♫ ♪ ♫
Işıl Ayman – Karanlıklarda Sevemem Seni
Çehremdeki gülümseme ile o güzel gözlerine bakakaldım. Böylesine güzel sevilmek meğer ne kadar mümkünmüş? Her şeyin fazlası zarardı dedikleri ne kadar doğruymuş meğer. Fazlasını yaptığınız hiçbir yerde değeriniz bilinmezmiş. Bu söz insana çok şey anlatırmış ama sen bunu kimseye anlatamazmışsın... (Alıntıdır)
Ona olan hayran bakışlarımı bölen çalan zil oldu. Gelenlerin kim olduğunu biliyordum. Usulca Ahmet Kürşat'ı süzdüm. Beden dili çok şeyi anlatıyordu. Gerildiğini hissettim. Akif'ten hiç hoşlanmıyordu. Çevremdeki kimse hoşlanmıyordu, yalnız değildi.
"Kızım geldi," diye mırıldandım tatlı tatlı ona bakarken.
Konu İpek olunca rahatladığını hemen anladım. Kızımın onun üstündeki etkisine hayran olmamak zordu. Gerçekten onu çok seviyordu. Özbeöz babasının bile kızını unuttuğunu düşününce, kızıma karşı olan bu tutumu elbette beni çok mutlu ediyordu.
"Hoş geldi, fıstığım." Diye mırıldandı.
Ben yerimden kalkıp kapıya ilerledim. Kapıyı açtığımda kızımın mutlu çığlığı evimi doldurdu. Ah bu hissi çok seviyordum. Hemen eğilip ona sıkıca sarıldım.
"Meleğim," diyerek saçlarını öptüm.
Kısa bir sürede olsa ondan uzak kalmak çok zordu benim için. Benim uzun süre tek yoldaşımdı kızım. Kokusuna hasrettim daima. Ona olan sevgim hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar büyüktü. Tek dayanağım, hayata yeniden tutunabilme sebebimdi. Evlat çok başkaydı.
"İyi akşamlar, Meva."
Bakışlarımı usulca kaldırıp Akif'e baktım. Suratında dağılmış bir ifade vardı. Başta anlayamadım elbette.
"İyi akşamlar, Akif."
"Misafirin var sanırım, ben de bir kahve içeriz diye düşünmüştüm." Diyen Akif'e şaşkınlıkla baktım.
Normalde İpek'i bırakıp koşa koşa Yelda'nın yanına giden adam mıydı bunu diyen? Ne olmuştu öyle bir anda? Kıymetli mi olmuştum gerçekten? Yanlış anlaşılmasın, sorunum asla Yelda ile değildi. Tamamen Akif'in hareketlerineydi. Şimdi ne oluyordu birden? Yıllarca evli değil de tutsak gibi yaşamamıştı sanki yanımda. Ben boşanmak istediğimde üstünden nasıl bir yük kalktığını bilmiyormuşum gibi bakıyordu ya gözlerimin içine, aklımı küçümsediği için bile öfkelendiriyordu beni. Onu severken değil de bir başkasını severken mi kıymetliydim?
"Müsait değiliz."
Ahmet Kürşat'ın bariton ses tonunu işittiğim an hayretle olduğum yerde donakaldım.
"Güzel Abi," diye şakıdı kızım.
Benim kollarımdan kaçarcasına çıkıp bir anda tam arkamda tüm heybetiyle duran adama koştu ve sıkıca bacağına sarıldı. Dizine anca ulaşıyordu ufaklığım ama yaptığı cilve görülmeye değerdi. İki metre adam ona olan sevgisiyle usulca eğilip onu kucağına aldığında büyülenmiş bir şekilde seyretmekle yetindim onları.
"Fıstık," diyerek kızımın yanağından bir makas aldı Güzel Abisi.
Akif'in adeta moraran yüzünü gördüğümde yutkundum. Yine bir savaş başladı aralarında. Akif'in kazanacağını neden düşündüğünü anlamadığım bu savaş ikisinin gözlerinde parlıyordu. Ahmet Kürşat'ın ise öfkesi gözle görülmeye değerdi.
"Senin burada ne işin var?"
Akif'in sorusu sanki gergin değilmiş gibi ortamı iyiden iyiye gerdi. Olaya el atmam gerektiğinin farkındaydım fakat insana bir kal gelirdi ya hah tam olarak öyle bir andaydım işte.
"Ben olmam gereken yerdeyim," dedi usulca Ahmet Kürşat. "Sen yolunu kaybettin ama sanırım..."
Şaşkınlığım her kelimesiyle bir kademe artıyordu. Karanlığımın ortasına güneşi doğurtmuştu resmen. Her an sevgisini gösterebilmesineydi şimdi ki şaşkınlığım. Gerçi ben artık neye şaşıracağımı da şaşırmış durumdaydım. Nevrim dönüyordu. Ahmet Kürşat'ın eksenine yakınken zaten şirazem kayıyordu.
