1.Bölüm

1690 Words
Rüzgâr bir gün süzülerek dağların arasından geniş ormanlıklara ulaştı. Esintisiyle birlikte ağacın dalındaki yaprak sallanmaya ve rüzgârın şarkısına eşlik etmeye başladı. Rüzgâr yaprağın dansına, canlılığına, daldaki salınışına hayran oldu. Ve o günden sonra şarkılarını yalnızca yaprak için söylemeye başladı.                                                                   Rüzgârın Aşkı 15 Eylül 2013 / İzmir Hazan geçmişin kâbuslarından sıyrılarak, titredi ve kendine geldi. Gözyaşlarının ne zaman akmaya başladığının farkında değildi. Geçmişi hâlâ her anısıyla, hissettirdiği ölümcül korkusuyla hatırlıyordu. Bir insanı öldürmüş, on bir yıl hüküm giymişti. Adaleti sağlamak için çıktığı üniversite yolu, demir parmaklıkların ardında son bulmuştu. Üniversitede okuduğu dönem boyunca her bir maddesini ezberlemeye çalıştığı, mantık yürüttüğü anayasa on bir yıl hüküm yemesine engel olamamıştı. Evinde, hatta odasında saldırıya uğrayıp, kendini koruması nefsi müdafaa ile değil, hapisle son bulmuştu. Bir kere olsun keşke dememiş, yaptığından pişman olmamıştı. Oysa anayasada verilen cezalar insanları suç işlemekten caydırmak içindi. On bir yılını yiyen cezaevi bile pişman olmasını sağlamamıştı. Hâkim karşısına çıktığı anlar canlandı gözlerinde. Kekelemeden, pişmanlık belirtisi göstermeden, tek bir damla gözyaşı dökmeden olduğu gibi anlatmıştı her şeyi. Kendini, bedenini, canını koruması cezaevi yoluyla ödüllendirilmişti. Hâkimin hafifletici dediği sebepler gençliğinin, yıllarının elinden alınmasını engelleyememişti. Sadece gençliği değildi giden, keşke ödediği bedel bununla kalsaydı. Tek pişmanlık duyduğu şey buydu. Ailesine verdiği sözleri tutamaması… Babasının karşısına avukat olarak değil, katil zanlısı olarak çıktığı o günü ömrü boyunca asla unutamayacaktı. Ne annesinin, ne babasının cenazesine gidebilmişti. Acı haberlerini cezaevi müdüründen öğrenmişti. Kader aldığı cana karşılık, iki canını almıştı. Bir hafta sonra cezaevinden çıkacaktı. Nereye gidecekti, ya da kime? Annesini yedi, babasını altı yıl önce kaybetmişti. O günden sonra gelen olmamıştı ziyaretine. Dışarıda ne yapacaktı? Korktuğu İzmir her şeyini elinden almış, yutmuştu. Hazan değişen dünyaya adım atmayı hiç ama hiç istemiyordu. Sonbahara girmek üzereydi mevsim. Bir hazan mevsimin son ayında hayatı bitmiş, yeni bir hazan mevsiminin başında özgürlüğü avuçlarına verilmişti. “Anlamsız bir özgürlük!” diye fısıldadı demir parmaklıklar ardından bulutlu gökyüzünü izlerken.                             ***   Sonbahar mevsimini seviyordu. Sevdiği için mi hiç bırakmamıştı yakasını acaba? Dudaklarında acılı, iç yakan bir tebessüm oluştu. Hayatındaki bütün acı haberleri, yaşamının yönünü değiştirecek olayları nedense hep sonbahar mevsiminde yaşamıştı. Cezaevine girmesi, annesinin ve babasının ölümünü… Şimdi yine bir sonbahar mevsimindeydi ve hayatını değiştirecek özgürlük haberini almıştı.   