Uyumak üzereyken annemin ''Kerem'' diyen sesiyle sadece benim duyabileceğim şekilde ofladım.
''Efendim anne.''
''Oğlum hadi seni bekliyoruz.''
Cevap vermeden yataktan kalkıp odadan çıktım ve mutfağa indim. Herkes kahvaltı masasındaki yerini almıştı. Boş sandalyeye oturduğumda kokusu burnuma dolan simidi alıp koca bir ısırık aldım.
''Bir tencere dolma ve iki kâse sütlacı kim yedi acaba?'' diyen annem gülerek bana bakıyordu.
''Artık lokmalarımı mı sayıyorsun?'' demeye çalışsam da dudaklarımdan fırlayan susamlar harfleri yutmuştu.
Şule minik işaret parmağını yüzüme doğru salladı. ''Ağabey cıss.'' Kısaca 'ağzında yemek varken konuşma' demeye çalışıyordu.
''Cıss'' diyerek elimle ağzımı kapadım.
Güzel bir kahvaltı sonrası arabaya yerleşip kamp alanına doğru yola çıktık. Başımı cama dayayıp gözlerimi kapadığımda yüzüme gelen oyuncakla Şule'ye baktım. Ellerini çırpıp gülüyordu, koltuğunun kemerleri olmasa arabanın içinde küçük bedenine oynayacak bir yer bulacağından emindim.
Oyuncağı geri uzattığımda hemen elimden çekti. Oyun oynayacak gücü kendimde hissetmediğimden kulaklığımı takıp müziği son ses açtım ve gözlerimi kapatarak tekrar yalnızlığıma döndüm.
Aklımda beliren birçok soru işaret vardı. Son zamanlarda kendim gibi hissetmiyordum. Sanki yaşadığım bu hayata ait değildim. Bu bedene sıkışıp kalmıştım. Her şeye karşı içimde büyüyen bir öfke vardı.
Sarsılarak duran arabayla gözlerimi açtım. Dinlediğim müziğe o kadar dalmıştım ki geçen iki saatin farkına varamamıştım. Müziği kapatıp dışarı çıktım ve ormanın temiz havasını içime çektim. İçeride feryat eden kardeşimin sesiyle ona baktım. Kemerlerini çözmek için çırpınıyordu başaramadıkça gözleri daha da sulanıyordu. ''Baş belası.'' diyerek parmağımın ucuyla burnuna dokundum ve kemerlerini çözerek kucağıma aldım. Ağlaması son bulunca burnunu çekip dudaklarını büzdü.
Annemle babam çoktan bagajdaki eşyaları dışarı çıkarmaya başlamıştı. Şule'yi yere bırakıp yardım için yanlarına gittim. Bu kamp bize iyi gelecekti, özellikle de bana.
İki çadırı da babamla birlikte çabucak kurmuştuk. Yaptığımız işten mutlu bir şekilde annemin hazırladığı yiyeceklerin tadını sürmeye hazırdık. Çam ağacının iğneli yaprakları ile dolu toprağın üzerindeki yer sofrası dünyanın en paha biçilmez sofrasıydı tabii Şule yaprak sarmanın olduğu tabağı önüne alıp bizlere yememiz için engel olmasaydı daha güzel olacaktı.
Şaka olsun diye sarmayı ağzına götürürken elinden alıp kendi ağzıma attım. Sonrası tam bir felaketti, bir saat boyunca annemin kucağında bağırarak ağladı ve babama durmadan beni şikâyet etti. Böyle zamanlarda neden bir kardeşim olduğunu sorgulamaya başlıyordum.
Biraz neşeli biraz ağlamaklı bir yemek sonrası yürüyüş yapmak istediğimi söyleyerek yanlarından ayrıldım. Ormanın içlerine doğru ilerledikten sonra telefonumu çıkarıp Hande'ye mesaj attım. Dün son anda telefon numarasını istemiştim. O da vermişti.
'Sana bir bilmece soracağım eğer cevabı bilirsen bir isteğini yerine getireceğim. Önümde ağaç var, arkamda ağaç var, sağ yanımda ağaç var, sol yanımda ne var?'
Bir süredir kabul etmek istemesem de içimde büyüyen sevginin farkındaydım. Henüz on yedi yaşımdaydım, yaşım küçüktü ama sevgi yaş sorgulamıyordu. 'Birkaç ay sonra on sekiz olacağım.' diye fısıldadım.
Telefonun bildirim sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp hızla gelen mesajı açtım.
''Öküz?''
Yüzümde geniş bir gülümseme oluştu. ''Yanlış cevap.'' Yazıp gönderdim ve hemen yeni bir mesaj geldi.
''Kocaman bir hamburger?''