"Meva?" dedi hayretle bana dönen Akif. "Bu adamın evinde ne işi var?"
"Seni ilgilendiren kısmı tam olarak neresi?" diye araya girdi Ahmet Kürşat. "Ev senin de haberimiz mi yok?"
Bu anları bir kitap sahnesinde okusam büyük bir nefes çekip ardından bir tezahüratta bulunabilirdim ama tam olarak şu anda yaşıyordum ve yuttuğum dilimi bir şekilde bulmam gerekiyordu. Yoksa ortalık fena kızışacaktı.
"Beyler," dedim nihayet tenis maçı izler gibi ikisini seyretmekten vazgeçip. "Akşam akşam keyfimiz kaçmasın. Teşekkürler İpek'i getirdiğin için Akif, maalesef şu anda müsait değilim. Belki başka zaman içeriz kahveyi."
Ahmet Kürşat'ın rahatsızlıkla kıpırdandığını gördüm. Kibarlık ediyordum sadece canım, gerekmedikçe Akif'i görmeye pek meraklı değildim. Zaten olsam boşamazdım onu...
"Meva..." dedi hayal kırıklığıyla gözlerimin içine bakan Akif.
Ben sana böyle çok baktım, sen beni görmedin Akif. Şimdi görsem de gözüm sana kör, dilim lâl. Biz geri dönülmez o yola gireli çok olmuştu. Şimdi bambaşka yerlerde bambaşka insanlarla birlikte yürüyorduk.
"İyi akşamlar, Akif." Dedim artık gitmesini belirtmek için biraz kaba.
Dehşetle suratıma bakmaya devam etti. Ona kal dememi beklemiyordu herhalde? Gerçekten bekliyor olamazdı, bu da yüzsüzlüktü artık!
"İyi akşamlar, Meva."
O usulca asansöre yürürken ben kapıyı kapattım. Kızım, küçücük kollarıyla Ahmet Kürşat'ın boynuna sarılmış mırıl mırıl hafta sonu neler yaptığını anlatıyordu. Ahmet Kürşat ise sanki İpek dünyanın en önemli meselelerini anlatıyormuş gibi dönmeyen diline rağmen her dediğini anlayarak onunla sohbet ediyordu. Bana kısa bir bakış attı yalnızca. Ardından kucağında kızımla birlikte salona geçti.
Arkalarından bir süre öylece baktıktan sonra salona geçtim. Bakışları beni buldu. Ben de ona baktım dikkatle. Gerçekten sinirlenmişti. Kibarlık ettim diye mi?
"O adamla gerçekten kahve içecek misin?" diye sordu.
Kızımla ilgilenirken aynı zamanda hâlâ o konuyu konuşmaya çalışıyordu. Tepkisini anlayabiliyordum.
"Annem çok güzel kahve yapar," diyerek şakıdı kızım.
Ona kahve diye yutturduğum sütten bahsediyor olmalıydı. Arkadaşlarımla ya da annemlerle kahve içerken ısrarla kendisi de kahve içmek için direttiğinden sütünü ısıtıp ona veriyordum. Her zaman içtiği süttü ama o an gözünün önünde yapınca kendisini kahve içti sanıyordu meleğim. Ah çocuklar, ne kadar masumdular.
"Biliyorum, fıstığım." Sözleriyle imayla bana baktı. "Ellerinden içmek bize de nasip oldu. Kısmet tuzlusuna."
"Ahmet Kürşat!" dedim telaşla.
Bu adamın benim yüreğimle zoru neydi? Heyecandan kalbim çarpıyordu o her böyle yaptığında.
"Söyle, Mübrem..." dedi o beni mahveden tonlayışıyla. "Her sözün fermandır benim için."
Gerçekten bu adamın kalbimle bir zoru vardı. Bu hallerinin başka açıklaması olamazdı. Her sözüyle çarpıntıya sebep olabilir miydi yahu bir adam?
"Kibarlık ettim!" dedim dişlerimin arasından.
"Etme, Mübrem." Dedi ansızın beni yüreğimden yakaladı. "Seni üzen herkese kin besliyorum, sen onlara kibarlık etmek için çabalıyorsun. Etme, etme ki bugün ki gibi günü geldiğinde çaresizce gözlerinin içine baksınlar."
"Kürşat..." dedim itiraz eder gibi bir sızlanmayla.
"Gösterme kimseye merhametini çünkü hak etmediler, etselerdi seni incitmezlerdi. Sen merhamet edersen yalnızca kendi kul hakkına girmiş olursun."
