3.Bölüm

1839 Words
Yaprak güneşli sıcak havalarda özlerdi rüzgarı. Nereye kaybolduğunu içten içe merak ederdi. Onun şarkısını duymak için bekler durur, özlemini içine atıp dertlenirdi.                                                                                    Rüzgarın Aşkı   Hazan ağzını açmak için harekete geçtiği sırada, duyduğu sesle bütün cümlelerini geri yuttu. Adamın vücudu gibi sesi de oldukça heybetliydi. Aklı hala iri yapılı vücudu nasıl devirdiğindeydi. O güçlü parmaklar ufak bir hareketle omzunu bile yerinden çıkarabilecek kuvvete sahip görünüyordu. Neredeyse adamın yanında yedi cücelerden en kısası gibi kalıyordu. Kendi boyu 1.65 olduğuna göre, adamın boyu 1.90a yakın olmalıydı. Hafif aydınlanmış havada yapılı vücudu incelemeyi ihmal etmedi. Spor yaptığı, vücudunun yağsız ve kalıplı olmasından belliydi. Zorlukla yutkunup, ürkekçe derin bir nefes çekti ciğerlerine. Sert yüz hatları, öfkeli bakan lacivert gözleri bir iki adım geri atmasına neden olmuştu. Bu zamana kadar böyle koyu bir maviliğe sahip göz rengi görmediğine yemin edebilirdi. Soğuk, katı ve sert bakışları göz renginin daha da koyu bir renge bürünmesini sağlamıştı. Gür ve çatık kaşları gözlerinden sonra yüzünde göze çarpan ikinci unsurdu. Korkutucu derecede, insanın yüreğini donduran bir ifadeye sahipti genç adam. Düşüncelerinden sıyrılıp duyduğu sese yeniden odaklandı. Bu adam korkutucu olmaya çalışıyorsa bunu kesinlikle başarıyordu. "Özür dilerim. Ben sadece burada uyumanızın sizi tehlikeye atacağını düşündüğüm için uyandırmak istedim. Neyse iyi günler." diyerek arkasını döndü ve yürümeye başladı. Hazan derin bir nefes alıp, "Teşekkür ederim ve sizde kusura bakmayın. Bir an boş bulundum." dedi ve ailesinin mezarına bir bakış attıktan sonra adamın ardı sıra o da yürümeye başladı. Daha fazla burada durmasının bir anlamı yoktu. Ailesinden ayrılmak istemese de, yaşamak istiyorsa karnını doyurmak ve başını sokacak bir yer bulmak için çabalamalıydı. Poyraz geri dönüp cevap verme gereği duymadan arabasının yanına gelmişti. Hazan mezarlığın çıkışına gelince önce uzun yola, ardından arabasına binen adama baktı. "Pardon! Şehir merkezinden geçecekseniz beni de bırakır mısınız?" Poyraz elindeki anahtarı kontağa takarken, başıyla onayladı. Gereksiz olduğunu düşündüğü sürece konuşmayı sevmezdi. Fazlalık cümleler kurmaktan her zaman kaçınır, gerektiği kadar kısa ve öz cümleler kullanırdı. Nalan sağ olsun sessizliği öğretmişti Poyraz’a… Sohbet etmek pek genç adama göre değildi. Unutmuştu artık iki lafın belini kırmayı. Hazan aldığı onayla birlikte arabanın ön tarafını dolaştı ve kapıyı açıp koltuğa yerleşti. Poyraz gaza basıp arabayı harekete geçirdiği anda, "Teşekkür ederim," diye lafa girmiş, genç adamın ismini bilmediği için cümlesini yarım bırakmak zorunda kalmıştı. Kavşağı döndükten sonra yanındaki kadına yandan bir bakış atıp, "Adım Poyraz," diye mırıldandı. "Tekrar teşekkür ederim Poyraz bey. Benim adım da Hazan. Memnun oldum." Poyraz yine sessizliği tercih etmiş, sadece başıyla teşekkürü kabul ettiğini belirtmişti. O andan sonra Hazan da kendi sessizliğine bürünmüş, özlediği memleketini incelemeye başlamıştı. Poyraz kadar, genç kadında bi haberdi sohbet etmekten… Ne kadar etrafa odaklanmaya çalışsa da arada bakışları çatık kaşlı adama kayıyordu. İsmi bile içini üşütmüştü. İsmini kim koyduysa çok doğru bir tercih yaptığını düşündü ister istemez. Aslında sert olduğu kadar ılımlı da olması gerekmez