Bu oyunu sonsuza kadar sürdürebilirdim. ''Son bir tahmin hakkın kaldı. Cevabı istediğin kadar düşünebilirsin.''
Cevap gelmeyeceğini düşünerek telefonu cebime koydum ve yürümeye devam ettim. Büyük dedem küçükken çam ağacının iğneli yapraklarını iç içe geçirerek onlardan küçük bir çam ağacı yapmayı öğretmişti. Resim defterlerimize çizdiğimiz ağaçlara benzerdi. Yerden iğneli yapraklardan toplayarak öğrettiği gibi küçük bir ağaç yaptım ve kamp alanına doğru ilerlemeye başladım.
Yaklaştıkça kardeşimin kahkahası duyulmaya başladı. Babamla top oynuyorlardı. Onları kenarda oturarak izleyen annemin yanına gittim ve elimdeki küçük ağacı uzattım. ''Senin için.''
Küçük çam ağacını izlerken gözlerinde oluşan bulut hemen fark edilir bir hâl aldı. ''Aynı babamın yaptıkları gibi, teşekkür ederim.''
''Üzülmen için yapmadım anne.''
Kolunu omzuma dolayıp sıkıca sarıldı. ''Üzülmedim aksine çok sevindim.''
Bir süre yan yana sessizce oturduk. Top bize doğru geldiğinde havada yakalayarak babama geri atım. ''Babamdan benim için izin alır mısın?'' Yüzüme baktığında konuşmaya devam ettim. ''Bu hafta futbol turnuvaları başlıyor ve iki hafta devam edecek. O arada kurslara gitmek istemiyorum.''
''Babanla konuşurum ama sonrasında çok çalışıp gitmediğin günleri telafi edeceksen?''
''Ederim tabi.'' Yanağına kocaman bir öpücük kondurup oturduğum yerden kalktım ve babamlara doğru ilerledim. Topu havada yakalayıp babama gösterdim. ''Teke tek maç, var mısın?''
''Kaybeden mangalı yakar.''
''Kabul.'' diyerek kale sınırlarını hazırladık. Annem kardeşimi yanına aldığında boş alan bize kaldı ve baba oğul zorlu bir maça başladık.
Hava kararmaya başladığında maç bitmişti ve ikimizde terden sırılsıklamdık. Babam yaşına rağmen zorlu bir rakipti ve yenilmiştim.
''Hadi bakalım Kerem Efendi, mangal seni bekler.'' Babamın alaycı bakışlarına gülümseyerek mangal ateşini yakacağım yere geçtim.
Uğraştırsa da yardım almadan etleri pişirmeyi başarmıştım. Hep beraber yedikten sonra bir süre daha birlikte vakit geçirip dinlenmek için çadırlara geçtik. Annemle babam diğer çadırdaydı Şule benimle birlikte kalacaktı. Sütünü içerken uyuyakalmıştı. Pipetli bardağını yavaşça elinden alıp kenara koydum ve rahat uyuyabileceği şekilde yatırarak üzerini örttüm.
Okumak için kitabı elime aldığımda telefonun bildirim sesiyle geri bıraktım. Mesajı açtığımda gönderilen fotoğrafla yüzümdeki gülümsemeye engel olamadım.
Bir insan neden kendi doğum günü partisinde palyaço kılığına girerdi ki? Tek eksiği kırmızı bir burundu.
''Burunsuz bir palyaço mu, ciddi olamazsın?'' Yazıp gönderdim.
''Sol yanında ne olduğunu araması için gönderdim.'' Gelen cevapla düşüncelerim bir kez daha dağıldı. Bu sorunun cevabını gerçekten anlamamış mıydı? Belki de hiç anlamaması daha iyidir diye düşündüm ve sol yanımda uyuyan Şule'nin fotoğrafını çekip gönderdim.
Uzun bir süre cevap gelmesini bekledim. Gelmeyeceğini kabullendiğim an bildirim sesi çadırın içini doldurdu. Mesajı açtığımda tek bir kelimeyle karşılaştım.
''Şapşal!''
Ne demekti ki şimdi bu? Çadırdan çıkıp annemlerin çadırına gittim. Fermuarı aralayıp fısıltıyla seslendim. ''Anne'' bunu birkaç defa tekrarlamam gerekti. Uykudan uyanan annem gözlerini ovuşturarak bana baktı.
''Kerem, bir sorun mu var?''
''Bir şey soracağım.'' Yattığı yerden doğrulup bana yaklaştı. ''Sen hiç babama şapşal dedin mi?''
Bir süre yüzüme baktı. ''Oğlum gece gece bu nasıl soru? Gidip uyu hadi.''
İç çekerek çadırıma geri döndüm ve başımı yastığa koydum.