Genç bir kızken cezaevine girmişti. İlk zamanlar çoğu geceleri kâbuslarla geçerdi. Kimseyi öldürmek istememişti ama olaylar bu raddeye gelmişti. Pişman değildi fakat yine de üzüntü duyuyordu. O adi herifin ölümünden değil ama onun yaşamına son veren kişi kendisi olduğundan dolayı üzüntülüydü. Bu acıya dayanamayıp ölen annesi ve babası için üzüntülüydü. Gençliğini, en güzel yıllarını, anne ve babasını kaybettikten sonra özgür olmak Hazan’a hiçbir şey ifade etmiyordu. Buraya alışmıştı. Demir parmaklıklar ardında kendini güvende hissediyordu. Yatacak yeri, tok bir midesi vardı. Dışarıda kendini bekleyen amansız bir hayat olduğunu biliyordu. Elindeki sabıka kaydıyla iş bulamayacağından oldukça emindi. Kim bir katile iş verirdi ki? İnsanlar için hangi sebeple cinayet işlediği önemli değildi, onları yalnızca sonuçlar ilgilendiriyordu. Hazan’ın dışarıdaki hayata karşı ne umudu vardı ne de tutunacak dalı. Hayatını elinden alan herkesten nefret ediyordu.   “Gözün aydın Hazan, çıkıyorsun artık.” Duyduğu sesle başını gökyüzünden ayırarak bakışlarını yanına ilişen kadına çevirdi. Kahverengi gözleri sevecenlikle ışıldadı. “Ne aydını Fatma teyze? Beni yeniden kurtlar sofrasının içine atıyorlar. Dışarı çıkmak istemiyorum.” Fatma Hanım gülümseyerek genç kadını kendine çekti. Kucağına yatmasını sağlayarak, Hazan’ın yıllar içinde uzayan kahverengi saçlarını okşamaya başladı. "Deme öyle güzel kızım. Daha çok gençsin, önünde uzun bir hayat var. Bana kalırsa bir daha buranın kapısından bile geçme. Bak bana, elli altı yaşındayım ama hala on yıl cezam var. Buradan ölüm çıkacak,” diyen yaşlı kadın hafifçe iç çekti. Hazan saçlarını okşayan Fatma teyzesi için dökmeye başlamıştı gözyaşlarını. Çarpık adalet sisteminden nefret ediyordu. “Bilmiyorum Fatma teyze,” diyerek fısıldadı bir süre sonra. “Beni neyin beklediğini bilmiyorum ve bu beni korkutuyor.” Fatma Hanım, Hazan’ın üzgün sesiyle susmayı tercih etti. Genç kadının hissettiği korkuyu, çaresizliği içinde yaşıyordu. Dünya eskisi gibi bir yer değildi. Yıllar geçtikçe düzen değişmiş, kötülükler artmıştı. Hazan’ın yolunun bir daha buraya düşmesinden deli gibi korkuyordu. Kucağında yatan genç kadına dua etmekten başka bir yardımının dokunamayacağını biliyordu.                             ***   Hazan sessiz ve bir o kadar zorlu bir hafta geçirmişti. Pencere kenarındaki ranzasından ihtiyaçları dışında hiç kalkmamıştı. Düşünceleriyle savaş verirken zaman geçip gitmiş, hiç istemediği çıkış günü gelmişti. Küçük valizini demir kapının hemen yanına koydu ve herkesle tek tek vedalaştı. Diline dolanan “Allah kurtarsın,” sözcüğü herkesin, “Allah bir daha düşürmesin,” temennisinin arasına karışıyordu. Dilekler dualara, dualar dileklere dönüşüyordu. Koğuşa son bir bakış atarak, gardiyanın eşliğinde ömrünün geçtiği koğuştan adımını dışarıya attı. Heyecanla çırpınan kalbinin eşliğinde koridorlar uzadıkça uzuyordu sanki. Yıllardır böylesine farklı duyguları hiçbir arada yaşamamıştı. Bir yanı dışarıdaki hayatı görmek için heyecan duyarken, diğer tarafı çıktığı deliğe geri dönmek için delice çırpınıyordu. İkilem arasında kalan kalbinin hissettirdiği duygular bedenine oldukça yabancıydı. Uzayıp giden koridorları gardiyan eşliğinde arşınlarken aklına girişi geldi. Azrail gibi insafsız bir memur eşliğinde ürkek bir güvercin gibi atmıştı içeriye adımlarını. Daha on dokuz yaşındaydı. Boşa geçen koca on bir yıl… Açılan koca demir kapıların ardından yanındaki memurun adımları durdu, hafifçe tebessüm ederek, “Allah bir daha