miydi. Kimi zaman yumuşak esmez miydi Poyraz? Belli ki bu adama sert yanı denk gelmişti. Gözlerini kapatıp, yavaşça başını salladı. Geçtikleri yeri fark ettiği anda, "Beni burada indirir misiniz?" dedi gözlerini yeniden Poyraz'ın yüzüne çevirerek. Poyraz duyduğu sakin ses tonuyla arabayı yavaşlatıp, sağa çekti ve genç kadına baktı. "Merkeze gideceğinizi sanıyordum," diye merakla sordu. Merkeze on beş dakikalık mesafe daha vardı. Hazan içine yerleşen umudun kaybolmamasını dileyerek, sağ tarafta uzanan yolu gösterdi. "Bu mahallede bir akrabam oturuyor, buradan geçmişken onu ziyaret etmeyi düşündüm. Bıraktığınız için teşekkürler," dedi ve kapıyı açarak arabadan indi. Poyraz bir kaç saniye giden Hazan'ın arkasından baktı ve çok geçmeden arabayı çalıştırıp ikiyüz metre ilerideki sapaktan sola döndü. Merkeze geçmesine gerek kalmamış, aracı çiftlik yoluna sokmuştu. Genç kadın çekinmesin diye merkeze geçmeyeceğini söylemek istememişti. Mezarlığın oradan bu saatte araç bulamazdı. "Hazan!" diye mırıldandı bir süre sonra. "Güzel isimmiş.” Düşünceleri farkında olmadan genç kadına kaymıştı. Buralarda daha önce görmediğine oldukça emindi. İndiği yer çiftliğe çok uzak değildi. Hazan'ın son söylediği sözler aklına gelince, daha önce görmemiş olmasını doğal karşıladı. Akraba ziyareti dediğine göre buralarda oturmuyordu belli ki. Çiftliğin açılan kapısıyla düşüncelerini aklından uzaklaştırmış, arabayı park edip eve yönelmişti. İşleri ne kadar yoğun olursa olsun, oğluyla kahvaltıyı beraber yapmadan evden çıkmazdı. Özgür tek zayıf noktasıydı genç adamın. Yaşama sebebi, umudu, geleceği, mutluluğu… Oğlu dışında hayatında anlamlı bulduğu hiçbir şey yoktu. Özgür demek nefes demekti Poyraz için, yaşamak demekti. Şu aptal dünyada gerçek demekti. En çok da huzur demekti Özgür. Huzur bulduğu tek yerdi Özgür’ün yanı… Hazan dayısının evinin önüne gelmiş, tereddütle kapıya bakıyordu. Sapak yolu gördüğü anda dayısının varlığını hatırlamış, içine bir umut doğmuştu. Kalacak yer sorununu çözmesi, işlerini oldukça kolaylaştıracaktı. Annesi ve babası kaçarak evlenmiş, bütün akrabaları onlara sırt dönmüştü. Bir tek dayısı yanlarında olmuştu hatırladığı çocukluğu boyunca. Zaten tanıdığı başka akrabası yoktu. Anne ve babası red edildiği için kimse gelip gitmezdi evlerine. Anne ve babası da hiçbir zaman götürmemişti Hazan’ı akraba yanına. Bir bilip tanıdığı Rasim dayısı vardı işte… İçinde çırpınan umutla hızla küçük bahçeyi geçip, kapıyı çaldı. Bir süre sonra açılan kapıyla, yaşlı kadının kim olduğunu tahmin etmeye çalıştı. "Kime baktın kızım?" diye söze girdi yaşlı kadın. Tanımak ister gibi Hazan'ın yüz hatlarını incelemeye başlamıştı. "Şey teyze Rasim dayım burada mı?"   Yaşlı kadın Rasim'in kim olduğunu hatırlamaya çalışarak, bir süre uzaklara daldı. "He sen eski ev sahibini soruyorsun. Kızım Rasim öleli epey oldu. Çocukları da burayı satıp, başka şehre gittiler." “Ya öyle mi? Peki teyze teşekkür ederim. Kusura bakma rahatsız ettim.” “Önemli değil kızım. Var mı bir şeye ihtiyacın, hayırdır?” “Yok teyze sağ olasın, teşekkür ederim. İyi günler.” “İyi günler yavrum.” Hazan omuzları düşmüş bir şekilde yol boyu yürümeye başladı. Merkeze inince ne yapacağı hakkında en küçük bir fikri bile yoktu. Bütün umutları duyduğu sözlerle yerle bir olmuştu. Şimdi ne yapacaktı? Nereye gidecek? Kimden yardım isteyeekti? Yine tek başına kalmıştı. Bu çaresizlik kolunu kanadını kırıyordu Hazan’ın. Şansına küfürler ediyor, ne