Yaprak ufacık bir esintide hissederdi rüzgârı. Kimi zaman öfkeli feryadına, kimi zaman sakinliğine şahitlik ederdi. Onun gücü karşısında heyecandan titrer, varlığını ona belli etmek için şarkısına dansıyla eşlik ederdi. Rüzgâr bilmezdi ama yaprak gizlice onu izlerdi.
Rüzgârın Aşkı
Hazan Bursa Mudanya'da gecenin zifiri karanlığında inmişti otobüsten.. Havanın aydınlanmasına iki saat vardı hemen hemen. Gecenin ayazına aldırmadan incecik montuna daha sıkı sarıldı. Sahil boyu usul usul yürüyor, yüzüne çarpan tuzlu deniz kokusunu hasretle içine çekiyordu. İzmir'de yapmak hiç içinden gelmemişti. Kendini buraya ait hissediyordu. Ailesi terk edip gitmiş olsa bile, Hazan buraya aitti. İlk önce mezarlığa gitmeli, cenazesine gelemediği anne ve babasıyla hasret giderip, af dilemeydi. Acele etmeden yavaş adımlarla sahil boyu yürümeye devam etti. Yarım saat, kırk beş dakika arasında gelmişti istediği yere. Gözlerini kırpıştırıp usul usul mezarlığın içine doğru yürüdü. İçinden konuşmayı eksik etmiyordu tabi.
"Anne, Baba, Ağabey bakın ben geldim." diye fısıldadı. Yan yana yatan üç mezara bakarak.
"Evin küçük kedisi." diyerek kıkırdadı. Hiç sevmezdi abisi ve babasının taktığı lakabı. Hafif tebessümü dudaklarında yok olup gitti. Dizleri üstüne amaçsızca çökerken, gözyaşları akmaya başlamıştı. Nasıl bir hayatı vardı genç kadının. Kaybettiği her şey yüzüne yüzüne çarpıyordu sanki. Varı, yoğu neyi varsa bu üç mezarda yatıyordu. Annesini ve babasını son anlarında görememiş olmak, onlarla vedalaşamamak kalbinde koca bir yara açılmasına sebep olmuştu. İçindeki yara uzun yıllar geçmesine rağmen kapanmamış, her gün kanıyordu sanki. Abisinin neşeli sesini, annesinin saçlarını okşayışını, babasının ona baktığında gülen gözlerini her şeyi özlemişti. Birlikte yedikleri akşam yemeklerini, çıktıkları tatilleri, hafta sonu kaçamaklarını, ailesiyle yaşadığı ne varsa çok özlemişti. İnsan kaybedince kıymetini anlıyordu çoğu şeyin. Birlikte yenilen bir akşam yemeği bile bir lütufa dönebiliyormuş hayatta.
"Sizi çok özledim.." demesiyle hıçkırıkları geceye karıştı. Ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu ki elinden. Ne zamanı geri alabilirdi, ne de geçip giden yılları. Ne de ailesini geri getirebilirdi. Zaman acımasızdı, zaman öğretendi, zaman hem varlık hem yokluk demekti. Zaman en çok pişmanlıktı genç kadın için. Canı öylesi bir acıyla dönülüyordu ki nefes alamadığını hissediyordu. Ne vardı sanki yüce yaradan şu anda, şu yerde alsaydı canını. Ölüm bile güzel görünüyordu şu an genç kadına...
Poyraz ter içinde, hışımla kalktı yatağından. Bir süre nerede olduğunu anlayamamış, etrafını taramıştı hışımla. Her şeyin kabus olduğunun farkına varmasıyla, sıktığı yumruklarını öfkeyle yatağa indirdi.
"Öldün lanet olası. Yine de kurtulamadım senden." diyerek sinirle dişlerini sıktı. Daha ne kadar kabusu olacaktı bu kadın? Lanet işkence artık bitmeyecek miydi? Her şeyin sorumlusu Nalan olmasına rağmen, neden vicdan azabı çeken kendisiydi? Yıllardır ödediği bedel yetmemiş miydi? Oğlunun ödediği bedel yeterli gelmemiş miydi? Daha ne kadar sürecekti bu işkence? Yaşamaktan yorulur muydu bir insan? Poyraz yorulmuştu.
Kendine gelip, yatağından kalktı ve eşofman takımını üstüne geçirdi. Hızlı adımlarla evden çıkıp, arabasına bindi. Çiftlikte çalışan güvenlik duyduğu motor sesiyle afallamış, patronu olduğu anlayınca seri hareketlerle büyük demir kapıyı açmıştı. Arabanın gözden kaybolmasından sonra, başını iki yana sallayıp kulübesine geri döndü.
"Haftanın 3 günü o mezarlığa gitmekten ne anlıyor bu adam?" diye söylendi. 3 yıl olmuştu, koca 3 yıl. Sabahları gitmekten ne anlıyordu acaba? Başını gökyüzüne çevirip şaşkınca salladı. Yeniden ve biraz önceki rahat pozisyonunu ayarlamaya çalıştı.
'"Daha gün bile aydınlanmamış." diye mırıldanıp gözlerini kapattı.
Poyraz arabayı boş yolda hız limitlerini zorlayarak sürüyordu. Biri görse ölüme gittiğini düşünürdü herhalde. Oysa Poyraz'ın tek derdi karısına hesap sormaya gitmekti. Mezarda yatan, eski karısına. Neden çıkmıyordu bu kadın bir türlü kabuslarından? Tıpkı yaşadığı zamanlar yaptığı gibi Poyraz'ı olur olmadık yanına çağırıyordu. Yalan söyleyerek, oyun oynayarak. Şimdi de kabusu olup, uykusundan ediyordu kendisini. Neden rahat bırakmıyordu bir türlü hala anlamıyordu. Hayatının içine etmiş, hala bir şekilde etmeye devam ediyordu. Son nefesinde bile beddua ederek kapatmıştı gözlerini. Bir insan son nefesinde nasıl beddua edebilirdi? Sevdiğini söylediği birine böyle bir işkenceyi nasıl reva görürdü aklı almıyordu. Sevgi böyle kirli bir değildi ki? İnsanın yüreğini merhametle, umutla doldurması gerekmiyor muydu? İnsan sevince hayata pembe gözlüklerle bakmaz mıydı? Seven insan nasıl böyle nefretle, kinle dolu olabilirdi? Nasıl bir sevgi türüydü bu?
Mezarlığın girişine gelince gürültüyle arabayı park etti ve hışımla arabadan indi. Aklına dolan eski anılar daha da kudurtuyordu Poyraz'ı. 10 yıldır kabusu haline gelmişti sevgili eski eşi. Nişanladığı günden bu yana hayatını zehir etmişti. Patika yolu geçip, eski eşinin mezarına yönelirken duyduğu hıçkırık sesiyle başını sağ tarafına çevirdi.
Gecenin bu saatinde mezarlıkta bir kadın görmek kaşlarının yukarı kalkmasına sebep oldu. 3 yıldır haftanın üç gününü mezarlıkta geçiriyordu ve ilk defa birine rastlıyordu. Hem de bir kadına. Başını sallayıp yoluna devam etti.
"Tek manyak benim sanıyordum. İyi bari yalnız değilmişim," diye mırıldanıp, Nalan'ın mezarının başında durdu. Yüksek sesle konuşmuyordu.. Söyleyeceklerini sadece içinden düşünüyordu. 3 yılda öğrenmişti bağırmanın bir işe yaramadığını. Kendisini şizofren gibi hissetse de o kabuslardan sonra buraya gelip sayıp, sövmek terapi gibi olmuştu artık. Başka türlü başa çıkamıyordu yaşadığı gelgitlerle.
"Mutlu musun?" diyerek konuşmaya başladı içinden. Kendi sesi beynine çarpıyor, içinde yeniden yankılanıyordu. "Mutlu musun lanet olası? Hayatımın içine ettin, gittin. Hala yakamdasın. Kurtuluşum yok mu senden baş belası? Sarhoş araba kullanarak tek kendini değil, oğlumun ve benim de hayatımı mahvettin. Rahat mısın yattığın yerde? Umarım değilsindir. Senden nefret ediyorum lanet olası. Oğlumun hayatını, babamın hayatını, benim hayatımı mahvettin. Artık rahat bırak beni? Duydun mu? Rahat bırak beni? Çekil git uykularımdan, defol git yaşantımdan, oğlumla yalnız bırak artık beni. Düş yakamızdan."
***
Hazan sessizce mezarlığa uzanmış anne ve babasının arasında yatıyordu. Yıldızlarla kaplı gökyüzünde, çocukluğunu izliyordu adeta. Kimi zaman dudakları keyifle yukarı kıvrılıyor, kimi zaman hüzün bulutları kaplıyordu kahve gözlerini. Annesini ve sonra babasını kaybettiğini öğrenmiş, o günden beri huzurlu bir uyku uyuyamamıştı. Şimdi iki mezarın arasında yıllardan sonra ilk defa huzurla kapatıyordu gözlerini. Onların varlığını yüreğinde, ruhunda hissediyordu. Son haftasının olduğunu öğrendikten sonra uyku uyuyamaz olmuştu. İçine yerleşen huzurla birlikte, yorgun bedeni gevşemiş gözleri anında uykunun tatlı kucağına bırakmıştı kendini.
Poyraz rahatlamış bir şekilde Nalan'ın mezarına arkasını dönüp, mezarlığın çıkışına doğru yürümeye başladı. Bugünkü terapi seansı da böyle bitmişti. Bir daha gelmemeyi umut ederek ayrılıyordu her defasında buradan ama iki gün içinde bir kabus sonrası yine kendini burada buluyordu. Aklına gelen kendi gibi manyak olan kadını aradı gözleri. Manyak olmasa gecenin bu saatinde ne işi olurdu zaten mezarlıkta? Bulamayınca tam gitmeye hazırlanıyordu ki fark ettiği şeyle patikanın biraz üstündeki mezarlıkların yanına çıktı. Yanılmamış olması, şaşkınlıkla uyuyan kızı incelemesine sebep olmuştu. Yattığı yerdeki mezarların isimleri çekti dikkatini. Üçünün de soyadı aynıydı. Soyadını bir yerden tanıdığını düşündü ama bir türlü çıkaramadı.
"Demek ailesi." diyerek tahmin yürüttü kendi kendine. Dönüp gideceği sırada gönlü razı gelmedi. Genç bir kadının böyle her türlü insanın girebileceği yerde uyuması yanlıştı. İti kopuğu her türlü uğursuzu gelip giderdi buralara. Uyandırmak için yaklaştığı sırada masum yüzü dikkatini çekti..
"Masum?" diye mırıldandı alayla. Kadın milletinin ne kadar şeytan ve fettan olduğunu bir anlığına unutmuştu. Gözleri genç kadının yüzündeki hafif belli olan çillere takıldı. Güneş yeni yeni doğmaya başlamış, gökyüzünü ahenkli bir kızıllık sarmıştı. Günün en çok bu saatini seviyordu genç adam. Huzur diyebildiği tek an tan vaktiydi. Genç kadının çilleri daha bir ortaya çıkmıştı. Bu kızı burada gören kimse ilgilenmez bile onunla diye düşündü bir an. Çelimsiz, bir deri bir kemik vücudu ile kimseye iştah açıcı gelmezdi herhalde? Yüzünde en çok göze batan çilleri ve uzun kirpikleriydi. Uzun saçları esen rüzgarla uçuşuyordu. Dudakları gülümseye hazır gibi görünüyordu. Gözleri uykuya teslim olurken mutlu bir anı düşünüyordu sanırım. Yoksa insan üç mezarın arasına yatıp nasıl mutlu olabilirdi? Mezarlık Poyraz'a en nefret ettiği kişiyi hatırlattığı için, belki de o yüzden tuhaf gelmişti.
İncelemesine son vererek genç kadını uyandırması gerektiğine karar verip "Hanımefendi!" diye seslendi. Bir tepki alamayınca tekrar etti. "Hanımefendi!" Kaşları sinirle çatılmaya başladı. Sağır mıydı bu kadın? O kadar işi gücü varken bir de bununla uğraşıyordu. Yine de gönlü gitmeye razı gelmiyordu. İyilik meleği tarafına bir küfür savurup yavaşça uyuyan kadının omzuna dokundu. Bir kaç saniye beklemesiyle yine bir tepki alamamış, dokunduğu omuzu bu defa şiddetle dürtmesiyle neye uğradığını şaşırmıştı. Kendine korkuyla bakan kahve gözlere dehşetle bakıyordu.
Kahretsin! Bu da neyin nesiydi böyle? Kendini yerde bulmuştu. Hem de çelimsiz bulduğu kadın tarafından! Afalladı. Neye uğradığını anlamamıştı. Genç kadının çığlık atıp kaçması gerekirdi, üstüne saldırması değil.
Poyraz genç kadını uyandırmaya o kadar odaklanmıştı ki, ne olduğunu anlayamadan kendini sırtüstü yerde bulmuştu. Hazan omzunda hissettiği eli tuttuğu gibi ters çevirmiş, tehlikeyi kendinden uzaklaştırma telaşıyla kendinden hayli güçlü ve kuvvetli adamı sırtüstü yere yapıştırmıştı. Korku insana inanılmaz bir güç veriyordu.
Korku dolu bakışları, kendisine şaşkınlıkla bakan adamın gözleriyle buluştu. Yaşadığı adrenalin ve korku kalp atışlarını hızlandırmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Kolay değildi. Yıllar boyunca cezaevinde türlü olaylarla karşı karşıya gelmiş, kendisini korumasını yeteri kadar öğrenmişti. Bir çok farklı nedenle hüküm giyen insanların arasındayken, rahatça uyuması, insanlara arkasını dönmesi kolay bir şey değildi. Hele öldürdüğü adamın babasının Hazan'a her defasında pusu kurma merakı kendini devamlı tetikte tutmasına neden olmuştu. Her zaman tetikte olmaya alışkındı. Öfkeyle yanan lacivert gözlere bakarken, adamın kendisinden ne istediğini anlamaya çalıştı. İlk defa bu kadar koyu bir göz rengi görüyordu. Laciverte benziyordu resmen. Lacivert göz rengi de mi oluyordu? Adamın öfkesi düşüncelerini sekteye uğrattı. Serseri tipli biri olmasa bile, tetikte olması kendi yararınaydı.
Poyraz oldukça şaşkın bir halde cılız kadına bakmaya devam ediyor, sırtüstü yattığı çimenden kalkmak için herhangi bir eylemde bulunmuyordu. Böyle bir tepki beklemediği açıktı. Ne olduğunu bile anlamamış, kolunun acısıyla kendine geldiği anda çimenle bütünleşmişti. Bu kadar zayıf ve çelimsiz birinden gördüğü güç gösterisi oldukça şaşırmasına sebep olmuştu. İnce vücudu tekrar tekrar süzerken, içinden kendine saydırmayı ihmal etmiyordu. Bir kadın tarafından alaşağı edilmek utanç vericiydi. Gafil avlanmıştı. En sonunda kendine gelerek, yerden destek alıp ayağa kalktı. Üstünü başını silkeledi. Zamansız gelen her şeyden nefret ederdi. Bu kadın da zamansız bir anda karşısına çıkmıştı.
Poyraz'la birlikte otomatik olarak Hazan da hareket etmiş ve ayağa kalkarak temkinle adamın hareketlerini izlemeye başlamıştı. Poyraz duruşunu düzeltti ve dik bir şekilde kendinden oldukça kısa boylu olan kadına baktı. Bu ufacık boyuyla mı alaşağı etmişti bu kadın kendisini? Sinirli bir şekilde ağzının içinde bir şeyler geveledi. Kadının boyu omzuna bile gelmiyordu. Lanet olsun! Nasıl bu kadar dikkatsiz davranabilmişti? Kahverengi gözlerin korkuyla oynaştığının, her hareketini takip ettiğinin farkındaydı. Genç kadını korkutmak değildi niyeti ama korkmasına sebep olmuştu. Özür dilemeyi kendine yakıştıramıyordu ama dilemesi gerektiğini biliyordu.