"Ne diyorsun sen Eris? Emin misin?"
Lewis'e döndüm. "Emin değilim. Sadece bir varsayım."
"Nasıl ulaştın bu varsayıma?" Meraklı Naya herkesten daha çok ilgileniyordu bu konuyla. Elçi olarak gönderildiği için belki de çok fazla sorumluluk hissediyordu.
"Uzun hikaye."
"Ne oldu anlat."
"Benimle gelin. Size orada her şeyi anlatacağım." Dereyi görmeden paçaları sıvamak dedikleri bu olsa gerekti. Sadece bir tahminde olsa bundan çok emindim. Onlar orada bir yerde olmalıydı.
"Umarım yanılmıyorsundur Eris." Aisy hepsinden önce kalkıp dışarı çıkmıştı. Yanılmam en çok onu üzecekti, bunun farkındaydım.
Hep beraber ormanda yürüyüp onlara öncülük ediyordum. Yol boyunca konuşmamıştı hiçbiri. Sadece beni takip ediyorlardı.
Dün Aisy'i getirdiğim yere ulaştık. Oturduğumuz yerdeki papatyalar zarar görmüş, boyunları bükülmüştü adeta. Gözlerimi papatyalardan ayırıp arkamı döndüğümde Aisy'nin papatya toplamak için eğildiğini gördüm. Durup onu izlediğimde Naya heyecanlı bir şekilde konuştu.
"Burada deniz mi var?"
Lewis homurdandı. "Gökyüzündeyken hiç deniz görmediğini söyleme."
"Görmedim. Sorun mu var?"
"Sorun yok. Sadece şaşırdım da. Yukarıdan baktığında dünyanın dörtte üçü suyla kaplı. Nasıl görmezsin diye şaşırdım sadece."
Lewis açıkça onunla dalga geçiyordu. Naya da bu duruma sinirlenmişti. Yavaşça Lewis'e yaklaşıp her zamanki sinirli haline kıyasla sakince konuştu.
"Gökyüzünde işler sandığın gibi yürümüyor bay Lewis. Hayatını mahzende geçirmiş bir elçiden denizi görmesini bekleyemezsin, öyle değil mi?"
Mahzende miydi yani bu âna kadar..? Gökyüzü büyücülerinin elçisi ne yapmış olabilirdi de bunca zamandır mahzende kalmış olabilirdi ki...
Naya Lewis'ten uzaklaşıp arkasını dönüp kollarını bağlamıştı. Lewis hatasını anlayınca kafasına eliyle vurup aptallığına yanıyordu. Erkek milleti değil miyiz? Hepimiz aynıyız. Kadınlar bu konuda haklıydı.
"Sen onları gitmek istediğin yere götür. Ben bir yere gidip geleceğim." Aisy'e döndüm. Elindeki papatyalarla karşımdaydı. Onları nereye götüreceğini iyi biliyordum. Uçurumun kenarına götürüp ailesinin anısına onları denize atacaktı yine. Kafamı salladım. Denize doğru gidişini izledim bir süre.
"Hadi gidelim."
Aisy'nin biraz arkasından denize doğru gidiyorduk. O uçurumun kenarına yaklaştığında biz de sonunda denizi görmeye başlamıştık. Elindeki papatyalara bir şeyler mırıldanıp denize fırlattı. Belki de gerçekten ailesinin bedenlerinin bulunduğu o yere attı.
"Aisy ne yapıyor?"
"Ailesini anıyor."
Arkasını döndüğünde bizi gördü. Yüzünde şaşkınlık ve anlamadığım bir şekilde öfke vardı. Hızlı adımlarla yanımıza geldi. Tam karşımda durup kolumu tutup beni çekiştirmeye başladı. "Sen bir gelsene benimle." Gelirim.
Naya ve Lewis'ten epeyce uzaklaştığımızda durdu nihayet. Gözlerini kapatıp nefesini dışarı verdi.
"Sen ne yapmaya çalışıyorsun?"