Sözlerindeki haklılık payı çok büyüktü ama ben yapamazdım ki. Kimseye kin gütmek, kimseye nefret beslemek istemiyordum. Bu duygular hayatımda yer alsın istemiyordum. Affedersem özgürleşirdim. Ben tüm acılarımdan özgür çıkmak istiyordum.
"Eğer bir gün canını yakan ben olursam, affetme beni de. Affetme çünkü affedilmeyi hak eden zaten seni incitmezdi."
İçim titredi sözleriyle. Bu düşüncenin kendisi bile yüreğimin kıyılmasına sebep oldu. Allah böyle bir şeyi hiçbir zaman göstermesin. O karanlığımdaki ışıktı, ben onu daha karanlıktayken sevmiştim sonra ışığına vurulmuştum. Onsuz karanlığın dahi anlamı olmazdı.
"Konuşma böyle," dedim.
Kızım o sırada kollarında uyuyakalmıştı. Çok yorulmuş olmalıydı. Biz konuşurken de ona ninni gibi gelmişti herhalde oysa annesini ne çok korkutmuştu o sözler. İhtimaller daima üzerdi. Bu ihtimalde beni çok üzmüştü.
"Herkese hak ettiğini vermelisin, Meva."
"Mübrem." Diye düzelttim onu aynen onun bana yaptığı gibi.
Çehresine yayılan gülümseme sıcacıktı. Sanki gülümserken karşımda bir çocuk gibiydi oysa dalyan gibi adamdı işte ama ben öyle göremiyordum. Sevgi insanı çocuklaştırırdı, çocukken olan saf mutluluğu aradığımızdan. Sevince böyle hissediyordu insan işte.
"Mübrem, seni üzmeme müsaade etme."
"Sen beni üzmezsin."
Sözlerimle acı bir tebessüm oturdu dudaklarına.
"Sensiz mutlu olmak, nefes almadan yaşamak gibi şimdi bana Mübrem. Çıkmaz tüm sokaklarımın çıkmazısın. Seni üzemem, evet. Ama yeltenirsem dahi affetme beni çünkü bil, gözünden benim yüzümden bir damla dahi düşse cehennemin en derin kuyularına kendim atlarım."
Her sözü ne kadar sarsabilirse o kadar sarsılmama sebep oldu. Kaybediyordum kendimi onun sevgisi içinde. Yolumuzun her metresi engebe, çıkmaz, çakıl taşları ve uçurumlarla doluyken dahi elimi bırakmadan yanımda yürümeyi seçmişti. Ben böyle sevilmek ne bilmezdim. Öğrendikten sonra ondan da geçemezdim işte.
"Böyle şeyler konuşmayalım artık." Dedikten sonra ayaklandım. "İpek'i yatıralım."
"Fıstığımızı yatıralım," diyerek kucağında İpek'le birlikte ayaklandı.
Ona hayran olmamak ne mümkündü ne de haddimeydi. Ondan kaçmaya çalışırken ona tutsak oluvermiştim. Karanlıklarda bana bir mum ışığı yakmıştı önce. Sonra inançla o mum ışığının nasıl güneşe döndürülebileceğini öğretmişti. Ölsem de unutmazdım ben bunları.
İpek'i büyük dikkatle yatağına yatırdıktan sonra usulca kenara çekildi yine. Ben kızımın üstünü değiştirip örttükten sonra da birlikte çıktık odasından. Kızıma bu kadar kıymet vermesi, onu bir baba kadar düşünmesi göz ardı edilmeyecek kadar önemliydi. Babasının dahi unutup günlerce aramadığı kızıma çok iyi geliyordu. Bana ne kadar iyi geldiğinden bahsedemezdim bile.
"Ben de artık gideyim," diyerek kapıya doğru yöneldi.
"Kahve yapacaktım sana," dedim gülümseyerek.
"Tuzluysa kalacağım," diyerek takıldı yine bana.
Gerçi bu şakayı pek sık yapıyordu bir yerden sonra şaka olmadığına ikna edecektim kendimi. Gerçi biliyordum ama şu an için anlamazdan gelmek daha eğlenceliydi.
"Maalesef ama istersen sana şekerlisini yaparım." Deyip göz kırptım ona.
Yüzünü buruşturduğunda o kadar tatlı göründü ki gözüme, minik adımlarla yanına kadar gidip sıkıca sarıldım ona.
"İnan bana tuzlu kahveyi tercih ederim şekerlisine."
"Tabi bu fit formunu dikkatine borçlusundur sen," diyerek elimin altındaki kasları işaret ettim gözlerimle.
Muzipçe gülümsedi. İrdelesem o gülümsemenin altından neler çıkardı da şu an için benim yüreğim kaldırmazdı bunu.
