Rüzgar esmek için her anı kollardı. Bulutları izlerdi gün boyu. Güneşin saklandığı anları asla kaçırmazdı. Yaprak’ını okşamak, ona şarkılar söylemek için her fırsatı kollardı.
Rüzgarın Aşkı
Hazan hiç düşünmeden, hesap yapmadan, geri dönüşünün olmadığının bilincinde olarak bırakmıştı bedenini. Bedeni büyük bir hızla aşağı doğru düşüşe geçerken, yüreği ilk defa ölümü bu kadar canlı hissetmişti. Gözlerini sımsıkı kapatıp, sonunu görmek istemeyerek gözlerini kapattı. Kalbinde binlerce kuş kanat çırpıyor, yaşadığı adrenalinden dolayı nefesi kesiliyordu.
Hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Şimdi ölüme bu kadar yakınken ne kadar boş ve anlamsız bir hayat yaşadığını düşündü. On dokuz yaşında cezaevine girmişti ve son onbir yılı cezaevinde geçmişti. Ondan öncesi de okul sıralarında geçip gitmişti. Hatıralarında bir tek çocukluğu özel ve güzeldi. Gerisi anlamsız bir hiçlik... Bomboş, anlamsız, tamamen tekdüzeydi. Aşık olmamış, birisi tarafından sevilmemiş, annesi ve babasına doyamamış, bir ranza tepesinde yemişti ömrünü. Yaşamak nasıl bir şeydi bilmiyordu Hazan. Böyle anlamsız bir yaşam olur muydu? Cezaevinde ömür çürütmek için mi gelmişti dünyaya? Sahi hayat bu kadar değersiz miydi? Gerçekten de ölüm onun için en iyisiydi sanırım…
Zeynep Hanım ne olduğunu anlamaya çalışana kadar genç kız uçurumdan atmıştı kendini. Büyük bir çığlık atıp ileride bekleyen şoförüne seslendi. Titreyen parmaklarıyla ambulansa haber vermeye çalışırken, bir yandan da şoföre dehşetle olanları anlatıyordu. Elleri ayakları titriyordu yaşlı kadının… Tansiyonu düşmüştü büyük ihtimalle. Korkudan kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Hayat bu kadar ucuz muydu Allah aşkına? Gencecik kız ne diye kıyardı canına?
"Kız attı kendini oğul, çabuk ol! Aşağı in."
Zeynep Hanım hergün yaptığı günlük yürüyüşü için gelmişti buraya. Ölen eşiyle tanışmasına vesile olan bu yerde yapıyordu daima yürüyüşlerini. Şoförün kendisiyle gelmesinden her zaman nefret etse de ilk defa yanında olması bir işe yaramıştı. İçinden oğluna teşekkür ederken ambulansdan sonra sahil güvenliğe de haber vermişti. Dönen başını düşünmemeye çalışarak uçurumun kıyısına yaklaştı yavaşça. Dik kayalar bulunmadığı için kurtulma şansının olacağını düşünüp derin bir nefes aldı. Yamaçtan aşağı inmiş olan şoförüne ve balıkçılara bakarken, geç kalınmamış olması için dualar etmeye başladı. Yaşamak her şeye rağmen güzel ve değerli olmalıydı. Allahın verdiği canı Allah alırdı. Böyle bilmiş, böyle yetişmişti.
Hazan büyük bir hızla betona çakılır gibi düşmüştü dalgaların arasına. Yuttuğu suyla birlikte denizin dibine çekilirken can havliyle çırpınmaya başlamıştı. Bedeni kendinden bağımsız hareket ediyor gibi kurtulmaya çalışıyordu. Hem ölmek istiyor, hem istemsizce çırpınıyordu. Ne de olsa can tatlıydı. Fakat denedikçe daha çok dibe batmaya başlamış, gelen büyük dalgayla birlikte çırpınmayı bırakmıştı. Evet… En güzeli buydu. Ölümü kucaklamak. Annesine, babasına ve doyamadan toprağa verdiği abisine kavuşmak…,
***
Poyraz yemek yemek için şirketten çıkmıştı. Arabasıyla her zaman gittiği restoranta giderken uçurum tarafındaki kalabalık ve ambulans çekti dikkatini. Bu görüntülere alışmıştı yıllar boyunca.
"Kim bilir yine ne oldu?" diye mırıldandı kendi kendine. Önüne dönüp yoluna devam ederken, ambulansın kapısında hararetle dönüp duran annesini fark etmemişti.