düşürmesin,” dedi sessizce. Cevap vermedi. Onu dış dünyaya kapatan kapıya ulaşana kadar başını kaldırmadan yürüdü. Cezaevi askerinin açtığı kapının arasından geçerek, yeni hayatına ilk adımını attı. Hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Kalabalık caddeye, hareket eden araçlara boş gözlerle baktı. Sahi, artık özgür bir kadındı değil mi? Yalnız ve özgür… Saatlerdir sokaklarda amansızca boş boş dolaşıyordu. Hava kararmaya başlamış, caddeler daha da kalabalıklaşmıştı. İş çıkış saati gelmiş, herkes evine gitmek için yola koyulmuştu. Ne yapacaktı ki bu koca şehirde? Hayatını yutan İzmir’de kalmak gibi bir niyeti yoktu işin gerçeği. Bu şehir gençliğini ve yıllarını bitirmişti. Cezaevinde yıllarını geçirmiş biri olarak korkusuz olması gerekiyordu değil mi? Dudaklarında alaycı, bir o kadar acılı bir tebessüm oluştu. Tam aksine deli gibi korkuyor, ne yapacağını bilmiyordu. Kafesten yeni çıkmış, uçmayı bilmeyen ürkek bir serçe gibiydi. Kolu, kanadı kırılmış ürkek bir kuştan hiçbir farkı yoktu. Daha içeride birkaç ay zamanı olduğunun hesaplarını yaparken, erken tahliye haberini almıştı. Müdürün söyledikleri beyninde yeniden yankılandı ve dudaklarından kaçan kahkahaya engel olamadı. İyi halden çıka çıka birkaç ay erken çıkmıştı sadece. Uyuşturucu tacirleri, tecavüzcü herifler iyi halden yarı indirimle çıkarken kendisine yapılan haksızlıktı. Anayasayı, her maddesini ezbere biliyor olmasaydı, belki de bu kadar takılmazdı. Ama iki yıl boyunca ezberlediği anayasa ile cezasının hiçbir ilişkisi yoktu. Adalet zenginden fakire, fakirden zengine farklılık gösteriyordu. Ve Hazan artık adalet kavramından gerçekten nefret ediyordu. Otobüs terminalini fark etmesiyle hızlı bir karar vererek terminale yöneldi. Bu şehirden bir an önce kurtulması gerekiyordu. Zaten bu koca şehirde kalıp ne yapabilirdi? Otobüslerin arasından geçerken gördüğü Bursa yazısıyla kararını vermişti. En azından ailesinin olduğu, çocukluğunun geçtiği yere gidebilirdi. Cezaevindeyken biriktirdiği kısıtlı para en azından bir hafta idare etmesine yeterdi. Mudanya’ya gittikten sonra bakacaktı başının çaresine. Biletini aldıktan sonra isyan eden midesini doyurmak için terminalin içindeki büfeye yöneldi. Bir tost ve meyve suyu alarak bekleme salonundaki boş sandalyelerden birine oturdu ve otobüs saatinin gelmesini beklemeye başladı. Ortalık o kadar gürültülüydü ki düşüncelerine odaklanamıyordu. Kalabalık insan güruhu gözünü korkutuyor ve aşırı tepki vermesine sebep oluyordu. Normal biri gibi davranmak çok zordu. Uzun süredir bu kadar insanı bir arada görmemişti. Sanki ülkede savaş çıkmıştı ve herkes bir yerlere kaçışıyordu. Aklı Hazan’a oyunlar oynuyor ve her an tetikte olmasına sebep oluyordu. Otobüs saatinin yaklaştığını fark edince oturduğu yerden kalktı ve otobüslerin bulunduğu tarafa yöneldi. Bineceği otobüsü bularak orta kapısından içeriye süzüldü. Koltuğuna yerleşerek küçük valizini ayaklarının altına koydu ve başını cama yasladı. Araç hareket edip İzmir’den yavaşça uzaklaşırken gözlerini kapandı, dudaklarından küçük bir dua dökülüp geceye karıştı. “Allah’ım bana yardım et.” Genç kadın gibi aynı anda Poyraz da sesini duyması için Allah’a yakarıyordu. Oğlunu kucağına alarak merdivenlerden