"Ne yapıyorum?" Sinirlenince ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Onu sinirlendirmek hoşuma gidiyordu. Gülümsedim. Bu onu daha çok sinir etmiş olacak ki göğsüme vurdu.
"Neden gülüyorsun sen? Gülme."
Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Gülmüyorum."
"Burada seninle olmak istemiyorum. Neden buraya getirdin bizi? Bunu bilerek mi yaptın?"
Kafamı salladım. "Hayır. Bedenlerin burada olduğunu düşünüyorum."
Etrafına bakındı. "Eris burada bedenlerin konulacağı bir yer bile yok." Tekrar derin bir nefes verdi. Onu sinirlendiriyordum. "Gerçek niyetini söyle."
"Bedenler denizde. Denizin içinde..."
"Bundan nasıl bu kadar eminsin?" Gözlerini gözlerime dikmiş gerçekten de benden "eminim" kelimesini duymak ister gibi bir hali vardı. Ama ona bunu söylemek çok zordu. Hayal kırıklığına uğrayabilirdi.
"Dün gece... Bir kız gördüm ormanda. O kız beni şehrime ışınladı. Sekiz yıl öncesine."
"Bekle ne? Sekiz yıl öncesi mi?"
Kafamı salladım. "Seni uyandırdığım güne götürdü beni." Olanları tekrar yokladım kafamda. Sanki her an tekrar unutacakmışım gibi hissediyordum.
"Sonra ne oldu?"
"Sanırım ruhum çocukluğumdaki bedenime aktarıldı. Bu bedenim ise uyandığımda denizdeydi."
"Her şeyi anlat bana."
Ona onu nasıl uyandırdığımı ve sonrasını anlattım. "Denizde uyandığımda boğulmak üzereydim." durup tepkisini izledim. Sanki olanları daha önceden biliyormuş gibiydi.
"Dün gece rüyamda görmüştüm yaşadıklarını. Sen hatırlayınca otomatik olarak bende hatırladım sanırım. Rüya sanmıştım."
"Gerçekten de bir gökyüzü büyücüsüymüşüm."
Bununla ilgilenmedi. "Peki sonra ne oldu? Denizde yani?"
"Hiçbir şey. Ama düşününce mantıklı gelmiyor mu? Ruhum bedenimden ayrıldı ve bedenim denizin altındaydı bu süreçte. Belki de ruhu bedeninden ayrılan bedenler denize atılıyordur."
Buralarda başka su kaynağı olmadığını öğrenmiştim. O halde o bedenlerin burada olmaktan başka ihtimali yoktu.
Aisy derin düşüncelere dalmış olacak ki etrafımda volta atmaya başladı. O da bunun olabilirliğini kafasında tartıyor olmalıydı.
"Haklısın." Tam karşıma geçip durdu. "Onları burada bulabiliriz." Yüzünde umut ve umutsuzluk karışımı bir ifade vardı. "Ya burada değillerse?"
"Bütün dünyayı karış karış ararım o halde." Gülümsedi. Uzun zaman sonra ilk defa söylediğim bir şey onu gülümsetmişti. Belki beni asla affedemeyecekti ama zamanla alışıp eski halimize geri dönebilecektik.
"Hadi bakalım o halde."
Lewis ve Naya'nın yanına gittik. Gülüşüp sohbet ettiklerini gördüğümde az önce olanlardan sonra aralarındaki buzları erittiklerini anlamıştım. Bir biz eritemiyorduk aramızdaki buzları.
"Denize bakacağız."
"Ben yüzme bilmiyorum ki." Lewis eski halindeyken gözüme bu kadar aptal görünmüyordu. Aptal.
"Ya sen bin yaşından büyük değil misin? Nasıl yüzmeyi öğrenmezsin?"
"Yaşımı neden karıştırıyorsun sen şimdi bayanların önünde." Lewis göz ucuyla Naya'ya bakıp konuşmasına devam etti. "Öğrenmedim hiç lazım olmadı çünkü."
"Şu anda lazım değil merak etme sen." Denize doğru döndüm. Koskoca deniz tam karşımda sert dalgalarla çarpıyordu kıyıya. "Güçlerimi kullanacağım."
Bir kaç adım öne çıkıp uçurumun kenarına yaklaştım. Su metrelerce aşağımda dans ediyordu adeta. Derin bir nefes alıp suyu davet ettim. Kollarımı açıp suyu kendime davet ettim.
Denizden parçalar kopup vücudumu sardı. Kollarımın altından geçip kafamı okşar gibi ıslattı tüm vücudumu. "Beni sana götür." Ayaklarımın altına denizi serdiğimde kendimi yavaşça aşağı bıraktım. Denizin içine daldığımda sular ayağımın altında sert bir zemin yaratmıştı. Derince nefesimi bırakıp yürümeye başladım. Yürüdükçe önümdeki yol şekilleniyordu. Etrafımdaki su damlacıklarını elime topladım. Hepsi birer bebek gibi avucumun içindeydi.
"Hoşgeldin ulu gökyüzü büyücüsü... Seni yeryüzünün en derinliklerine indiren de nedir?"
Sesin nereden geldiğine bakmak için etrafımı inceledim ama bir türlü görememiştim.
"Su saydamdır. Suyu göremezsin ulu büyücü."
Doğru. Neden onu arıyorsam. İşime odaklandım. Eğilip suyu selamladım. Su kutsaldır. Su da en az insanlar kadar saygıyı hak edendir.
"Lafa nasıl gireceğimi bilmiyorum. Denizin altında... Ruhları çalınmış bedenler olabilir mi?"
"Denizin altında envai çeşit balık türü bulunuyor ulu büyücümüz. Denizin altında çeşit çeşit bitki türü bulunuyor ulu büyücümüz. Denizin altında yosunlar, mercanlar, odun parçaları, taşlar, balıklar, yengeçler, kaplumbağalar bulunuyor ulu büyücümüz. Bir beden yoktur fakat."
"Emin misin? Ben neden buraya geldim peki ruhum bedenimden ayrıldığında?"
"Doğru bir tahmin yürütmüşsünüz efendim. Lakin aradığınız cevap burada değil."
Aradığım cevap burada değilse neredeydi? Madem doğru bir tahmin yürütmüştüm neden o bedenler denizin içinde değildi? Bu şehirde bu deniz dışında süs havuzu bile yoktu. Bütün bu bedenler neredeydi?
"Teşekkür ederim Su."
"Ulu büyücü... Biz teşekkür ederiz. Sana hizmet etmeye devam edeceğiz."
Gülümsedim. Arkamda dört elementin suyu vardı. Evet hepsini yönetmem mümkündü. Ben, kral, Aisy... Belki de daha nicesi.. Ama su bana saygı duyuyordu. Onu yöneten değil onu anlayan, onu kavrayan olmuştum.
Ayağımın altındaki sert zemin yavaşça havalanmaya başladı. Su beni uçurumun kenarından aldığı yere tekrar bırakıp sertçe çarpmıştı denize doğru. Dalgaları seyredip çocuklara döndüm.
"Bir iz bulabildin mi?" Umutla bakan Aisy'e baktım. Özür dilerim Aisy.
"Hayır. Denizde yok. Ama doğru yerden başladık aramaya. Bedenler suyun içinde." Suyun dediklerinden bunu çok iyi anlamıştım. Onlar bir yerde suyun içindelerdi.
"En azından elimiz boş dönmeyeceğiz." Öyle. Bunu öğrenmek bile bir adımdı. Önümüzde ne kadar uzun bir yol olsa da biz bir adım atmayı başarabilmiştik.
***
Salonda oturup nihayet Naya'nın anlatacağı her şeyi dinlemek için hazırdık.
"Bildiğim şeyler kısıtlı. Ve başka şansımız yok dün de dediğim gibi. Bu gökyüzü büyücülerinin ilk ve son yardımı." Doğal dengeyi bozmak istemeyişlerini çok iyi anlıyordum. Bir şeyleri bizim yapmamız gerekiyordu. Hataları bizim düzeltmemiz gerekiyordu. Doğal denge alt üst olursa yaşamın ne anlamı kalırdı ki... "Uzun yıllar önce, Eris bir gökyüzü büyücüsüyken dünyaya gönderildi. Kral Timus'un halkına yaptıklarından sonra tahtın başına gökyüzü büyücüleri tarafından Aisy'nin babası Kral Karan geçmişti. Kral Karan bu şehrin en güçlü kralı ve büyücüsüydü. Aisy de güçlerini babasından alıyor." Peki annesi? Annesi kimdi ve ne yapıyordu? "O zamanlarda gökyüzü büyücüleri tarafından öngörülen bir şey oldu. Kral Timus'un oğlu olduğu öğrenildi. Tahmin edersiniz ki bu kişi Kral Dias'tan başkası değildi. Kral Dias babasından daha hırslı ve daha öfkeliydi. Kral Karan'ın ve ailesinin gücünü almak için durmadan deniyordu. Çabaları her seferinde boşa gitse de babası gibi o da büyücülerin ruhlarını çalmaya başladı. Kral Karan'ın ailesi ve doğmak üzere olan kızları tehlike altındaydı. Gökyüzü büyücüleri Kral Karan'ın kızını uyutacağını anladığında onu korumak için Eris'i kullandı. Eris'i dünyaya gönderdi. Eris hamile kalma olasığı asla olmayan bir kadının mucizesi oldu. Onun bedeninde gelişip büyüdü." Annemin sözlerini hatırladım. Doktorlar ona her zaman bir çocuğu olamayacağını söylemiş. Bana hamile kaldığını öğrendiği gün saatlerce ağladığını ve bu mucizeye inanamadığını söylemişti. Onun her zaman mucizesiydim. Annemi hatırlayınca gülümsemiştim. Beni Japonya'da işlerimin başında sanıyordu. Burada neler yaptığını bilse muhtemelen delirirdi. "Geçmiş hayatını unuttu. Günü geldiğinde hatırlayacaktı. Günü geldiğinde Aisy'i uyandıracağı kaderinde vardı." Aisy'e döndüm. Artık ikimiz de o geceyi iyi hatırlıyorduk. Onu uyandırdığım o geceyi...
"Kral Dias büyücülerin ve Kral Karan ve karısının ruhunu kalbinde taşıyor. Bedenleri bulmamız lazım. Daha sonrasını gökyüzü büyücümüz halledecek." Ben ne yapabilirdim ki? Tamam bir gökyüzü büyücüsüydüm ama hala gelişme aşamasındaydım. Daha kralı bile yenemiyordum. "Kral Dias'ın kalbini söküp kaybolan ruhları bedenlerine iade etmen gerekecek."
"O güne kadar umarım bu dediğini yapacak kadar güçlü olabilirim." Kendimden çok korkuyordum. Başaramamaktan...
"Merak etme, kendini geliştirmen için çalışmaya devam edeceğiz."
Kafamı sallayıp ellerimi birleştirdim. Tüm o büyücüleri ve Aisy'nin ailesini kurtarmak benim sorumluluğumdu.
"Yarın Kralın yanına gideceğim. Bir şeyler öğrenmeye çalışacağım." Bu sefer Aisy'e yapma demedim. Kendi kararıydı ve buna saygı duymak zorundaydım. Üstüne gittikçe her şey daha kötü oluyordu. Sonuç olarak ikimizin de tek bir amacı vardı. O amacı gerçekleştirirken onu darlamayacaktım.
"Ben de kralın adamı olmak için neler yapabilirim ona bakacağım." Lewis'de aralarına sızmak için krala yaklaşacaktı. Naya'ya döndüm.
"Ben de seni çalıştırmaya devam edeceğim Eris." Kafamı salladım. Herkes iş bölümü yapmıştı. Üstümüze düşeni yapacaktık...