Zeynep Hanım eşi öldükten sonra oğlunun bütün ısrarlarını reddetmiş, eşiyle birlikte yaşadığı küçük çiftlik evinden vazgeçmemişti. Her gün torununu görmek için bir saatliğine uğrasa da hava kararmaya başladığı anda kendi evinde alıyordu soluğu. Oğlunu, torununu çok seviyordu ama eşiyle yaşadığı evinden ayrılamıyordu. Oğlu, babasına ne kadar öfkeli olsa da eşi, Zeynep Hanım için çok değerliydi. Onun hatırasının olduğu evden uzaklaşmak demek, ona sırtını dönmek demekti yaşlı kadın için. Bir ömre evet dediği adama nasıl sırtını dönerdi. Sevgisi hala kalbinde yaşarken böylesi mümkün değildi. Hem evinden başka yerde rahat edemezdi.
Sedyeye bindirilen kızın ardından, şoförün gelmesiyle önde giden ambulansın peşine takıldılar. Kızı tek başına bırakmaya içi elvermemişti. Yapayalnız ne yapardı hastane köşelerinde? Hem durumu nasıldı merak ediyordu.
***
Zeynep Hanım bir saattir koridorda dönüp duruyor, iyi bir haber bekliyordu. Şoförün "Bizim yapabileceğimiz birşey yok, gidelim efendim!" demesine rağmen bir haber almadan gitmeye niyeti yoktu. Balıkçılar ve erken gelen sahil güvenlik sayesinde çok geçmeden genç kızın solgun bedeni sudan çıkartılmış, beklemeden hastahaneye getirilmişti
Zeynep Hanım hala gördüğü olayın etkisinden çıkamamıştı. Gencecik kadın neden canına kıymak isterdi ki? Bu olay kadını yıllar öncesine götürmüş, aklına ister istemez oğlunun yaşadıkları gelmişti. Nalan oğlunu deli gibi sevse de, oğlu bir türlü gelinini sevmeyi başaramamış, evlenmemek için elinden geleni yapmıştı. Oğluna da kızamıyordu aslında. Nalan türlü oyunlar oynayarak sevgilisinden ayrılmasını sağlamış, araya babasını ve onun gücünü katarak nişanı takmayı başarmıştı.
O yıllarda eşine karşı gelemediği, oğlunu bu saçma evlilikten kurtaramadığı için hala pişmanlık duyuyordu. Yıllar öncesine dönme şansı olsa, evliliğin gerçekleşmemesi için herşeyi yapabilirdi. Nalan gereksiz kıskançlıkları, türlü oyunlarıyla oğlunun hayatını zindana çevirmişti. Eski gelininin oğlunu saplantı haline getirdiğini geçen zamanda iyi anlamıştı ama yapacak birşey olmamıştı. Dünyaya gelen küçük torunu sesini çıkarmamasının en büyük nedeni olmuştu zaman içinde. Nalan oğlunu gerçekten sevseydi mutlu olması için uğraşır, huyuna gider, aşık olmasını sağlayamamış olsa da en azından saygısını kazanmış olurdu. Fakat Nalan bunun yerine oyunlar çevirmeyi, huzursuzluk çıkarmayı, her şeyde Poyraz'ı suçlamayı seçmişti. Böylece genç adamın gözünde sıfırı tüketmiş, saygı duyulacak bir yan bırakmamıştı. Nalan Poyraz uzaklaştıkça daha çok kavgalar çıkarmaya başlamış ve neredeyse yetişmese oğlunun intihar etmesinin nedeni olmuş olacaktı.
Yaşlı kadın titreyerek kalbini tuttu. O anları hatırlamak elinin, ayağının buz kesmesine sebep olmuştu. Oğlunu elinde silahla gördüğü gece öleceğini hissetmişti adeta. Poyraz aklı başında, deli dolu, dünyaya güzel bir pencereden bakan biraz hoyrat, biraz vurdumduymaz bir delikanlıydı. Şimdiyse oğlu tamamen değişmişti. Buz gibi, herkese şüpheyle yaklaşan, insanlara tanımak için dahi olsa şans vermeyen, kalbi taşlaşmış birine dönmüştü. Ve bunların hepsinin nedeni eski geliniydi. Arkasından dua etmek bile gelmiyordu yaşlı kadının içinden. Nalan ölmüştü ama oğlunu da ölmeden mezara sokmuştu.
Derin bir nefes alarak oturduğu sandalyeye iyice gömüldü. Geçip gitmişti, artık o kötü anları düşünmek istemiyordu.