yukarıya taşımış ve saatlerce uyuyan yüzünü izlemişti. Üç yıl öncesine kadar kendisini bu kadar çaresiz hissettiği bir an olmamıştı. Son üç yıldır yaşadıkları geçmişin bir hesabı gibiydi sanki. Küçük oğlunu bu halde görmek canından can koparıyor, elini kolunu bağlıyordu. Eğer eşi telefon ettiği o gün toplantıyı bırakıp gitmiş olsaydı, o kaza olmayacaktı. Vicdanı hiç susmuyordu. Oğlunu tekerlekli sandalyede gördüğü her an hataları bir bir yüzüne çarpıyordu. Poyraz böyle olmasını hiç istememişti. Devamlı kavga ettiği, her fırsatta yalan söyleyen eşinin yine yalan söylediğini düşünmüş ve toplantısına devam etmişti. Nalan'ın yalanları, kavgacı davranışları evlilikleri boyunca yıpranmasına sebep olmuş, Poyraz genç kadının saçma oyunları yüzünden ona inanmaz olmuştu. Bir gün inanması gerektiği anda inanmamış ve bu hatası eşini kaybetmesine, oğlunun da sakat kalmasına sebep olmuştu. Oturduğu koltukta başını elleri arasına alarak derin bir nefes çekti ciğerlerine. Nalan'ın son sözleri yankılanıyordu yine beyninde. Hastane odasında gözlerini hayata kapatmadan önce yapmıştı yine yapacağını. Tıpkı dediği gibi vicdanıyla baş başa bırakmıştı Poyraz'ı. Nalan kadar babasına da öfkeliydi. Kendisini bir şeylere zorladığı için… En çok da sevmediği biriyle evlendirdiği için… Oturduğu yerden ani bir kararla kalkarak heybetli vücuduyla odayı arşınladı. Uyuyan oğlunu fark edince dudakları arasından kendine bir küfür savurup odasının yolunu tuttu. Eskisi gibi değildi genç adam. Devamlı tebessüm eden, eğlenceli, umursamaz ve dalgacı adam değildi. O günlerin üstünden sanki koca bir asır geçip gitmiş gibiydi. Yirmi beş yaşında babasının zoruyla evlendiği andan itibaren eski Poyraz tarih olmuştu. Nalan ile evliliği, içkiden kendini kaybettiği akşama kadar hep mesafeli olmuştu. Sarhoş olduğu o gece sınırlarını zorlayan karısıyla birlikte olmuş ve o birliktelikten Özgür dünyaya gelmişti. O günden sonra bir daha da ağzına içki koymamıştı. Küçük Özgür doğduğu gün gülmeyen suratı tebessümlere boğulmuştu. Yeniden hayatına tutunmaya başlamış, evliliğinin oğlu hatırına sorunsuz geçmesi için elinden geleni yapmıştı. Fakat Nalan hiçbir şeyden tatmin olmadığı gibi yine sorunlar yaratmış, günleri Poyraz'a zehir etmekle geçirmişti. Poyraz bir süre sonra onu ve davranışlarını umursamayı bırakmıştı. Bırakmasıyla birlikte oğluyla gülen suratı yine sert ve soğuk hallerine dönmüştü. Azap gibi geçen evliliği bir kazayla son bulmuş, canının tek parçası oğlu bu kazayla ayaklarını kaybetmekle kalmamış, cıvıl cıvıl çocukluğunu da kaybetmişti. Her şey üstüne üstüne geliyor, koca çiftliğe sığmıyordu. İçki içmemeye yemin etmiş olmasa çoktan şişenin dibini bulmuş olurdu. Şu an kendisine iyi gelecek tek şey bir kaç kadehti. Lanet olası bir kaç kadeh! Penceresinin önüne gelerek başını lacivert gökyüzüne çevirdi. Gözlerinin rengiyle eş değerdi bu gece gökyüzü. Koyu mavi gözleri öfkelendiği zamanlar olduğu gibi yine laciverte dönmüştü. “Allah’ım bana yardım et.” Pencereden ayrılarak kendini gelişi güzel yatağının üstüne attı. Birkaç saat olsun uyuyabilmeyi diledi. Pencereden ayrıldığı an kayan yıldız belki de duasının kabulüydü.          
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD