun kararacağını bile bile bunu yapamazdım.
''Canımı bağışlayın!''
Bu kez konuşan Martha'ydı. Kızının attığı çığlıklar odayı doldururken kendisi için yalvarıyordu. Resmen tiksindim bu durumdan yine.
''Ben cadı değilim!''
''Cadı olan o ! Bağışlayın!''
Bağırmaya devam ediyordu ama kızgın ve kana susamış kalabalık onun çığlıklarına da kulak tıkadı. Bir süre sonra Martha'nın da çığlıkları kesilirken ben evden dışarı sürükleniyordum.
''Baş cadıyı çarmıha gerin! En büyük ateşi onun için yakalım; bu kutlu günlerinde baş cadıyı öldürüp onlara biz insanların aciz olmadıklarını kanıtlayalım!''
İçlerinden biri bu kelimeleri bağırarak söyleyip diğerlerini de galeyana getirdikten sonra bağırışlar arttı. İplerimi gevşetip kurtulmuştum ki birisi çuvalı başımdan çekti.
''İşte, İşte bu gördüğünüz mor saçlı cadı, kraliçe cadıdır. Geçen sefer öldürdüğümüzü sanmıştık ama kurtulmayı başarmış. Bu kez yakmadan önce kalbini de sökmeliyiz!'' dedi yine bağıran kişi. Saçlarım artık mordu, iksir etkisini kaybetmişti...
Gözlerim etrafın alevleri yüzünden açılmakta zorluk çekiyordu. Biri gelip yakama asılıp elbisemi üzerimde yırtmaya başladığında çırpınmaya çalıştım. Gözlerimi kapatıp yağmur bulutlarını çağırdım. Kısa bir süre sonra etraf bulutların çatırtısıyla dolarken biri yüzüme bir tokat attı.
Yağmur şiddetle yağmaya başlyınca alevlerin söneceğini umut etmiştim ama alevler aynı güçte yanıyordu. Alevlere birileri durmadan siyah katran ekliyordu. Bu da alevlerin sönmesini engelliyordu. Ellerindeki meşaleler bile sönmemişti. Kıyafetlerim parça parça üzerimden sökülürken bir tek içimdeki ruh gömleği ile kalmıştım. Gömleğim ile beraber yanacaktım en azından.
Ruh gömleği, hemen hemen içini gösterecek kadar şeffaf ince bir örgüden oluşmuş sihirhirli bir kumaştan yapılmıştı. Ancak çok güçlü bir cadı atasıyla irtibata geçip ondan isteyerek sahip olabilirdi. Ruh gömleği denilmesinin sebebi ruhani dünyaya ait olmasından kaynaklıydı.
''Cadıyı öldürmeyelim!''
Bu cümle hayatımı kurtarabilirdi. Öyle olmasını umut ediyordum. Martha'nın anlattığı masallardaki gibi beni kurtarmaya gelmişti şovalye belki de. Bir cadıya bile aşık olacak yürekli insanlar vardı bu dünyada hala! Umutla sesin geldiği tarafa baktım.
Karşımda kısa boylu göbekli yaşlı saçlarının çoğu dökülmüş ve her yerinde olmayan saçlarının aksine tüyler olan biri vardı. Yüzünün derisi sarkmış ve ona çirkin bir hayvan görüntüsü vermişti. Hitap ettiği kişiye uzattığı elleri büyük ve kabaydı. Boynunun kenarındaki kara lekeyi görünce bir adım gerilemeye çalıştım. Beni tutan eller buna izin vermezken biri yüzüme bir tokat atmak için elini kaldırdığında şişman olan bağırdı.
''Yapma o bize lazım!''
Tokat yüzüme inmeyince kapattığım gözümü açıp eğdiğim başımı kaldırdım. Herkes başını o vebalı adamdan tarafa çevirmişti.
''Onu yakmayacağız! Onu kurban edeceğiz!'' dediğinde ürperdim.
Kime, neye kurban edilecektim? Kana susamış bir tanrıya mı tapıyordu bu garip köylüler? İçim korkuyla dolarken derin ve kesik nefesler alıyordu aciz bedenim. Bağırmıyordum, haykırmıyor veya ağlamıyordum. Yaşamım için yalvarmalıydım belki de ama hiç birini yapmayacak kadar inatçıydım. İnsanlara, cadılara ve diğer sihirli yaratıklara, kısaca yaşayan tüm canlılara saygı ve sevgi beslemem gerekiyordu. Bir sorun vardı, benim öyle duygularım yoktu.
Neden sevecektim ki onları? Şimdiye kadar ne vermişlerdi bana acıdan ve yalanlardan örülü duvarlardan başka? Öldürmüyordum, yaşatmaya da çalışmıyordum, kendi kabuğumu çekimiş sadece yaşıyordum. Nefes alıyor yiyor içiyor ve uyuyordum. Yanma korkusu ile karşı karşıya kaldığımdan beri ilk defa ruhum içimde kıvranmıştı. Yıllardır suskun güçlerim içimde filizlenmeye ve kıpraşmaya başlamıştı. Beni içeriden dürtüklüyor ve onlara ulaşmam için sesleniyorlardı ancak bunu tam olarak nasıl yapacağım hakkında bir fikrim yoktu. Jax ne kadar uğraşırsa uğraşsın bana herşeyi tam olarak öğretememişti. İhtiyacım olan kadarını öğrenmiş ve onlardan ayrılmıştım. Şimdi ise güçlerimle bir bütün olabilmek için fazlasıyla hevesliydim.
''Kurban mı?'' dedi birisi.
Dikkatle baktığımda konuşanın beni ormandan yakalayan kişilerden kısa boylu olan olduğunu anlamıştım. Hala kaşınıyordu ve yüzünün, vücudunun görünen yerlerinin bıraktığım haliyle alakası yoktu. Her yeri kabarmış kızarmış ve iğrenç bir irinle dolmuştu. Zehirli sarmaşık onun cildini ölü bir böceğe dönüştürmüştü. Arkasında duran diğer üçünü de aynı şekilde bulunca gözlerim gülümsedim ölecek olmama rağmen. Ölsem de ardımda biz iz bırakacaktım bu aptallara. Onların yüzünden yakalanmıştım ne de olsa.
''Ah evet bu yıl içimizden biri yerine onu kurban edelim.'' dediğinde önce sesler karıştı. Sonrasında ortalık tartışma sesleriyle kaplandı.
''Yakalım!''
''Kalbini sökelim!''
''Öldürelim cadıyı!''
Her köylü bir şey söylüyordu ama en çok söylenen kelime şuydu :
- Cadıyı kurban edelim!