yapması gerektiğini kara kara düşünüyordu. Yorgun ve uykusuz olmasının yanı sıra karnı da acıkmaya başlamıştı. Hazan karnını eliyle ovuşturup ne yapacağını düşünürken, Poyraz oğluyla birlikte bahçeye kurulan kahvaltı sofrasına oturmuştu. Demli çayından bir yudum alıp, çatık kaşlarını tabağıyla oynayan Özgür'e çevirdi. "Onlar oyun hamuru değil Özgür. Kahvaltını doğru düzgün yap lütfen." dedi. Başlarda sinirli çıkan sesi, sonlara doğru yumuşamıştı. Özgür oynadığı tabaktan başını kaldırdı ve asık yüzünü babasına çevirdi. "Ben aç değilim. Bir şey yemek istemiyorum. Okula da gitmek istemiyorum. O okuldan nefret ediyorum." Poyraz derin bir nefes aldı. Oğluyla iletişimi son yıllarda tamamen kopmuş, Özgür'e söz geçiremez olmuştu. Sanki karşısındaki sekiz değil yirmi sekiz yaşında, dünyayı omuzlarında taşıyan biriydi. Şehir şehir hatta ülke, ülke doktor gezmiş, yeniden yürüyebilmesi için her yolu denemişti. İstanbul'da gittikleri bir doktor yüzde otuzluk yürüme şansı var demişti demesine ama ameliyat çok tehlikeliydi. Boynundan aşağısının felç kalma ihtimali oldukça yüksekti. Bu ameliyatı göze alamamıştı. Oğlunun hayatının tamamen bitmesinden ölesiye korkmuştu. "Okula gidilecek Özgür bey. Zaten bir yıl geç başladın. Daha fazla geri kalmanı istemiyorum." dedi hayırı kabul etmeyecek bir tonda. Okula başlayalı henüz üç hafta olmuştu ama Özgür daha şimdiden gitmek istemediğini defalarca dile getirmişti. Bakıcıya seslenip, masadan kalktı. Oğlunun başını okşayıp, yanağına sıcak bir öpücük kondurdu ve arabasına yöneldi. Arabanın hareket edip, gözden kaybolmasıyla küçük çocuk üzgünce iç çekti. Babasını yine ikna edememişti fakat vazgeçmeye niyeti yoktu. Çevresinde koşup, oynayan çocukları görmekten nefret ediyordu. Okulu düşünmeyi bir kenara bırakıp, bakıcıya döndü. Bu bakıcıyı da en kısa zamanda def etmeliydi başından. Bakıcıları her defasında canından bezdirip kaçırtıyor ve babasının kendisiyle ilgilenmesinin hayallerini kuruyordu. Fakat yaptığı bütün planlar boşa gidiyor, babası bir gün bile dolmadan yeni bakıcıyı karşısına dikiyordu. Pes etmeyecekti. Babası kendisiyle ilgilenmeye başlayıncaya kadar her gelen bakıcıyı geri yollayacaktı. Babası inatsa Özgür daha inattı. Eninde sonunda kazanan Özgür olacaktı. Poyraz arabayı park edip aracından indi ve şirkete yöneldi. Şirketten içeriye girip asansöre yöneldi. Babasının kendine bıraktığı şirketi son beş yılda oldukça büyütmüş, yurtiçinden sonra yurtdışında da büyük şirketlerle deniz taşımacılığı yapmaya başlamıştı. Şirketi son üç yılda çoğu büyük şirketler tarafından tercih edilmeye başlamış, işlerin büyümesiyle birlikte karayolu taşımacılığına da el atmıştı. Öğlene kadar gelen raporları incelemiş, yemeğe çıkmadan önce de yönetici toplantısına katılmıştı. Acıktığının farkına varıp odasından çıkmaya hazırlanırken çalan kapıyla bu fikrinden vazgeçti. "Yemeğe çıkmıyor muyuz sevgilim?" diyerek odaya girdi genç kadın. Yarım saattir Poyraz'ın kendisini almasını bekliyordu. En sonunda daha fazla beklemek istememiş, Poyraz'ın odasına gelmişti. Poyraz duyduğu sözle kaşlarını daha da çattı. Her zaman sert duran yüz hatları daha fazla belirginleşmişti. Oturduğu sandalyeden kalkıp, genç kadına yaklaştı ve kolunu kavradı. "Sana kaç defa buraya gelmemeni söyleyeceğim," dedi dişlerini sıkarak. "Ve bir daha bana bu şekilde hitap etme. Seni uyarmaktan sıkılmaya başladım." Filiz hissettiği acıyla suratını buruşturdu. Bileğini geri çekmeyi denedi ama