Aradan geçen on dakika sonrasında acil müşahade odasından çıkan doktorla ayağa kalktı.
"Durumu nasıl genç hanımın?" diyerek tereddütle sordu. İçeride yatan kendi kızıymış gibi büyük bir endişe duyuyor, olumsuz cevap almaktan deli gibi korkuyordu.
"Durumu iyi. Hiç yara almadan kurtulması mucize gibi. Şimdi uyuyor bir iki saate kendine gelir. Geçmiş olsun," diyerek oradan uzaklaştı.
Zeynep Hanım odadan içeriye girip, yatakta uyuyan kadına baktı soluk gülümsemesiyle.
"Öldürmeyen Allah öldürmez," diye söylendi kendi kendine.
****
Özgür cebine sakladığı çakmağı çıkartıp, terasa döktüğü kağıt yığınına baktı. Yüzünde kimseye göstermediği sinsi gülümsemesi oluşmuş, etrafı kolaçan ediyordu. Biliyordu ki babası böyle bir durumda bakıcı kendine göz kulak olmadığı için onu kovacaktı. Bir kaç ay önce merdivenlerden kendini yuvarladığında, babasının bakıcıya neler yaptığını gayet iyi hatırlıyordu. Kendini bilerek ve isteyerek düşürse de kendisinden başka kimse bu gerçeği bilmiyordu. Etrafı bir kaç defa daha kontrol ettikten sonra çakmağı yakarak, kağıt parçalarından birini tutuşturdu ve yığının üstüne attı. Babası on dakikaya kadar gelecekti ve bu yangını görünce ilk işi bakıcıyı kovmak olacaktı. Çocuksu bir heyecanla kıkırdadı. Küçük aklıyla ateşe ne kadar yakın olduğunun farkında bile değildi. Babasıyla aynı renge sahip gözleri biraz korku, biraz heyecanla titreşti.
Esen rüzgarla birlikte kağıt parçaları alev almaya başlamış, küçük ateş oldukça büyümüştü. Ateşe yakın olan masanın örtüsü ucundan tutuşmaya başlamıştı. Özgür ilginç bir deney izliyormuş gibi ateşi seyrederken, yanmaya başlayan masa örtüsü üstündeki pijamaya sıçramıştı. Ayaklarında hissetmediği sıcaklığı, gözleri oraya takılınca fark etti. Gözleri korkuyla büyüdü küçük çocuğun. Bir çığlık attı ve tekerlekli sandalyeyi kullanmaya çalıştı ama titreyen elleriyle bu mümkün olmadı. "Anne korkuyorum." diye bağırmaya ve ağlamaya başladı. Sönmesi umuduyla bedenini tekerlekli sandalyeden çimlere doğru attı.
Poyraz arabayı park edip ön kapıya yöneldiği anda arka kısımdan gelen oğlunun sesini duymuş, telaşla eve girmeden arka bahçeye yönelmişti. Yükselen dumanla aklı başından giderken, koşmaya başladı. Bir yandan da bekçiye ve evdekilere bağırıyordu. Ateşi gördüğü gibi hızla o tarafa yöneldi. Elinde yangın tüpü ile koşturan bekçi gelene kadar, Poyraz üstündeki ceketi çıkarmış oğlunu ateşten uzaklaştırıp tutuşmaya başlayan pijamasını söndürmüştü. Ağlayan çocuğa korkuyla sarılırken, bir taraftan da bacaklarını kontrol ediyordu. Mutfaktan çıkan bakıcı ve Hatice hanım dehşetle gerçekleşen olayı izliyordu.
"İyi misin sen? Bir yerin acıyor mu oğlum?" diyerek bacaklarını açtı. Allahtan çok fazla yanmadan yetişmişti, kıyafeti derisine yapışmamıştı çok şükür ki… Kızarmış tenini dolu dolu gözlerle izlerken gelen cevapla daha çok kahroldu.
"Yok baba acımıyor ama çok korktum," diyerek minik kollarıyla babasına sarıldı Özgür.
Poyraz oğlunu kucağına alıp arabasına yönelirken, bakıcıya öfkeli bir bakış attı.
"Geldiğimde burada olmayın. Yoksa elimden tek parça halinde kurtulamazsınız," dedi sinirle.
Poyraz oğlunu arka koltuğa oturturken, Özgür merakla babasının yüzüne baktı.
"Nereye gidiyoruz baba?"
Poyraz şoför koltuğuna yerleşip, aracı çalıştırırken aynadan küçük çocuğun ağlamaktan kızarmış mavi gözlerine baktı.
"Hastahaneye gidiyoruz fırtına. Doktor amcan bir kontrol etsin bakalım gerçekten iyi misin diye."
Özgür dudaklarını büküp, kollarını göğsünde birleştirdi ve kızgın bir ifadeyle babasına bakarak somurttu.
"Hani erkek adam yalan söylemezdi? Ben erkek değil miyim? Neden sözüme inanmıyorsun baba? İyiyim işte!"
Poyraz kendine gelmeye çalışırken, Özgür'ün söyledikleriyle yüz hatları yumuşamaya başladı. Derin bir nefesi içine çekerken, bakışlarını yola dikti.
"Oğlum yalan söylemediğini biliyorum. Ama belki korkudan hissetmiyorsundur, doktor amcan da baksın olur mu?"
Özgür anlamayarak kaşlarını çattı. Ne zaman birşey düşünse, küçücük yüzündeki kaşlarını çatıyordu tıpkı babası gibi.
"Ben ayaklarımı zaten hiç hissetmiyorum akıllım," dedi bir süre sonra.
Poyraz üzüntüyle yola konsantre olmaya çalışırken, oğlunun zekasını yabana atmaması gerektiğinin bilincine varmıştı. Oldukça olağan bir şekilde söylediği sözlerden, minicik çocuk neyi çıkarmıştı. Hastahanenin acil girişine arabayı park edip, Özgür'ü kucağına alırken aklı hala yaşadığı büyük korkudaydı. Bundan sonra adam gibi bir bakıcı bulmalıydı. Uzun bir süre göz önünde bulundurup, davranışlarını takip edip ona göre oğlunu emanet etmeliydi. Böyle bir olayla bir daha karşı karşıya kalmak istemiyordu kesinlikle. Oğlu bu hayatta en değerli varlığıydı. Ona birşey olmasına asla dayanmazdı.
Acil kapısına gelip de annesini görünce şaşkınlıkla gözlerini yaşlı kadına çevirdi.
"Anne!"
Zeynep Hanım duyduğu sesle oturduğu sandalyeden sıçrarken, oğlunun kucağındaki torununu fark etmesiyle hızla oturduğu sandalyeden kalkıp küçük çocuğun yanında soluğu aldı. Minik yüzünü şefkatle okşarken, endişeli gözlerini Poyraz'a çevirdi.
"Ne oldu oğlum?"
"Anne içeriye geçelim anlatırım." dediği anda acil odasından çıkan, biraz önce aradığı Selçuk'a döndü.
"Selçuk küçük bir yangın çıkmış, büyük birşey yok ama bacaklarını kontrol et. Hissetmiyorum diyor ama gerekli müdahaleyi yap."
"Getir şöyle,"diyerek müşahade odasına yönelen Selçuk'un ardından içeriye girdi ve kucağındaki Özgür'ü boş yatağa yatırdı.
Zeynep Hanım duyduğu sözlerle ağzını kapatırken "Aman Allah'ım ne yangını oğlum," diyerek Özgür'ün yanan pijamasından görünen kızarıklıklara baktı. Akmaya başlayan yaşlarıyla, gözlerini merakla Poyraz'ın yüzüne dikti.
Selçuk Özgür ile ilgilenirken annesinin koluna giren Poyraz onu çekip sandalyeye oturttu.
"Bizim küçük yaramaz kağıtları yakmış terasta. Masa örtüsü tutuşmaya başlayınca, ayağı yakındı herhalde pijaması da tutuşmaya başlamış. Tam zamanında yetiştim çok şükür. "
Zeynep Hanım yatakta yatan minik torununa bakarken "Çok şükür" diye tekrarladı. "Bakıcı ne halt yiyormuş peki? O kadar parayı küçücük çocuğu yalnız bırakarak mı kazanıyor bu kadın?" diye sordu sinirle.
Poyraz sinirle yumruklarını sıktı. O telaşla kadına yaptığı hatanın hesabını bile soramamıştı. Bugünkü yaşadığı korkuyu anlatacak,tarif edebilecek kelime bulamıyordu. Hele oğlunun hissetmiyorum demesi nasıl da yakıyordu yüreğini. Hayatında ilk kez oğlunun hissetmemesine sevinmişti. Nasıl bir ikilemdi bu yarabbim? Hissetse kimbilir ne kadar yanardı canı? Yine de keşke hissetseydi yanan deri bir haftaya iyileşir, sızısı unutulurdu. Oysa felç olması ömrü boyunca devam edecekti.