"Yemek yapanım yok ya evde, ne yaparsın işte açlıktan zorunlu olarak diyete giriyorum. Ah biri olsaydı da her gün elinden yemekler yeseydim."
Artık yanaklarım acıyordu sırıtmaktan. Bu adam gerçekten bir başkaydı.
"Annene gel sen de Tülin Teyzenin elinin lezzeti Maşallah çok güzel."
"Anne yemeği ayrı be Mübrem, ben ondan mı bahsediyorum?"
Bir kahkaha attım kendimi tutamayarak. Böyle çok güzel olmuştuk sanki?
"Ne yemek istiyorsun, Ahmet Kürşat?"
"Kürşat de gözünü sevdiğim," diyerek beni yine düzeltti. "Şu hâlde de aynı soruyu tekrarlama ne olursun cevabım ikimizi de yakar."
Kıkırdarken başımı olumlu anlamda salladım. Gerçekten bu konuda bir takıntısı oluştuğunu düşünmeye başlıyordum. Ayrıca ne yemek istediğini tekrar sorsam vereceği cevabı artık biliyordum.
"Ahmet Kürşat daha bir heybetli geliyor," diyerek ona takıldım.
Bakışlarında yanan kıvılcımı gördüm. Üflesem harlanarak koca bir orman yangınına dönüşecek gibiydi şimdi. Aman Allah'ım, ben içten içe yanıyordum!
"Şimdi sen böyle deyince daha fazla ısrar etmemi engelledin," diyerek hafifçe eğilip saçlarımdan öptü. "Ben seninle ne yapacağım, Mübrem?"
"Seveceksin," diyerek yanıtladım yüzüne dikkatle bakarken. "Hiç gıkım çıkmaz bak vallahi!"
Sözlerimi tamamladıktan sonra uzanıp dudağının tam köşesinden öptüm. Doyamadım, sonra bir daha öptüm. Ben ufak ufak öpücükler kondururken beni ensemden tuttuğu gibi dudaklarına doğru çektiğinde nefesim kesildi. Öpücüğü zamansızdı. Dudaklarının dudaklarımın üstünde kayışı, nefesimi dahi içine çekerek öpmesi, ruhumu dudaklarımdan kendi ruhuna katık etmesi... Bu adama âşık olmayacaktım da ne yapacaktım?
"En büyük sınavımsın, Mübrem..."
"Sınanan sen misin ben mi, inan hiç bilmiyorum."
Kıkırdadı. Ah o lahuti ses yok muydu tüm içimi bir hoş ediyordu.
"İnan bana, benim."
Tüm yaralarımın dermanını bir bedenle birleştirip karşıma çıkaran Allah'a binlerce kez şükürler olsun. Benim için benim dahi asla böylesini hayal edemeyeceğim bu adamı karşıma çıkararak hayatımın hediyesini vermişti...
***
İpek'i okuldan aldıktan sonra annemlere akşam yemeği için geçtik. Berra'nın nişanına da az kalmıştı. Yemek boyunca nişan için planlar konuşmuştuk annemle birlikte.
"Ben elbiseyi diktireceğim," demişti annem.
"Sarı giy, Çiçeğim. Sana çok yakışır."
Babama hayranlıkla döndüm. Her kız babası gibi bir eş bulurmuş derlerdi. Ben ilk tercihimde babamın tırnağı bile etmeyecek bir adama heba etmiştim yıllarımı ama bu sefer kader yüzüme gülmüş gibiydi. Annem ve babamın şiir gibi bir aşkları vardı. Benim karşıma şiirden anlayan bir adam çıkmıştı sonunda.
"Hiç olur mu öyle şey Alparslan? Kaç yaşında kadınım artık! Vallahi millet aylarca benim elbisemi konuşur."
"Konuşsunlar, Çiçeğim. İnan bana güzelliğin onları kıskançlıktan çatlattığından konuşurlar."
"Senin istediğin de bu değil mi Nergis Hocam?" deyip kıkırdadı Berra.
Annem ve Berra'nın tartışmalarını daima keyifle izleyen ben ve babam yine suspus olduk. Elimizde bir mısırımız eksikti. Heyecanla devam etmelerini bekledik.
"Ay milletin ne düşündüğünün önemi yok..." diye kıvırdı annem.
"Hadi hadi Nergis Sultan, yeme bizi."
"O nasıl konuşmak Berra, böyle kaba tabirler falan..." diyerek cıkcıklayan anneme şaşkınlıkla baktım.
"Mürüvvet Hanımı paralarken o nazik tavırlarınızı pek görememiştik ama Nergis Sultan..." diyerek konuya girmek gibi bir hata yaptım.
Annemin belerttiği gözlerle bana bir dönüşü vardı ki insana dilini yuttururdu. Babam, hepimizi şaşırtıp koca bir kahkaha attığında neyse ki dikkatimiz dağıldı ve herkes ona döndü.
"Dua etsinler ben olaya dahil olmadım. Yıllardır operasyona çıkmıyorum çok güzel bir operasyon yapardım ama kadınlar kendi aralarında halletsin dedim."
Büyüyen gözlerle babama baktım. Ben duyunca feleği şaşar sanırken babam her zaman bildiğimiz gibi eşinin arkasında durmuştu. Boşuna karı-koca denmiyordu çiftlere. Koca, bir dağı temsil ederken karı kelimesi dağın karından gelmekteydi. Babam bir dağ annemse onun olmazsa olmaz karıydı. Her daim birbirlerini tamamlayacaklardı.
"Yürü be kimin kocası!" dedi annem tezahürat tutarak.
"Sen yürü önümden Çiçeğim, el alem güzellik görsün."
"Aldım, kabul ettim, 777, âmin!" diyerek avuçlarını açıp tavana bakıp dua etmeye başladı Berra.
Bir kahkaha atmadan duramadım. Benim deli kardeşim her zaman deliydi.
"Aldım, ettim, yedi ne anne, âmin..." diyerek teyzesini taklit edip avuçlarını açıp tavana baktı kızım.
İpek, teyzesini taklit etmeye çalıştığında hepimiz gülmekten kırıldık. Bazen kızım gerçekten bizi çok güldürüyordu. Yedinin ne olduğunu merakla sorması çok tatlıydı. Babamsa gülmeye ara verip kızıma yedinin ne olduğunu müthiş bir ciddiyetle anlatmaya başladı.
"Ben de Ersan Alp'i alayım mı anne?" diye peltek bir şekilde soran İpek sonraki an herkesin şaşkınlıkla ona dönmesine neden oldu.
"O da kim?" dedi gür bir sesle babam.
Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Kızımın Ersan Alp'e bu yaşında yanık olduğunu ben şimdi babama nasıl anlatacaktım. Koskoca kızlarının evlenmelerine dahi alışamamıştı adamcağız. Torununun bu yaşında böylesine çapkın olduğunu öğrense kim bilir hali ne olurdu?
"Arkadaşı, baba." Dedim gülmeye devam ederken.
"Başlarım öyle arkadaşa!" diyen dedesine kıkırdadı benim cimcime.
Ne nazlı ne cilveliydi. Birazdan bu halleriyle dedesini pamuk şekere çevirecekti, biliyorduk.
"Dedeciğim, dedeciğim..." diye başladı sözlerine ve tam da bildiğimiz gibi oldu.
İpek, konuşurken biz yemeğimize devam ettik. Ardından babam İpek'i kucağına alıp koltuklara geçerken biz üç kadın da sofrayı topladık. İpek'i oyaladığı için babama minnettardım. Bayılırdı kızım sofra toplamaya. Gerçi ona pek toplamak diyemezdik ama...
"Sonra annem dedi ki o senin prensesinmiş," diyen kızım sözlerinin ardından kıkırdadı. "Prenses olmak için çok büyük."
"O niyeymiş İpek Böceğim, annen daima benim prensesim olacak." Diyerek kızımı öptü babam.
"Olsun, Ersan Alp de dedi ki Güzel Abi onu kraliçesi yapacakmış."
Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ah bu çocuklar... Babam resmen kaskatı kesildi. Kötü sonla biten bir evliliğim vardı. Ne kadar üzüldüğümü ben göstermesem de çok yakinen şahit olduklarından biliyorlardı. Elbette kızı konusunda fazlasıyla hassas bir babaydı.
"Meva!" dedi yine o gür sesiyle.
Bazen erleriyle konuşur gibi konuştuğunda korkmuyor değildim. Her zaman bize karşı çok merhametli, çok kibar olsa da bazı anlar vardı ki korkudan insanın dizleri titremiyor değildi. Akif'le evlenmek istediğimi söylediğim anlardan biride onlardandı. Ondan değil eş, cacığa hıyar bile olamayacağını söylediği günü hiç unutmuyordum. Haklı çıkması tabi başta üzmüştü ama bazı şeyleri deneyimleyip öğrenmek gerektiğine inanıyordum.
"Babam," dedim kızımın taktiklerini deneyerek biraz cilveli.
"Güzel Abi de kim?" dedi hışımla. "Ersan Alp yetmiyormuş gibi bir de dayısı mı var?"
"Ersan Alp'in annesi arkadaşım baba. O da dayısı tabi, e... şey... çocukları çok seviyor İpek'le de çok iyi anlaşıyorlar."
"Güzel Abim..." dedi son heceyi uzatıp ellerini çırparak kızım.
İpek, yaktın beni kızım ah ah...
"İnşallah sadece torunumu büyülemiştir şu hergeleler yoksa ben biliyorum yapacağımı..."
"Ne oluyor?" diye sorarak salona giriş yaptı annem.
"İki tane hergele benim meleklerime musallat olmuş. Ama ben dedim sana Çiçeğim, boş bırakmamak gerek. Bundan sonra sık sık Meva'ya gideceğiz."
"Baba..." dedim serzeniş eder gibi bir tonla.
"Baba falan yok, benim kızlarımı kimsesiz sananlara inat... Bir kere izin verdim üzülmene güzel kızım, yeniden aynı hatayı yapmam."
Ona acı bir ifadeyle baktım. Hayatımın en büyük yanlışıydı Akif. İnat etmiş, ailemi bile ezip geçmiştim. Peki ya ne için? Koca bir hiçle kalakalmıştım ben ortada. Bırakmıştı beni ve umutlarımın sıkı sıkıya tuttuğum iplerini hiç düşünmeden Akif. Ama anlatmak istiyordum, babama Ahmet Kürşat'ın bambaşka biri olduğundan bahsetmek istiyordum. Erkendi, biliyordum. Alışamazlardı şimdi. Biraz zaman geçmesi en hayırlısı olacaktı.
Güzel bir sohbetle çaylarımızı içip tatlımızı yedik. Saat geç olurken İpek bizi hiç zorlamadan uyuyakaldı. Eve gitmek için nihayet ayaklandığımda babam da benimle geleceğini söyleyerek herkesi şaşkına çevirdi.
"Alparslan, biraz fazla tepki gösterdiğini düşünüyorum." Diyerek babama döndü annem.
"Kızımı evine bırakacağım, Çiçeğim. Bunda fazla olan nedir?"
Annemin tüm argümanlarını tatlı tatlı çürütebilme yeteneğine sahip bir adamdı. O bu sözleri ettikten sonra üstüne kimse aksini iddia edemezdi çünkü onları da aynen bu tatlılıkla çürütecekti.
"Ben arabamla geldim zaten, babam." Dedim gülümsemeye çalışarak.
Bir çocuğum bile vardı ama işte ben hâlâ onların çocuklarıydım. Anlıyordum onu, bir ebeveyn olarak. Korumak, kollamak ve kanatlarının altındaki güvenli alanda tutmak istiyordu ama buna gerek yoktu. Ahmet Kürşat beni incitmezdi ki...
"İpek'te uyudu, biz senin arabanla gideriz ben taksiyle geri dönerim. Hadi, tartışmaya kapalı bu konu."
Dış kapıya kadar inerek bizi geçirdi annem ve kardeşim. Onlarla sıkı sıkı sarıldıktan sonra vedalaşıp arabaya bindik. Babam, İpek'i nazikçe yerine oturtup kemerlerini bağlarken ben de yerime oturdum. Ardından babam gelince de yola çıktık.
"Bak kızım," diyerek sözlerine başladı babam. "Yeniden elbette sevebilir insan ama artık kendinden önce düşündüğün bir evladın olduğunu unutmadan bunu yapabilmeli. Ben hayatına müdahale etmek istemiyorum ama görüyorum, o sıfatsız boşandığınız halde hâlâ üzebiliyor seni. Daima yumuşak kalpli, iyi huylu bir çocuk oldun. Merhametin insanlara ilham oldu. Bu yüzden korkuyorum, incinmenden."
Gözlerim dolmasın diye üstün bir çaba sarf etmem gerekti.
"Her adımımı çok daha dikkatli atıyorum ben artık baba ve hayır, Akif artık beni üzemiyor."
Son sözlerimde oldukça nettim. Evet, üzemiyordu artık beni Akif. İncitebileceği bir yan da kalmamıştı ya neyse...
"Şu Güzel Abi..." dedi ama duraksadı. Kaç yaşında olursak olalım kızlarını paylaşamayacaktı. "İyi biri mi?"
Dudaklarımı saran gülümsemeyi elbette gördü. Bundan fazlasıyla anlamış olmalıydı aslında ne söyleyeceğimi.
"İpek'in onu nasıl anlattığını kendin duydun, baba. Çocuklar yalan söylemezler."
Öyleydi. Onlar en dürüst olanlarımızdı. Yalan dolan olmadan dosdoğru insanların onlarda hissettirdiklerini anlatırlardı.
Evime geldiğimizde ben yavaşça arabadan indim. Kızımı uyandırmamaya özen göstererek koltuğundan alıp babamın kucağına bıraktım. Apartmanın bahçe kapısından geçtikten sonra giriş kapısına ilerlerken kapı açıldı. Dışarı çıkanı gördüğümde başımdan vurulmuşa döndüm. Tanışmaları tam da bu akşama kısmet olmak zorunda mıydı?
Benim kaskatı kesilişi hemen fark etti babam. Zaten gözünden pek bir şey kaçmazdı, onun gözlerinin içine baka baka yalan söyleyebilmekse imkânsızdı. Mesleki deformasyon diyelim...
"İyi akşamlar," diyerek bizi başıyla selamlayıp durakladı.
"İyi akşamlar," dedim sesim biraz titrerken.
Bakışlarını bana çevirmedi. Babama doğru bakarken gözleri İpek'i seçti. Onu gördüğü an çehresine yayılan o merhametli ifade, şefkatle elini uzatıp yüzüne düşen bir tutam saçı çekişini izlemek insanın içini ısıtıyordu.
"İyi akşamlar, delikanlı." Dedi biraz sert bir tonla babam. "Emekli Albay Alparslan Soyalp."
"Üsteğmen Ahmet Kürşat Karayiğit, albayım." dedi ama elini uzatmadı babamın kucağında İpek olduğundan. (Astlar sadece, amiri olan üstlerine (yani kendilerine emretme yetkisi olanlara) "komutanım" diye hitap etmek zorundadır. Yani mesela bir üsteğmen (veya astsubay), sokakta karşılaştığı bir albaya "albayım" diye hitap edebilir, kimse de bir şey diyemez, çünkü sokaktaki albay onun komutanı değildir. Zorunluluk değil gelenektir. Ahmet Kürşat artık asker olmadığı için "komutanım" sıfatını kullanmamaktadır.)
"Ne?" dedim şaşkınlıkla suratına bakarken. Ben böyle bir şeyi nasıl bilmiyordum?
"Askerliğime asteğmen olarak başladım, askerlik biterken teğmen oldum. Yaklaşık üç yıl kadar devam ettim ve istifa edip mühendisliğe dönmeden önce üsteğmen olmuştum." Diyerek benim şaşkınlığımı giderdi.
Göz ucuyla babama baktığımda onun da gizlemeye çalıştığı bir beğeniyle Ahmet Kürşat'a bakışını yakaladım. Ben kadar şaşkındı.
"İstifa etmesen şimdiye binbaşı olmuş olurdun," diyen babam konu askerlik olduğunda fazla konuşkan birine dönüşürdü. "Neden istifa ettin, Üsteğmen Ahmet Kürşat?"
"Babam vefat edince ailemin yanına dönmem gerekti, albayım. Bu yüzden maalesef ki istifa edip geri dönmek zorunda kaldım."
Onun hakkında hiçbir şey bilmediğim gerçeği sertçe suratıma çarpmıştı. Mühendis olduğu için zorunlu askerlik rütbesini az çok tahmin edebilirdim elbette, ben asker kızıydım fakat askerliğe devam ettiğini bilemezdim. Bilmediğim başka neler vardı?
Babamın albay olduğunu söylediğimdeki o muzip tepkisi şimdi anlam kazanıyordu. Bu karşılaşmayı hayal edip ne kadar şaşıracağımı da düşünmüş olmalıydı hatta bununla kesin eğlenmişti. Hain Kürşat!
"Ben sizi daha fazla tutmayayım, albayım. Tanıştığımıza çok memnun oldum, yeniden görüşmek dileğiyle." Deyip saygıyla asker selamı yapan adama hayretle baktım.
"Görüşecek gibiyiz, Üsteğmen." Dedi babam alaycı bir tebessümle. "Ya da Güzel Üsteğmen mi demeliyim?"
Ahmet Kürşat ilk kez dönüp bana baktı. Mahcup bir şekilde gözlerine bakmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Kızımın çenesinin bir hayli düşük olduğunu unutmuştum ne yapayım?
İpek'in ona Güzel Abi demesine gönderme yapmasa şaşırırdım zaten. Babam da onu kucağında İpek olduğu için başıyla selamladıktan sonra apartmandan içeri girdik. Ben aklımdaki soru işaretleriyle sessizleştim.
Daha bilmediğim neler vardı?
Tüm gece bu soruyla cebelleştim. Zihnimin her bir odası onu ne kadar tanımadığımı yüzüme vurmak için özel olarak çabaladı. Uyku hak getire zaten. Toplasam üç saat bile uyuyamamıştım ama iş ve kreş olduğundan erkenden kalkmam gerekti. Kızımı uyandırmadan önce kendim hazırlandım.
Bebe mavisi, önden çapraz bağlamalı saten gömleğimi ve altına ekru kumaş pantolonumu çıkarttım. Bugün toplantım olduğundan biraz özenmeye karar vermiştim. Makyajımı ve takılarımı da hallettikten sonra kızımı uyandırmak üzere onun odasına doğru ilerledim.
(MEVA'NIN KIYAFETLERİ)
(AHMET KÜRŞAT)
"Balım," diyerek onu öpmeye başladım.
Önce yanaklarını, alnını, burnunu ve en sonda boynunu. Boynundan çok gıdıklandığı için kıkırdayarak uyandı meleğim. Ona sıkıca sarılırken kokusunu derin derin ciğerlerime çektim.
"Uyandım, annem." Dedi artık durmam için yalvarırcasına.
"Annem, güzel kızım."
Benim gömleğimin renginde bir elbise giymek için diretince kızıma da benzer tondaki bir elbisesini giydirdim. Küçük lastiklerle ipeksi yumuşaklıktaki ince telli kumral saçlarını topladım. Hazır olduğumuzda birlikte evden çıktık.
Asansöre yöneldiğimiz sırada açılan bir kapı sesi işiterek gayriihtiyari bir merakla dönüp o tarafa baktım. Kızımın cilveli kıkırtılarını hemen işittim.
"Ersan Alp," dedi müthiş bir cıvıltıyla.
Koşarak arkadaşına sarıldı. Onların bu tatlılıklarını seyretmek çok keyifliydi.
"Seni özledim, İpek." Diyen Ersan Alp dayısı gibi çapkındı anlaşılan bugün.
"Biliyorsun işini, Ersan Alp." Derken ona göz kırptı Ayla.
"İşe mi?"
Ayla'nın arkasından çıkan adamı gördüğümde kirpiklerimi kırpıştırarak suratına bakakaldım. Onu gördüğüm her an zaman yavaşlıyordu. Bu değişmeyecekti, artık kabullenmiştim.
"İpek'i kreşe bıraktıktan sonra, evet."
"Bırakayım sizi de Ersan Alp'i de bugün ben bırakacağım."
"Zahmet vermeyelim..."
Ahmet Kürşat'ın bakışları beni bulunca suspus kesildim. Her zaman ki gibi doğal bir şekilde konuşuyordum ama aslında bizim artık birbirimizin hayatında olduğunu unutmuş gibiydim. Bu sebeple ısrar etmedim ve teklifini kabul ettim. O jestler yapmak istediği her an onu reddedemezdim ya, gerçi hiç reddetmemiştim sanırım...
Büyük siyah arabanın yanına geldiğimizde arka koltukta Ersan Alp'i oturtup kemerini bağladı. Ardından çocuk pusetine İpek'i yerleştirdi. Ersan Alp zaten pusete oturamazdı. Onun eskiden kullandığını ise artık İpek Hanıma tahsis etmiş gibi görünüyorduk.
(ARABA. ANNEEEEĞĞĞ KIZIN BİR ARABAYA AŞIK!!!!!!)
"Güzel Abim beni kreşe bırakacak," diyerek ellerini çırpan kızımın mutluluğu beni neredeyse ağlatacaktı.
Aynı annesi gibiydi. Ufacık bir sevgi kırıntısına dahi aç... Babası olacak adam sağ olsun, bizi böyle yarım bırakıp gitmişti işte...
"Evet, kreşe gidiyoruz şimdi. Dönüşte de alacağım seni, belki kocaman bir hamburger yemeğe gideriz ha?"
"Hamburger!" diye çığlık atmaya başladı ikisi bir anda.
"Çok sağlıksız," dedim cıkcıklarken.
Bana dönüp muzip bir edayla sırıtışı yüreğimin çarpmasına neden oldu.
"İstersen daha sağlıklı şeylerde yapabiliriz, Mübrem?"
"Ne gibi?" dedim oyununa ayak uydururken.
"Onu çocukları bıraktıktan sonra konuşuruz..."
"Meva Abla, sen kraliçe mi olacaksın yeniden?" diye sordu merakla Ersan Alp.
"Bilmem, benden yeniden kraliçe olur mu sence?"
"Olur, çok güzel olur." Dedi çocuksu bir heyecanla.
"Dayın ne düşünüyor bu konu da?" dedim hain bakışlarla Ahmet Kürşat'a dönerken.
O arabayı usulca çalıştırdı. Ersan Alp'in daha önce hiç duymadığımız bir şey söylemesi beklemiyordum. Çünkü daha önce beni fazlasıyla şaşırtacak şeyleri zaten söylemişti. Ama çocuklar bizleri her zaman yanıltırdılar.
"Seni kraliçe yapmayacakmış," demesiyle dehşetle yüzüm kasıldı.
"Ne?" dedim hayretle Ahmet Kürşat'a bakarak.
"Devamını dinle," derken sırıttı.
"Bizim geleneklerimizde kraliçe yokmuş, dayım da kral değil Hanmış..."
Ersan Alp'in ne demek istediğini kavrayabilmem, cümlesini Ahmet Kürşat'ın tamamlamasıyla oldu.
"Sense benim Han'ım..."