Poyraz buna izin vermedi. "Anladın mı beni, bir daha söylemeyeceğim. Şimdi git. Bugün tek yemek yiyeceğim," diyerek kadının kolunu bıraktı. Filiz sakin kalmayı başarıp yüzüne sahte bir tebessüm oturttu. Sarı saçlarını eliyle kulağının arkasına sıkıştırdı. Bu kadar özenmişken reddedilmek öfkelenmesine neden oldu ama yapabileceği bir şey yoktu. Poyraz demek kesinlik demekti. Onun hayır dediği bir şeyi diretmek demek, Poyraz’ın hayatından çıkmayı göze almak demekti. Ve Filiz, kesinlikle Poıyraz’dan ayrılmaya, onun hayatından çıkıp gitmesine hazır değildi. İstediğini elde edene kadar sabırlı davranmalıydı. Sabırsızlık kayıp getirirdi. "Peki. Öyle olsun bakalım. Kaç gündür gelmiyorsun. Bu gece seni bekliyorum." diyerek Poyraz'ın yanağına bir öpücük kondurdu ve cevabını beklemeden odadan çıktı. Bir yıldır alışmıştı Poyraz'ın suskunluklarına. Cevap beklememesi gerektiğini iyi biliyordu. Poyraz canı isterse gelecekti. Beklemekten başka yapabileceği bir şey yoktu.   Hazan bir simitle açlığını bastırmış, saatlerce dükkan dükkan gezmişti. Tezgahtarlık, bulaşıkcılık, temizlik. Önüne hangisi gelirse bakmış fakat hiçbirine kabul edilmemişti. Ayakları dolaşmaktan ağrımaya başlamıştı artık. Oturduğu banktan ileride görünen denizi izliyordu. Bütün umutlarını herkes el birliğiyle yok ediyor, çıkış kapılarını tek tek yüzüne kapatıyorlardı. Hayata başlayacak, yeni bir adım atacak hiçbir neden bırakmıyorlardı genç kadına. Sanki karşısına çıkan herkes sen nefes almayı haketmiyorsun diye bağırıyordu. Ne işi vardı ne de kalacak bir evi. En ufak, basit bir işe bile kendisini kabul eden kimse olmamıştı. Herşey sabıkası olduğunu söyleyene kadar iyi gidiyordu ama sabıkası olduğunu öğrendiklerinde anında vazgeçiyorlardı. Yeni dünya daha ilk günden oldukça yormuştu kendisini. İnsanlar anlayıp dinlemeye bile tenezzül etmiyorlardı. Herkes neden bu kadar kötüydü? Niye kimse bir umut ateşi yakmıyordu yüreğinde? Niye bu kadar görmezden geliyorlardı çaresizliğini? Gözlerindeki yardım çağrısını niye görmüyordu kimse? Umutsuzluğu düşündükçe sinsi sinsi yayılıyordu bütün vücuduna. Yaşamak için elinde hiçbir sebep yoktu. Yediği hüküm ömür boyu bırakmayacaktı yakasını. Sabıkalı ibaresi yapışmıştı yakasına asla düşmeyecekti. İnsanlar hiçbir zaman anlayış göstermeyeceklerdi. Her gittiği kapıda tekrar terkrar yüzüne çalacaklardı hatasını. Kendini kurtarmak istediğini anlatamayacaktı kimseye. Artık emin olmuştu bundan. Görüşünü bulanıklaştıran gözyaşlarını elinin tersiyle sildi ve oturduğu banktan kalktı. Hava kararmaya başlamıştı neredeyse. Bu gecelik bir otel bulmalıydı en azından. Sabah olunca iş arama macerasına kaldığı yerden daha dinç devam edebilirdi. Hala kalbinin minik bir kısmını kapsayan aptalca bir umudu vardı.   ~~2 Gün Sonra ~~ Akan gözyaşlarını silme gereği duymadan önündeki uçuruma bakıyordu genç kadın. Artık minik olan umududa kalmamış, bütün iyi duyguları yerle bir olmuştu. Kenarda olan parası da tamamen suyunu çekmiş, sıfırı tüketmişti. Hayata sıkı sıkıya sarılmak için hiçbir nedeni yoktu. Hayat ona sarılmak istemiyorsa zorlamanın ne alemi vardı. Herkes inatla öl diyordu sanki… Sen yaşamı haketmiyorsun diye bağırıyorlardı. Gözlerini sımsıkı kapattı ve uçuruma bir adım daha yaklaştı. Kollarını iki yana açıp, bedenini usulca boşluğa bıraktı. Madem hayat yaşama şansı vermiyordu, öyleyse yaşamayacaktı Hazan… Ailesi kendisini bekliyordu nasıl olsa…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD